Mağdur...

-- 28 Şubat'ı nasıl bilirsiniz?

--- Walla.. Allah gani gani rahmet eylesin; iyi biliriz...

-- Niçin 'iyi biliriz'?..

--- Çünkü, 28 Şubat olmasayadı bugünkü iktidar başa gelemeyecekti.

Evet, ilginçtir, 28 Şubat'ın elle tutulur tek sonucu da budur.

Sanki, birileri 'olmayacak duaya amin dercesine', 28 Şubat'ı tezgahlamış ve başarısız olacağı mukadder olan o teşebbüsün doğal sonucu olarak da bu günlere gelmişiz...

28 Şubat olmasaydı, ya da 28 Şubat yüzünden Erbakan derhal istifa edip erken seçime gitseydi, bugünkü siyasi kadrolarımız çok farklı olurdu.

Ama, olmadı.

Erbakan, bir anlamda, kendi içinden çıkacak olan bu yeni ve çok farklı (Erbakan milliyetçi idi, bu yeni kadrolar değil) kadrolar için --bilerek ya da bilmeyerek-- intihar etti..

Neyse.

O analizi uzun boylu yapmağa artık çok da gerek yok.

Şimdi, bugüne bakalım.

Uzun boylu saklamalardan gizlemelerden sonra bir Cumhurbaşkanı adayımız oldu nihayet, fakat ('şöyle oldu, böyle oldu'yu bir yana bırakırsak) bu adayımız da durup dururken, beklenmedik bir şekilde ciddi olarak siyasi bir dayak yedi; hatta 'harcandı'.

Kim tarafından harcandı sorusunu bir yana bırakabiliriz, fakat, bu gidişle, bu adayın Cumhurbaşkanlığı adaylığı devam edemeyecek gibi görünüyor.

Geriye ne kalıyor? Erken seçim.

Başkanlık sistemine geçişi de içerecek bir erken seçim.

İlginç olacak.. yani, TBMM'nin Cumhurbaşkanı 'seçemeyişi' yüzünden başkanlık sistemine geçmiş olacağız gibi görünüyor.

Böyle bir gerekçe var gibi görünüyorsa da, akla sığacak gibi değil bence; önceden tasarlanmış olması daha makul.

Her ne kadar kimlerin tasarlamış olduğunun cevabını bilmiyorsam da, kimlerin tasarlamış olması mümkündür sorusunun cevabı daha kolay gibi.

Realiteye bir bakalım: Bugün bir seçim yapılsa, Başkan'ın kim olacağı aşağı yukarı belli --mevcut Başbakan..

Niçin? Çünkü, Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlık koltuğuna oturmadan önce ve o gün bugündür hep mağdur.

Hep 'hakkını yediler'...

Şiir okuduğu için hapse atıldı, mağdur oldu.

Başörtüsünü kaldırmak istedi ama YÖK'teki ve başka yerdeki o kötü amcalar buna mani oldular, yine Başbakan mağdur oldu.

'Halklara özgürlük' vermek istedi ama haki renkli elbiseler giyen amcalar engel oldu; yine Başbakan mağdur oldu..

Kısacası, neye el attıysa, hep birileri engel oldu ve sonuç değişmedi: Başbakan hep mağdur oldu.

En son da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde mağdur oldu.

Hakkıydı; ama izin vermediler.

O da büyük feragatlerle, bir arkadaşını aday gösterdi.

O denli büyük feragatlere rağmen, gene yaranamadı ve adayına engeller çıkarıldı: Başbakan yine mağdur.

Başbakan o kadar mağdur ki, 'Başörtüsü mağdurları' sesini çıkaramıyor, çünkü Başbakan onlardan daha mağdur.

Özgürlük isteyenler de aynı durumda.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterdiği --ve en büyük siyasi rakiplerinden birisi olan-- adayın harcanmış olması önemli değil, mağdur olan Başbakan.

Gerçek işşizlik yüzde yirmilerde olsa bile, 'en mağdur' olanımız hep Başbakanımız.

Başka ülkelerde olsa bunda bir gariplik sezenler olur, ama bizde olmaz.

Gariplik sezenler olsa bile, sonuca bakarak, Başbakanı takdir etmek gerekir.

Beş senedir büyük bir çoğunlukla iktidarda olduğu halde hala daha mağdur olmak, ya da öyle görüntü vermek hiç de kolay değil.

Şimdi de aynı durumdayız.

Genelkurmay Başkanlığının bir bildirisi yayınlandı.

Neye hizmet edeceğine bakıyorum; ve benim görebildiğim tek sonucu, erken seçimle birleştirilmiş bir Başkanlık seçimi olacak.

Peki, bu seçimi kim kazanacak sizce? Bunca senedir, hakettiği halde hep mağdur olan, üstüne üstlük bir de en son böyle bir 'muhtıra'ya müstehak görülüp daha da mağdur edilen bir Başbakanımız varken, bu halk nasıl davranacak sizce?

Halkımız bu kadar vefasız mı çıkacak yani? Bence hayır.

Halkımız mağdurların yanında yer almıştır hep.

Başka bir deyişle, bu 'muhtıra', hem Başkanlık sistemine geçişimize hem de mevcut mağdur Başbakanımızın nihayet layık olduğu makama gelmesine, Başkan olmasına hizmet edecek bence.

Tabii, buna hizmet den tek şey bu 'muhtıra' değil; anamuhalefet partisinin hizmetlerini de unutmamak lazım.

Anamuhalefet partisi --kaşla göz arasında-- izin vermemiş olsaydı, mevcut mağdur Başbakanımız milletvekili dahi seçilememiş olacaktı.

Takip eden yıllar boyunca da, anamuhalefet partisinin --olur olmaz herşeye 'hayır' demekten öteye-- herhangi bir alternatif projesi olsaydı, durum değişebilirdi.

Ama, yok, öyle olamadı bir türlü..

İktidar hep 'iyi şeyler' yapmak istedi, muhalefet ise hep ona engel oldu.

Başta Başbakanımız olmak üzere, halkımız mağdur oldu hep.

Bu kadar da olmazdı yani.

Sonuçta, halkımız duygu ehlidir.

Daima mağdurun yanında yer alır.

Bunu bilmek çok önemlidir: Kimin yanında yer almasını istiyorsanız, onun mağdur görünmesi gerekir.

Bence, tam da öyle yapılmıştır.

Hayli de başarılı bir şekilde.

Eşcinsel, terscinsel, reklâmlar ve din..

Aşağıya alıntıladığım yazı 20 Nisan 2007 tarihinde Zaman gazetesinde Alev Alatlı imzası ile 'Yorumlar' bölümünde yayınlanmış.

Alev Alatlı'nın yazılarında, ne dediği genelde karışık olmakla beraber, yazının ilk paragraflarında dedikleri ile yezının geneli arasında bu derece örtüşmezlik, ya da muğlaklık pek sık karşılaştığım bir garabet değil; o yüzden, diyeceklerimi Alatlı'nın yazısının arasına yazacağım. [Büyük bir ihtimalle, benim yazdıklarım da örtüşmezlik ya da muğlaklık ile malûl olacak.]

Fakat, önce, yazıya seçilmiş başlıkla başlamak istiyorum. '[Din'in içi nasıl boşaltılır?] "Gay-Lesbiyen öğrenci kulübü"'. Buradaki 'lesbiyen' kelimesinin Türkçe yazımının 'lezbiyen' olması gerekiyor bence; fakat o kadar da önemli değil. Asıl ilgilendiğim tarafı 'Din'in içi nasıl boşaltılır?' ibaresi..

Alatlı'nın bu yazısından benim anladığım –eğer doğru anlamış isem–, 'dinin içi özellikle faydalı şeyler ile doldurulur'dur. Yani, karmaşa, kaos, başıbozukluk, fetret vb illetlere izin vermeyecek, yol açmayacak hüküm, telkin, tembih ve nasihatler olmalıdır dinlerde. Benim buna itirazım yok aslında; zaten asırlardır yapılan da odur: Faydalı telâkki edilmekle birlikte, bir şeyler eksik kalmışsa, 'yetkili kılınan' birileri çıkar ve bunları ekler. İçtihatler, tefsirler şunlar bunlar hep bu tür faaliyetlerdir.

'Allahın kelâmı'nda eksiklik bulmanın ne demek olduğunu; bu eksiklikleri tamamlamanın filân tam olarak nereye oturduğunu bilmediğim gibi, 'Allahın kelâmı'nda buldukları 'eksiklik'leri, kimlerin kimleri –neye dayanarak– 'yetkili' kılabildiklerini anlamış da değilim. Yani, müfessir ve müçtehid taifesinin bu yetkileri nereden aldığını filân lütfen bana sormayın. Onu ben bilemem.

Ama, hepimizin bildiği üzere, bu taife dinlerin içini doldurmak konusunda yetkilidir. 'İyi ve faydalı' şeyler ile, tabii ki.

Burada hemen aklınıza bir soru gelebilir tabii ki: 'İyi ve faydalı'nın ne olduğuna karar vermek yetkisini onlara kim veriyor? Cevap: Hiçkimse. Yani, siz; yani biz.

'Hüküm' tek başına bir anlam ifade etmediğinden, hükmün bir kıymet-i harbiyesi olacak ise, onun uygulamaya konulmasını birileri sağlamak zorundadır.

Yani, egemenler.

Her defasında egemenlerin borusu ötmez tabii ki; egemenlerin muktedir olmadıkları durumlarda –avamın arzularının baskın çıkması halinde– avamın arzu ettiği 'hüküm'ler geçerli olur.

İçtihat ve tefsirlerin popularitesini, ya da uygulanabilirliğini –görüldüğü üzere– onu icra ettirtecek olanlar belirler.

Dinler de biraz öyledir.

Kimse, hiçkimse, belli bir din ile doğmaz (doğsaydı, dinlere ihtiyaç olmazdı); herkes dinini daha sonra, kendi aklına dayanarak seçer. Aksi olsaydı (yani, akıl önemli olmasaydı), belli bir yaşa kadar çocuğun işlediği 'günâh'ların ebeveyne fatura edileceği söylenmezdi.

Kısacası, dini de kendi aklımızla seçiyoruz. Akıl ki, esasen, bir 'çıkar belirleme' prosesidir. 'Din'in, genel anlamda, 'iyi ve faydalı' şeyler içermesi de bu yüzden zorunludur; aksi halde, kimse o dini seçmez; 'Allahın kelâmı' olduğu söylense de seçmez.

Zaman içinde, 'iyi ve faydalı'nın tanımı ya da kapsamı değişebilir; bu yüzden de, dinler de –tercih edilir olmağı devam ettirebilmek için– güncellenirler. Bunu da, müfessir ve müçtehidler yapar. Bunların yaptıkları iş, her ne kadar 'Allahın kelâmı'nda eksiklerin tespit edilmesi anlamına gelse bile, dinin devamlılığı açısından elzemdir.

'Dinlerin devamlılığı' deyince, aynı soyağacından gelen dinlerin –birbirinin devamı, tamamlayıcısı olduğunu iddia eden dinlerin– aralarında genel bir tutarlılık olduğunu söylemiyorum tabii ki.

Buna bir örnek, Alatlı'nın da değindiği üzere, yeni doğan bebeklerin 'masum' mu yoksa 'günahkâr' mı olduğudur. İslam'a göre 'masum', Hiristiyanlık'a göre 'günahkâr'; ve ikisi de (nasıl oluyorsa) 'hak din'..

Garip ama gerçek: Bir anlamda, 'Allahın oğlu' ile 'Allahın son peygamberi'nin söyledikleri arasında siz hakem oluyorsunuz.. Hangisinin 'en hakiki' 'hak din' olduğunun kararı size kalmış; hangisi aklınıza daha çok yatıyorsa o..

Dinler, özellikle de İbrahimî dinler (bir kitap ile gelmiş; ya da, kitap haline dönüşmüş metinleri olan dinler), evrensel ve zamanlarüstü olmak iddiasındadırlar. Evrensel ve zamanlarüstü olmak iddiası, tefsir ve içtihad ihtiyacı duymasaydı, daha tutarlı olurdu tabii ki ama onu geçelim. Evrensel ve zamanlarüstü olmak iddiası, temelde şu anlama gelir: Hiçkimse, ellerinde olmayan, kendi tercihleri olmayan, sebeplerle dışlanmaz.

Yani, hiç kimse, erkek olduğu için, kadın olduğu için, uzun boylu olduğu için, kısa boylu olduğu için; beyaz derili, sarı derili, zenci (siyâhî) vs olduğu için dışlanmaz.

Fiziksel yeterlik şartı da yoktur: Kimse 100 metreyi 9 saniyenin altında koşamadığı için dışlanmaz.

Zekâ yeterlik şartı da yoktur. Kimse, IQ'su 160'ın altında olduğu için dışlanmaz.

Kısacası, Allahın yarattığı herkes kabuldür. Kabüldür de.. bunun, en azından bir, istisnası vardır.. Eşcinseller.

'Eşcinsel' kelimesi bence yanlış bir etiket. Çünkü, ağırlıklı olarak, ilgili kişinin cinsel pratiğine işaret ediyor. Bu da, tabii ki, kişinin kendi iradesindeki tercihlerine işaret ediyor.

Benim kasdettiğim bu değil. Yani, ben konunun çinsel ilişki tarafı ile ilgilenmiyorum.[*] Benim ilgilendiğim 'yaradılış'; yani, 'kadın bedeninde erkek beyni' veya 'erkek bedeninde kadın beyni' diye nitelendirebileceklerimiz.

Başka bir deyişle, eğer bir kelime uyduracak olursam, 'terscinsel'ler –yani, fizyolojik donanımları ile ters düşen beyin sahipleri; yani, 'kadın bedeninde erkek beyni' veya 'erkek bedeninde kadın beyni' taşıyanlar..

'Terscinsel'lerin var olmadığını söylemek, ya da bunun bir 'hastalık' olduğunu söylemek kolay. Dilin kemiği yok.

'Renk körlüğü'nün de var olmadığını söyleyebiliriz, ya da onun da bir 'hastalık' olduğunu iddia edebiliriz. Eminim tarihte bunlar da söylendi. Fakat, sonuda varlığını kabul etmek zorunda kaldık.

Doğuştan olduğu için de, kimse bunların tedavisini de dayatmıyor artık. Daha da ötesi, reklâm panoları, sokak tabelâları vb tasarlarken, renk körlüğünü de dikkate almağı öğrenmeğe başladık.

Hayatımızı renk körlerine göre düzenlemiyoruz, tabii ki; sadece, onları da dikkate alıyor, onlara da hayatı kolaylaştırmağa gayret ediyoruz demek istiyorum.

'Albino'lar da bir başka 'renk' örneğidir. 'Albino'lar, vücutlarında renk pigmentleri olmayan canlılardır –insan ya da hayvan. Geçmişte albinoları 'iblisin elemeanı' sayıp imha ettikleri çoktur. Şimdilerde sadece 'norm dışı' görülüyorlar; yani, sadece herkesten farklı.

Başka örnekler de verebiliriz. Ama, benim amacım 'eşcinsel'leri (ya da 'terscinsel'leri) savunmak değil. Benim ilgi sahama, dinlerin –hele de bugünlerde olduğu üzere– 'müsamaha', 'eşitlik', 'özgürlük', 'bir arada yaşama hakkı' vs gibi talepleri dillendirmeleri ve benzeri talepleri isteyen başka herkese bahşedeceklerini söylemeleri –yani, reklâmlar– giriyor.

Bugün için, bu 'reklâm'ların iki temel turnusol kağıdı var.

Birincisi 'kadın hakları'dır.

İkincisi ise 'terscinsel hakları'dır.

Ne tesadüftür ki, ikisi de sonuçta bir tür cinsiyet fay hattında buluşuyorlar.

Neyse, şimdi Alev Alatlı'nın yazısına dönelim.

Ülkemizin ilk 'Gay-Lesbiyen Öğrenci Kulübü'nü kurmayı başardın, 'insan hak ve tercihlerine saygılı' bir toplum olduğunu tartışılmaz bir biçimde kanıtladın! Üstelik, askeri ya da sivil bir darbe ya da YÖK dayatması olmaksızın, ülkenin en zengin beşinci (1) yükseköğretim kurumu olan 'Bilgi Üniversitesi'nde, üstelik 8,887 öğrenci velisinden sadece 10-15 kadarının tepki gösterdiği, mükemmel bir mutabakat ortamında!

Yardımcı Doçent Dr. Halit Kakınç, ki, kendileri Öğrenci Dekanı'dırlar, “Onları [yani, erkek ve dişi eşcinselleri] yoksaymamız ve kulübünün kurulmasına izin vermememiz, insan hakları ihlâli olurdu”, demişler, (2) “Türk toplum yapısına ters düştüğü için 10-15 veli tepki gösterdi [ama] biz, liberal bir bakış açısıyla kulübün açılmasına izin verdik.. İyi bir yaklaşımda bulunduğumuzu düşünüyoruz. [çünkü] İnsan hak ve tercihlerine saygılı bir üniversiteyiz.” Ne güzel! Kakınç'ın demeci, eşi türbanlı bir başbakanın Çankaya'yı işaret ettiği bugünlerde, hele deİslamfobiklere, ilâç gibi gelmiş olmalı! Nasıl gelmesin ki!? Modern dünyanın geri kalanı gibi, Türk insanının da 'kul' olmaktan geçip, 'insan' olmaya karar vermişliğinin en kesin kanıtıdır aleni eşcinselliğin böylesine tescili!

Alatlı, bence burada konuyu magazinleştiriyor ve haksızlık ediyor. Meseleyi getirip getirip İslamfobiklere, 'kul olmak'a, 'insan olmak'a dayarsak sloganize etmekten öteye bir hizmetimiz olmaz bence. Hele de Çankaya'ya filan işaret edersek hiç.

Fakat, öte yandan da doğrudur. Evet, bu konu –tıpkı kadın hakları gibi– İslam'ın 'aşil topuğu'dur. Geçmişte gündeme getirilemiyordu, çünkü 'zinhar şöyle olursun, böyle olursun' denilerek susturuluyordu; şimdi o olamıyor ve cevap vermesi gerekiyor. Verdiği cevapların da tatminkâr olması gerekiyor.

Fakat, akla uyacak, tatminkâr, bir cevap vermesi zor. Dolayısı ile, evet, İslam (birçok başka din gibi) zorlanıyor; ve zorlanmasını isteyenlerce bu iki konu gündeme getiriliyor. Daha da getirileceğine de eminim.

Bu bir açmaz.

Çözümü bence iki şekilde olabilir: Ya dinler, eskiden olduğu gibi, otorite haline gelecek ve tekrar 'zinhar şöyle olursun, böyle olursun' diyerek konuyu sümen altı edecekler, ya da –dinler otorite olamazlarsa– kabul edecekler. Başka bir yol, ortayol aklıma gelmiyor.

Öyle ya, 'kul' olarak kalsaydık, 'Allah tarafından yaratılmış' olduğumuz gerekçesiyle O'nun emirlerine teslim olmak zorunda kalacaktık! O'nun emirleri de açık! Daha Tevrat'ta defalarca söylemiş: 'Bir erkek bir erkekle kadınla yattığı gibi yatarsa, her ikisi de iğrenç bir şey yapmış olurlar; idam edilecekler - kanlarının günahı kendi üstlerine olacaktır.' (3) İncil'de de defalarca söylemiş: 'İsrail kızlarından [hiçbirisi] fahişe olmayacak, İsrail oğullarından [hiçbirisi] eşcinsel olmayacak.'(4). Kur'an'da, 'Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız? [Bu ilâhi ikazdan sonra hâlâ] siz, ille de kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz' (5) buyurmuş. Cezası Kur'an'da muğlak ama hadislerde (6) açıklanmış.

İnsan fıtratına yapılan haksızlık..

Alatlı'nın dedikleri işte burada 'her anlama gelir' hale gelmiş.. Tam da “O'nun emirleri de açık!” dediği yerde ya kinaye yapıyor, ya da kafası karışmış.. Bir dinde 'idam yoluyla' infaz, ötekinde ise 'beyinsizlikle itham' yoluyla tenkid.. Ki, o 'beyinsiz'leri de yaratan O. Daha da ötesi, “cezası da hadislerde açıklanmış”.. yani, 'cezası sünnet'..

Öte yandan, Yahudiliğin kalesi İsrail'de, gay-lesbiyen öğrenci kulüpleri şöyle dursun, 'ABD'den farklı olarak, İsrail ordusu aleni gay yurttaşlarını' askerliğe 'kabul' etmektedir. İsrail devletinin eşcinsel evliliklere de itirazı yoktur, ancak 'İsrail'de sadece geleneksel (7) evliliklere resmi belge verildiğinden, İsrail'de yaşamak isteyen ama geleneksel evlilik istemeyen veya eşcinsel olan çiftler, ülke dışında evlenirler ve İsrail hükümeti evliliklerini yasal sayar. Nitekim, pek çok eşcinsel çift yakındaki bir ülkede, Kıbrıs'ta [Güney!] evlenip geri dönmektedirler.' (8)

Öte yandan, 'eşcinsel evliliği bir papaz kutsayabilir ama Tanrı kutsamayacaktır' diyen (9) Katoliklerin ABD'deki 200'den fazla üniversite ve kolejinde düzinelerce gay, lesbian veya çift-tercihli öğrenci kulübü faaliyet göstermektedir. Bunlardan Catholic University, Boston College, Georgetown, DePaul University, Loyola University, and St. Thomas University, yönetmeliklerini 'cinsel tercihin ayırımcılık nedeni olamayacağı' şeklinde değiştirmişlerdir. İslam ülkelerine gelince: eşcinselliğin tümünde yasak, hatta bazılarında idamla cezalandırılan bir suç olmasına karşın, amacını 'Lesbiyen, gay, gay/lesbiyen, travesti Müslümanların kimliklerini İslam'la uzlaştırmak; sosyal adalet, barış ve hoşgörü kavramlarını yüceltmek; herkesi önyargı, adaletsizlik ve ayırımcılıktan uzak bir dünyaya yakınlaştırmak' olarak açıklayan, uluslararası 'Al-Fatiha' örgütü 1997'de kurulmuş olup, halen altı ülkede düzinelerce şubesi vardır. Nasıl oluyor da oluyor, bütün bunlar?

Gerçekten nasıl oluyor diye sormak istiyorum Alev hanıma.. Kadın hakları için mücadele veren türlü çeşitli derneklerin hakkında da acaba “Nasıl oluyor da oluyor, bütün bunlar?” sorusunu soruyor mu?

Bugünden yarına olmadıkları muhakkak. Dönüşümü anlamak için beş yüz yıl kadar geri gitmek, 'Aydınlanma Çağı' ile birlikte 'kul' kavramının nasıl bir değişime uğradığına bakmak lâzım. Malûm olduğu üzere, 'Aydınlanma', Aristo'yu kaynak edinen ve Kopernik, Kepler, Galile ve Newton'la devam eden bir dizi buluş ya da keşif sonucunda, kitaplı dinlerin, yani Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın, 'Dünya ve Kâinat'a dair açıklamalarını' reddeden, yerine yeni açıklamalar getiren sürecin adıdır. Bu süreçte, Hıristiyan dogma ve gelenekleri sorgulanmaya başlanır. Zaman içinde gözlem ve deneye dayalı 'bilimsel' düşüncenin çıkarsamaları, kutsal kitaplarda vaaz edilen doğruların yerini alır.

'İnsan'a, daha doğrusu, 'insanın fıtratına' ilişkin Hıristiyan ahkâmı, reddedilen doğrularının başlarında yer alır. Örneğin, 'insan' İncil'de vaaz edildiği gibi 'günahkâr' olarak mı doğmuştur, yoksa tümüyle 'masum' mudur? 'Kul olmak' bilinci, her insanda doğuştan var mıdır, yoksa sonradan mı telkin edilmiştir? İnsan 'her isteyenin üzerine her istediğini yazabileceği boş bir sayfa' olarak mı doğar? İnsanın 'özgür iradesi' diye bir şey var mıdır? 'Fıtrat' denilen nitelik nerede başlar, toplumsal 'öğreti' nerede biter?' vb. vb.. Düşünürlerin bunlara ve bunlar gibi yüzbinlerce soruya verdikleri (ve vermeye devam ettikleri!) cevaplar, Batı medeniyetinin düşün hazinesini oluştururlar.

Cevaplar, tartışmalı, çekişmeli, değişkendirler, ancak, bir ortak paydaları vardır: 'insan' çıkışlı olmaları; yani, insan denilen varlığı çözümlemeye bilimsel yöntemle yaklaşmaları, kutsal kitapların tanım ve tariflerini bir yana bırakarak, olayı 'gözlem, deneme-sınama, mantık' ile ele almaları. Yeri gelmişken, ülkemizde hemen her zaman 'yardımseverlik, hayırseverlik' gibi çağrışımlarına kurban giden 'humanizma' kavramının aslı, bu yaklaşımdır. 'İnsancıllık', Kainat ve Dünya'yı Yaratıcı'nın kitaplarından değil, 'insan'dan yola çıkarak, 'insan aklıyla' çözülmesi gerektiğine dair inancın adıdır. Nitekim, 'Aydınlanma, Kainat'ın merkezinden Tanrı'yı aldı, yerine insanı koydu' diye özetlenen gelişmenin aslı budur.

Hay Allah.. Alev hanım, “cevaplar, tartışmalı, çekişmeli, değişkendirler, ancak, bir ortak paydaları vardır: 'insan' çıkışlı olmaları” derken, İslam'da bu konudaki 'açıklık'ın hadislerden kaynaklandığını unutmuş mudur acaba.. ya da, hadislerin 'insan çıkışlı' olmadığını mı söylemek istiyor –ya da hadislerin söylendiği anda kayıt altına alındıklarını mı?

Evrensel ve değişmez gerçekler..

Ne ki, 'insan'ın bir laboratuar elementi gibi deneme-sınamaya tabi tutulabilmesi için, en azından 'insan aklı'nın herkeste aynı şekilde işlemesi gerektiği de açıktır. Aksi takdirde, Tanrı'dan boşaltılan 'merkez'in, paganların Kabe'yi putlarla doldurmaları misali, her biri bir başka telden çalan 'akıl'larla doldurulduğu kaotik bir durumun meydana çıkması kaçınılmaz çıkacaktır. Bu ciddi sakınca da, 'insan tabiatının evrensel ve değişmez' olduğu doktrininin kabulü ile giderilir. İster bir Eskimo olsun, ister bir Nepalli Gurka, Etopya yerlisi ya da Tibet göçebesi, insan için 'aklın yolu birdir' hükmü böylece yerleşir. Bu hüküm, 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin insanlar arasında 'ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark' gözetilmesini yasaklayan 2. maddesinin de özüdür. 'İnsan tabiatının evrensel ve değişmez' olduğu doktrininin kabulü, insanoğluna ilişkin şiddet, tamah, aşk, nefret, hodgâmlık gibi hasletleriyle, bunların dışavurumlarının kuramsallaştırılması, neden-sonuç ilişkilerinin de 'evrensel ve değişmez' biçimde saptanması gereğini getirir.

Alev hanım burada bambaşka şeyler söylüyor. Dile getirdiği endişenin yersiz olduğunu söyleyemem: Tanrıdan boşaltılan merkezin putlarla doldurulması korkusuna katılıyorum. Bu sadece bir kuru endişe değil; geçmişte eşcinsellerin 'normal' ahaliye tasallut ettiği dönemler olmuştur. Öyle çok uzağa gitmeğe de gerek yoktur. Osmanlı'nın gelişme döneminin sonlarına doğru yaşanan geniş özgürlüklerin bir devamı olarak eşcinsellere de tanınan serbestlikler sonucunda ortaya çıkan durum halkın en çok şikayet ettiği şeylerden birisiydi. Duyulan ve ortaya konan tepki, bugünlere kadar gelen bu önyargının da –bence– temelini oluşturur.

Dolayısı ile, evet, sosyolojik açıdan, genel anlamda asayiş açısından, kamusal ortamlarda eşcinsel pratiğin sergilenmesinin kısıtlanmasına itirazım yok. Ama, bunu din kisvesi ile yapmak demek dinlerin fıtrata itiraz etmesi anlamına geliyor.

O zaman da, dinler kontripiyede kalıyor. Çünkü, 'şiddet, tamah, aşk, nefret, hodgâmlık gibi hasletler' ile 'tercinsellik'i aynı kapsamda değerlendiremeyiz –'haslet' ile 'fıtrat'ı birbirine karıştırmayacaksak.

Dipnotlar:
  1. Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi, Şubat 2007, YÖK yayını,
  2. 6 Nisan, 2007, Hürriyet,
  3. Eski Ahit, Leviticus 20:13,
  4. Yeni Ahit, Deuteronomy 23:17,
  5. Neml Suresi, 54-55,
  6. 'Eşcinsel ilişkiye gireni de girdireni de katledin.' Tirmidhi (Ebu İsa Muhammed) 824-892,
  7. Ortodoks Yahudilik,
  8. Matt Lebovic, 16 Şubat 2007, Boston Üniversitesi konferansı,
  9. Lehman Strauss, Litt.D., F.R.G.S. Philadelphia Bible Institute, Eski Ahit tarihçisi.

Dinlerin sosyal ve siyasi hayatımızda daha bir yer almak isteyişlerini yersiz bulmuyorum. Birçok açıdan da gereklidir bu bence. Fakat, kendi isteklerinini 'Allahın kelâmı' diyerek kabul ettirmeğe varacak bir süreçte herkese her türlü 'müsamaha', 'eşitlik', 'özgürlük', 'bir arada yaşama hakkı' vb vaadlerinde bulunmalarının gerçekleri yansıtmadığını da bilmemiz gerekiyor.

Tutamayacakları vaadlerden birisi 'başka inançtan olanlar'a karşı nasıl durdukları; bir diğeri 'inançsız olanlar'a nasıl davrandıkları, diğerleri de kadınlar ve 'terscinsel'ler hakkında ne düşündükleridir.

Bütün bu konularda –şimdilerde sıkça vaadedildiği şekilde– herkese her türlü 'müsamaha', 'eşitlik', 'özgürlük' ve 'bir arada yaşama hakkı' tanıdıkları gün Cehennem'de kar yağdığını farzedebileceğimizi söyleyebilirim sanıyorum.

[* Merak edenler olabilir; 'escinsel' ya da 'terscinsel' değilim.]

Türkçe kelimeleri üzerine..

{Not: Güncelleme ile ilgili bilgiler yazının sonundadır.} Zaman zaman içinde, otlar saman içinde.. ben dedemin yazdıklarını ufak ufak gözden geçirir iken, aşağıdaki şey ortaya çıktı. Türkçe Kelime Çözümleyici Tamam, Ortadoğu'da barış, ayrılanlara vuslat, dermansızlara deva gibi iddiaları yok --hiç de olmadı-- ama, yapabildiği şeyler açısından bakarsanız, hiç de fena sayılmaz. 'İyi de, ne yapabilir ki?' diyebilirsiniz.. ben de, 'siz onu boşverin de, nasıl ve ne gibi işlere yarayabileceğini kısaca anlatayım' derim.. İlk aklıma gelen şeylerden birisi, mesela, Türkçe öğrenmek isteyenlerin çaresizliklerine derman olmak.. Düşünün bir kere, herifçinin el oğlu bizim kızımızı sevmiş, ya da tersi --bizim oğlana bir el kızı meftun olmuş-- ve kayınvalide, kayınpeder ve geriye kalan onca akraba vü taâlukat ile artık abuk sabuk el hareketleri veya Tarzanca ile değil de, doğru dürüst bir Türkçe konuşarak anlaşmak istiyor.. İyi de, garibimin başı belâdadır.. Ne bizim kızlar, oğlanlar ne de bizim dil başkalarına benzer.. Gökyüzünden upuzun kelimeler yağar Türkçe bilmeyen gariplerin başına.. Şöyle bir kelime ile karşılaştığını düşünün bu el evladının: 'karşılaştırılabilirmişcesineydiler'... Şimdi... bunun kökü nedir, eki nedir, nerede ne başlar nerede ne zaman ve nasıl biter meselesi Türkçe bilenler için kolaydır da, yeni öğrenenler için tam anlamıyla felakettir... İşte, bu gönül kurbanları dil fakirlerine çare bu programdır.. yani, azıcık daha üzerinde çalışırsam olabilir demek istiyorum. Peki... başka kimlere yardımcı olabilir? Walla.. ilköğretim sıralarında oturan kaç milyon bin bebemiz var ki, Türkçenin ne menem ve bnice zor olduğunu ozmoz yoluyla öğrenmeğe çalışıyor.. Ağzı olanın konuşması kolay da, hâlâ daha maçlarda 'ölmeğe geldik' demesi gerekirken 'ölmeye geldik' diyen yetişkin gençlerimizin halini bir gözünün önüne getirin.. Sadece o masum ve karacahil gençleri değil; koskoca bilim adamlar, askerler, mühendisler, doktorlar ve dahi hocalar, öğretmenler bile 'mek/mak' eki gibi 'fiillerden hareket isimleri' yapan eklerle, 'me/ma' eki gibi 'fiillerden iş(lem) isimleri' yapan ekleri hala daha birbirine karıştıranları bir düşünün.. Bir de şunu düşünün:.. Sizce, danışmaya danışmaya gidenler mi, yoksa danışmaya danışmağa gidenler mi acaba doğru Türkçe konuşurlar?.. Veya, bunları 'bilMEmezlikten' gelmek midir doğrusu 'bilmezlikten' gelmek mi? Herneyse.. bütün bunların cevapları tabii ki bir yerlerde var. Var da, pek erişilebilir değil.. Bilmemek ayıp değil derler.. herzaman doğru değil bu. Bazan ayıptır; ve sormağa utanırsınız. Fakat, cesaretinizi toplayıp sormak isteseniz bile, soracak ve cevap alacak birisini pek bulamazsınız. Aldığınız cevaplar da çoğu zaman size bilgi değil; aksine, daha yoğun bir cehalet aşılar: 'Bilmiyorum' demek yerine, bilirmiş gibi ve bir de 'başka şey kalmamış da önemsediğin şeye bak' cinsinden bir ses tonuyla fuzuli şeylere kafa yorduğunuzu da ekleyerek.. Sizi bilmem, ama ben bu 'bulaşıcı cehalet'ten bıktım usandım. O yüzden, yıllar önce, yaklaşık on sene önce, verilen her Türkçe kelimenin çözümlemesini yapacak bir program yazmağa koşuldum. Epeyi de mesafe aldım ve yukarıda gördüğünüz (görüntüsünü yakın zamanda azıcık daha modernize ettiğim) program ortaya çıktı. Biliyorum, bu iddialı bir sözdür; ama, Türkçe hakkında başkaslarına sormağa utanılacak soruları bu programa sormak ve öğrenmek mümkün olacak. Yinde --şu haliyle-- bu program henüz eksiksiz değil; kusursuz hiç değil, çünkü on sene kadar önce üzerinde bir-iki sene (part-time) çalıştım ama daha sonra araya gerçek hayat girdi ve ilgilenemedim. {Şimdi yeniden, ya da tekrar başlıyorum.} Bu haliyle, bu programdaki fonksiyonalite kolayca yazım hatalarını bulabilir. Yani, yanlış yazılmış kelimeleri bulabilir ve size doğrusunu önerebilir. Bunu yapabilmek önemli; ama daha önemli şeyler de var. Bunlardan birisi, eşanlamlılar, zıtanlamlılar konusu.. Bundan da kastım bir eşanlamlılar, zıtanlamlılar sözlüğü değil. Daha farklı bir şey. Şöyle bir senaryo düşünün: Siz, bir metinde, 'kıyaslanabilir' diye bir kelime arıyorsunuz.. Fakat, yok. Öyle bir kelime arattığınızda bulamıyorsunuz. Çünkü, metinde 'kıyaslanabilir' yok ama, 'mukayese edilebilir' var. Halbuki, ikisi de aynı anlama geliyor.. Eğer arama yapan program bu kadarcık bir şeyi bilseydi, sizi eli-boş geri çevirmezdi. Aynı şekilde, 'akılsız' kelimesini ararken 'aklı yok'un da aynı anlama geldiğini bilseydi hayat daha kolay olurdu.. Benzer şeyi 'deli' ve 'akılsız' için de diyebiliriz, tabii ki. Bunlar arama-tarama yaparken faydalı olabilecek şeyler. Başkaları da var. Mesela: Daha geçenlerde, hepimizin bildiği Google, çok yetenekli bir OCR (optik yazı okuyucu) yazılımını ('OcrOpus') kamuya açık gelitirmeğe karar verdi. Bu önemli, çünkü yakın zamanda artık eski kitapları bilgisayar ortamına kavuşturmak çok kolaylaşacak. Tek yapmak gereken, ilgili sayfayı bir tarayıcıdan geçirmek veya artık çoktandır cep telefonlarında ve neredeyse yakında çakmaklarda da olacak olan sayısal fotoğraf makinaları ile resmini çekmek olacak. OCR bu denli yaygın ve kolay olunca, Türkçe sözkonusu olunca, OCR'in kelime tahmnlerinin sağlamasını yapmak için bu program gibi bir şeye ihtiyaç artacak. Bunun gibi daha bir sürü şey yazabilirim. Bir kısmını da bu yazılımın kendisindeki tanıtım sekmesinde bulabilirsiniz. Bütün bunları okuduktan sonra, şu soruyu sorabilirsiniz: Niçin bu yazılımı açık kaynak hale getirmiyorum? Sebebi basit. Birinci sebebi, bunun yazıldığı dili yeteri kadar bilen yeteri kadar sayıda kişinin olmadığını düşünüyorum. Merak edenler, ilgilenenler olur mutlaka, ama geçmişteki tecrübelerime bakarsam, pek de verimli olacağını sanmıyorum. Anlamlı bir sayı ve seviyeye ulaşıldığında bunu düşünebilirim. Aslında kaynak koddan daha önemli olan, verinin (datanın) kendisi. Yani, ilgili eklerin şunun bunun tasnifi. Bunun kamusal ortamda olması ve kamunun katılımıyla olması gerekiyor. Bu konuda birşeyler yapmam lazım; ya da başka birilerinin yaptıklarına katkıda bulunmak isterim. Neyse. Şimdi.. yukarıda resmini gördüğünüz yazılımın bir kopyasını indirmek isterseniz, aşağıdaki seçeneklerden birisini kullanabilirsiniz:

  • SevenZip (v4.4 ya da daha yukarı sürüm) ile sıkıştırılmış halini indirmek isterseniz bu linki tıklayınız. {~ 750 kB}
  • WinRAR (v3.51 ya da daha yukarı sürüm) ile sıkıştırılmış halini indirmek isterseniz bu linki tıklayınız. {~ 830 kB}
  • WinACE (v2.61 ya da daha yukarı sürüm) ile sıkıştırılmış halini indirmek isterseniz bu linki tıklayınız. {~ 860 kB}
  • WinZip (v10.0 ya da daha yukarı sürüm) ile sıkıştırılmış halini indirmek isterseniz bu linki tıklayınız. {~ 1 MB}
  • Doğrudan doğruya exe'yi indirmek isterseniz bu linki tıklayınız. {~ 5 MB}
Notlar:
  1. Herhangi bir tür veya cinste zararlı unsur içermez.
  2. Bilgisayarınızın diskine veya 'registry'sine herhangi bir şey yazmaz.
  3. Konu ile ilgili yazışma adresi programda verilmiştir.
  4. Herhangi bir yere kaydedip 'turkce.exe'yi tıklamanız yeterlidir.
Güncelleme: 1) Algoritmada bazı değişiklikler. Bu değişiklikler programın hızını, şimdilik, biraz yavaşlatıyor. 2) Dosyadan kelime listesi okuma eklendi. 'Çözümleyici' menüsünün altındaki 'Dosyadan Çözümle' seçeneği ile (her satırında bir kelime olan) dosyayı bir bütün olarak çözümletebilrisniz. Tanımadığı kelimelerin rengi kırmızı gösterilir. Diğer renkler ise bulduğu kelime yapısı alternatiflerine göre değişir. herhangi bir kelimeyi kopyalamak isterseniz, o kelimeyi seçip sağ-tıklamanız gerekir. 3) Daha önce indirmiş iseniz, yeniden indirmenizde bence fayda var. Ek Notlar: 1) Bu bilgileri henüz programın 'Tanıtım' sekmesine eklemiş değilim. 2) Bu böyle olmayacak. Bu kadar kısa zamanda bu kadar güncelleme yapacağımı beklemiyordum. Sürüm bilgisini de bulunduracak ayrı bir sayfa açmam gerekecek gibi görünüyor.

Bezgin gezgin...

Dağ bizim, mâral bizim de, dağdır kebap eyler mâralı.. tambura rebâb, mâral kebab olunca, gelir daral ve sıkılır can.. Böyle zamanlarda telefon rehberi okumak adeti de kalktı; çok oluyor: En son ne zaman telefon rehberi gördüğümü bile hatırlamıyorum. Sabah kahvaltımı da. Olmayan telefon rehberi yerine, bizim siber geyikhaneye kimlerin uğradığının sicilini tutan sunucuya göz atmak da benzer bir ferahlama sağlıyor bazan. Gelen giden arasından henüz aşina olmadığım bazıları ister istemez dikkatimi çekiyor aradabir. Bunlardan birisi 'darmaduman' isimli bir Inretnet refikimiz.. İsim tek başına o kadar da ilginç olmayabilir, aslında belki de değildir; ama, kafası azıcık da olsa karışıkmış intibaı veren birilerinin buraya uğraması, ya da öyle bir yerden buraya link verilmesi bana ilginç geldi. Şu anlamda ilginç: Kafası karışıklar ligine sonunda kabul edildiğim anlamına mı geliyordu, yoksa kafasını toparlamak isteyenler mi oradan buraya geliyordu acaba? Zor bir soru.. Cevabını bulurum ümidiyle vardım bir baktım; fakat henüz tam çıkarabilmiş değilim. Yeni taşınmışlar gibi.. Henüz ortalık tam da toparlanmamış gibi.. Ya da ben öyle sanıyorum, çünkü Cristina Calabrese aka Pannasmontata bacımız tarafından tasarlanmış '32. Soft Tape' isimli şablon Firefox ile öyle duruyor biraz. Ama, ben inât ettim, bir de Opera ile bakayım dedim; pek bir şey farketmedi. Tek fark, Opera ile eriştiğimde arkadaşımızın bana özel olarak hazırladığından emin olduğum bir müzik parçasını indirmem teklifiydi. Kıramadım. İndirdim ve dinledim. '09ontheothersideoftheworld.mp3' isimli bir parçaydı. Güzeldi ama dinlendiriciydi. Microsoft nam şirketin dünyanın başına belâ ettiği 'Internet Explorer' isimli şey ile eriştiğimde sorun yoktu. Tabii, 'Internet Explorer' kullanmak zorunda kalmağı sorun saymazsanız.. Neyse. İçerik hakkında soracak olursanız; evet, neden darmaduman dendiğini şimdi anlar gibiyim. Kısa yazılar çok kısa, uzun yazılar ise duvar gibi, yekblok. Noktalama işaretlerinin kullanımı hakkında kendini yormayan bir tekniği var gibi geldi bana. Oradan, gördüğüm linkler arasında en sonuncusuna bir bakayım dedim. 'Zaman Zabıtası'.. Valla, ne diyeyim, bilmem ki.. İlk makale, 'Lost ve Gaip' hislerime interpreter oldu. Her ne kadar 'Lost'u hiç seyrettiğimi hiç sanmıyorsam da, 'Sırlar Dünyası'nı, 'Gönül Gözünü', 'Kalp Gözünü' bir kaç defa seyretmek zorunda kalmışlığım vardır ve 'BabeWatch' (pardon, 'BayWatch') ile sona eren TV seyirciliğim bu sayede iyice pekiştiydi... Öteki makale, 'Rahmetli Kent Kitabevi' de bende karmabulaşık duygular uyandırdı. Bir yandan, o kitabevi ile en şekillendirici yaşlarımda ABD kültür zerkini yaşadığım aklıma geldi, öte yandan Tommiks-Teksasına başaltı oynayıp da kazanıp kaybettiğim gıpgıcıl misketlerimi hatırladım. Ardından, 'Müziksiz bir MSN aşkı hatadır' isimli makalede her eve lazım bir eksikliğin altı çizilmiş ki, aynı fikirdeyim ve o yüzden de o musiki pörçüğünün bir kopyasını da arakladım. Yanlış anlamayın, diş kirası sadece. Bu arada 'Ye Gulüm Ye, Kan Yapar...' başlıklı yazının artığı var eksiği yok.. Okunması mecburi yazılardan. Bunu takip eden yazılar da güzel fakat etnografik antropolji dalında mansiyon ödülüne kesinlikle şu 'Müsaitseniz Abim Sizinle Şeyapmaya Gelecek' layıktır. Gerçi, 'şeyapmaya' değil de 'şaapmağa' olmalydı ama olsun; ilginç bir konuya, esprili bir yaklaşım... Wikipedia'daya linki verilen açıklamaları okuduğum zaman, bir nebze benzer bir hayat tarzının Türkiye'de de olduğunu düşündüm.. Anaerkillik açısından örtüşmüyor tabi ki; ama, erkeklerin tembellik ettiği, kadınların da can-ı haktan çalıştığı bölgelerimiz var. Geçmişte gurbetçiliğin yoğun olduğu bölgelerimizden bahsediyorum. Neyse. Yazıda bahsi geçen 'Elveda Kızlar Ülkesi' okunmağa değer bir kitap gibi görünüyor. Neyse. Bugün de bu kadar. İyi bir gezintiydi. Home sweet home..

Türkçenin kısa soyagacı ve coğrafyası

Bu konu benim özel olarak ilgimi çekmiyor. Fakat, arama motorlarından buraya 'Türkçeyi anadil olarak kullanan yerler', 'Türkçenin anadil olarak kullanıldığı yerler', 'Türkçeyi anadil olarak kullanan ülkeler' veya 'Türkçenin anadil olarak kullanıldığı ülkeler' arayarak gelenlerin sayısı o kadar yüksek ki, onları hayal kırıklığına uğratmış olmak beni rahatsız etmeğe başladı..

Bunun üzerine, Wikipedia'daki ilgili İngilizce makaleyi Türkçeye çevirdim. Çeviri, birebir değil; ödev vb amacıyla kolayca kullanılmasını da istemediğim için, tamamını da çevirmedim.

Umarım faydalı olur.

Coğrafya:

Batı Çin, Sibirya ve Doğu Avrupa, Avrupa

Soyağacı:

Türkî

Alt dallar:

Güneybatı (Oğuz)

Kuzeybatı (Kıpçak)

Güneydoğu (Uygur)

Kuzeydoğu (Sibirya)

Çuvaşça (Oğur, Bulgar)

Helec (Argu)

Türki dil veya lehçelerin konuşulduğu bağımsız ülkeler veya özerk bölgeler

Türkî diller Doğu Avrupa'dan başlayıp Akdeniz bölgesine, Sibirya'ya ve Batı Çine yayılan devasa bir coğrafyada konuşulan 30 kadar dil demektie. Geleneksel olrak Altay dil familyasında olduğu kabul edilir. Türkî diller homojendir, bu dillerden birini konuşanlar bir başka Türkî dili konuşanları çoğunlukla anlayabilirler.

Türkî dilleri anadil olarak konuşan nüfus 180 milyon civarındadır; ikinci dil olarak Türkî konuşanları da dahil edersek bu sayının 200 milyon olduğu tahmin ediliyor. Türkî dillerin en yoğun konuşulduğu topraklar, toplam konuşanların sayısının % 40'ını temsil eden Anadoludur.

Türkî dillerin Avrasya'da dağılımı

Türkî dilleri, nispeten tartışmasız sayılacak sınıflandırmayla, 6 alt dala ayırabiliriz.

  1. Güneybatı (Oğuz)

  2. Kuzeybatı (Kıpçak)

  3. Güneydoğu (Uygur)

  4. Kuzeydoğu (Sibirya)

  5. Çuvaş (Oğur, Bulgar)

  6. Helec (Argu)

Daha tartışmalı bir alt sınıflandırma ise şöyle olabilir:

Batı Türkî diller

  1. Güneybatı

  2. Kuzeybatı

  3. Güneydoğu

  4. Bulgar

Doğu Türkî diller

  1. Güneydoğu

  2. Kırgız-Kıpçak

  3. Helec

    Güneybatı Türkî (Oğuz) lehçeleri

  • Türkçe Grubu

  • Azeri Grubu

  • Türkmen Grubu

  • Diğerleri

    Kuzeybatı Türkî (Kıpçak) lehçeleri

  • Kıpçak-Bulgar

  • Kıpçak-Kuman

  • Kazak-Nogay

Altay dillerinin Avraysa'daki dağılımı

  • Proto-Türkî

    • Güneybatı (Oğuz)

      • Peçenek (yaşamıyor)

      • Batı

        • Türkçe

        • Azeri

        • Gagavuz

        • Osmanlı (yaşamıyor)

      • Doğu

        • Türkmen

        • Horasanî

      • Güney

        • Afşar

        • Kaşkay

        • Salar

      • Kırım Tatar ¹

      • Urum ¹

    • Kuzeybatı (Kıpçak)

      • Kıpçak (yaşamıyor)

      • Batı

        • Karaçay-Balkar

        • Kumık

        • Karayim

        • Kıpçak-Kuman (Kıpçak-Oğuz, Karadeniz-Hazar)

          • Kuman (yaşamıyor)

          • Kırımçak

      • Kuzey

        • Kıpçak-Bulgar

          • Tatar

          • Başkır

          • Baraba

      • Güney (Aral-Hazar)

        • Kırgız-Nogay

          • Kazak

          • Karakalpak

          • Nogay

        • Kırgız-Kıpçak

          • Kırgız

          • Altay

      • Kırım Tatar ¹

      • Urum ¹

    • Güneydoğu (Uygur, Çağatay, Karluk)

      • Eski Türkî (yaşamıyor)

      • Çağatay (yaşamıyor)

      • Batı

        • Özbek

      • Doğu

        • Uygur

          • Ayni ²

        • Lop

        • Ili Türkî

    • Kuzeydoğu (Sibirya)

      • Kuzey

        • Saka / Yakut

        • Dolgan

      • Güney

        • Tuvan

        • Hakas

        • Şor

        • Fuyü Kırgız

        • Çulim

        • Tofa

        • Batı Yugur (Sarı Uygur)

    • Bulgar

        • Hazar (yaşamıyor)

        • Bulgar (yaşamıyor)

        • Hunî (yaşamıyor)

        • Çuvaş

    • Khalaj ³

Notlar:

  1. Kırım Tatar ve Urum birer Kıpçak dili olmakla beraber, Oğuz dillerinin yoğun etkisi yüzünden Oğuz ya da Kıpçak gruplarından sadece birisine dahil etmek z.

  2. Ayni Uygur grameri ve Farsça kelimelerden oluşan bir lehçedir, ve (bir kripto lehçe intibaını verecek şekilde) neredeyse sadece yetişkin erkeklerce konuşulur.

  3. Helec Oğuz lehçeleri ile kuşatılmış olmasına karşılık, başka lehçelerin özelliklerini taşır.

Bazı kelimeler

Not: Burada bazı kelimelerin karşılığının yazılmamış olmasının sebebi o kelimeye karşılık olmadığından değil, farklı bir kökten türetilmiş olduğu içindir.

Eski Türkçe

Anadolu Türkçesi

Azeri Türkçesi

Türkmen Türkçesi

Tatar Türkçesi

Kazak Türkçesi

Uzbek Türkçesi

Uygur Türkçesi

Yakut Türkçesi

Çuvaş Türkçesi

İnsan isimleri

Ata

Ata

Ata

Ata

Ata

Ota

Ana

Anne

Ana

Ene

Ana

Ana

Ona

Ana

An'n

O'gul

Oğul

Oğul

Oğul

(O'g)ul

Ul

O'gil

Oghul

Uol

Yvul

Er(kek)

Erkek

Ər

Erkek

Ir

Erkek

Erkak

Är

Er

Ar

Kyz

Kız

Qız

Qyz

Kız

Qız

Qiz

Qiz

Ky:s

Xe'r

Kiši

Kişi

Kişi

Kişi

Keše

Kisi

Kishi

Kihi

Kelin

Gelin

Gəlin

Geli:n

Kilen

Kelin

Kelin

Kelin

Kylyn

Kilen

Kaynana

Gayın ene

Kayınana

Qayın ene

Qayın ona

Keyınana

Uzuvlar

Jürek

Yürek

Ürək

Ýürek

Yorak

Jürek

Yurak

Yüräk

Süreq

Qan

Kan

Qan

Ga:n

Kan

Qan

Qon

Qan

Qa:n

Jon

Baš

Baş

Baş

Baş

Baš

Bas

Bosh

Baş

Bas

Puš

Qıl

Kıl

Qyl

Kıl

Qıl

Kıl

Kıl

Xe'le'r

Köz

Göz

Göz

Göz

Küz

Köz

Ko'z

Köz

Kos

Kör

Kirpik

Kirpik

Kirpik

Kirpik

Kerfek

Kirpik

Kiprik

Kirpik

Kirbi:

Xurbuk

Qulqaq

Kulak

Qulaq

Gulak

Kolak

Qulaq

Quloq

Qulaq

Gulka:k

Xo'lga

Burun

Burun

Burun

Burun

Boryn

Murın

Burun

Burun

Murun

Qol

Kol

Qol

Gol

Kul

Qol

Qo'l

Qol

Xol

El(ig)

El

Əl

El

Alaqan

Ili:

Ala'

Barmak

Parmak

Barmaq

Barmak

Barmak

Barmaq

Barmoq

Barmaq

Tyrnaq

Tırnak

Dırnaq

Dyrnaq

Tyrnak

Tırnaq

Tirnoq

Tirnaq

Tynyraq

Tiz

Diz

Diz

Dy:z

Tez

Tize

Tizza

Tiz

Tüsäχ

Baltyr

Baldır

Baldır

Baldyr

Baltyr

Baldır

Boldyr

Baldir

Ballyr

Adaq

Ayak

Ayaq

Aýaq

Ajak

Ayaq

Oyoq

Ataq

Qaryn

Karın

Qarın

Garyn

Qaryn

Qarın

Qorin

Qor(saq)

Qaryn

Xyra'm

Hayvanlar

At

At

At

At

At

At

Ot

At

At

Ut

Siyir

Sığır

Sygyr

Sıyer

Sïır

Sigir

Yt

It

It

It

Et

Ït

It

It

Yt

Jyda

Balyq

Balık

Balıq

Balyk

Balyq

Balıq

Baliq

Beliq

Balyk

Pola'

Bit

Bit

Bit

Bit

Bet

Bït

Bit

Pit

Byt

Pyjda

Diğer isimler

Ev

Ev

Ev

Öý

Öy

Üy

Uy

Öy

Av

Otag

Otağ

Otaq

Otaw

Otoq

Otu:

Yol

Yol

Yol

Yo:l

Yul

Jol

Yo'l

Yol

Suol

Sol

Köprüq

Köprü

Körpü

Köpri

Küpar

Köpir

Ko'prik

Kövrük

Kürpe

Oq

Ok

Ox

Ok

Uk

Oq

O'q

Oq

Ugu

Ot

Od

Od

Ot

Ut

Ot

O't

Ot

Uot

Vot

Kül

Kül

Kül

Kül

Köl

Kül

Kul

Kül

Kül

Kö'l

Suv

Su

Su

Suw

Syw

Sw

Suv

Su

Ui

Syv

Kemi

Gemi

Gəmi

Gämi

Kimä

Keme

Kema

Kim

Köl

Göl

Göl

Köl

Kül

Köl

Ko'l

Köl

Küöl

Küneš

Güneş

Günəş

Gün

Kojaš

Kün

Qujoş

Kün

Kün

Xövel

Bulut

Bulut

Bulud

Bulut

Bolyt

Bult

Bulut

Bulut

Bylyt

Pelet

Yulduz

Yıldız

Ulduz

İyldyz

Yoldyz

Juldız

Yulduz

Yultuz

Sulus

Soldor

Topraq

Toprak

Torpaq

Toprak

Tufrak

Topıraq

Tuproq

Tupraq

Toburaχ

To'pra

Töpü

Tepe

Təpə

Depe

Tübä

Töbe

Tepa

Töbö

Tübe'

Yağac

Ağaç

Ağac

Agaç

Agaç

Ağaş

Daracht

Tenri

Tanrı

Tanrı

Tanry

Täñiri

Tangre

Tängri

Tanara

Tura

Kök

Gök

Göy

Gök

Kük

Kök

Ko'k

Kök

Küöq

Kovak

Sıfatlar

Uzun

Uzun

Uzun

Uzyn

Ozyn

Uzın

Uzun

Uzun

Uhun

Vorom

Yany

Yeni

Yeni

Yany

Yana

Jaña

Yangi

Yengi

Sana

Sene

Semiz

Semiz

Semiz

Simyz

Semiz

Semiz

Semiz

Emis

Samar

Tolu

Dolu

Do:ly

Tuly

Tolı

To'la

Toluq

Toloru

Tolli

Aq

Ak

Ak

Ak

Aq

Oq

Aq

Qara

Kara

Qara

Gara

Kara

Qara

Qora

Qara

Xara

Xora

Qyzyl

Kızıl

Qızıl

Gyzyl

Kyzyl

Qızıl

Qizil

Qizil

Kyhyl

Xerle

Sayılar

Bir

Bir

Bir

Bir

Ber

Bir

Bir

Bir

Bi:r

Perre

Eki

İki

İki

Iki

İke

Eki

Ikki

Ikki

Ikki

Ikke'

Tört

Dört

Dörd

Dö:rt

Dürt

Tört

To'rt

Töt

Tüört

Yeti

Yedi

Yeddi

Yedi

Yide

Jeti

Jätte

Yättä

Sette

On

On

On

O:n

U

On

O'n

On

Uon

Vonu

Yüz

Yüz

Yüz

Yü:z

Yüz

Jüz

Yuz

Yüz

Sü:s

Ser

Türkî konuşan, resmi dili Türkî olan ülke ya da bölgeler

    Batı Türkî dil veya lehçeler

  • Azerbeycan1

  • Başkırdistan2

  • Çuvaşistan2

  • Kıbrıs (KKTC ve Rum Kesimi)

  • Gagavuzistan3

  • Balkaristan2

  • Karaçay2

  • Karakalpakistan4

  • Kazakistan

  • Tatarsitan2

  • Türkmenistan

  • Türkiye

  • Özbekistan

  • Sincan5

    Doğu Türkî dil veya lehçeler

  • Altay Cumhuriyeti2

  • Hekesistan2

  • Kırgızistan

  • Saka2

  • Tuva2

    Notlar:

  1. Nahçivan Özerk Bölgesini içerir;

  2. Rus Federasyonu'nun bir parçasıdır;

  3. Gagavuzistan, Moldova'nın bir parçasıdır;

  4. Karakalpakistan, Özbekistan'ın bir parçasıdır;

  5. Sincan, Çin Halk Cumhuriyeti'nin bir parçasıdır.

et beni..

nâz eyle sen yakarıl akkor kütük et beni
alevlerinle sarıl arzunla tüket beni 

Müzmin Anonim {7+7}

Levreğe hayat; sazana erdem...

On bir yaşındaydı ve gölün ortasındaki adadaki evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi. Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce, babasıyla akşamın geç saatlerinde küçük güneş balıklarından yakaladı. Sonra oltasına yem takıp, bir süre için, oltayı fırlatma talimi yaptı. Sonra da, ucunda yem olan oltayı atabildiği kadar uzağa atıp beklemeğe başladı. Aradan hayli zaman geçtikten sonra, gece yarısına doğru, oltasının hızla çekilmesinden, oltaya büyük bir balık geldiği belliydi. Babası oğlunun balığı çekişini hayranlıkla izledi. Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı. Baba oğul o güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. O güne kadar gördüğü en büyük balıktı: Bir levrek.. Ama av yasağının kalkmasına sadece bir saat, belki de daha az kalmıştı. Babası, emin olmak için, bir kibrit yakıp saatine baktı. Saat onbir buçuk olmuştu. Av yasağının bitmesine daha yarım saat vardı. Önce balığa, sonra oğluna baktı. "Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum." dedi. "Baba!" diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle. "Başka balıklar da var." dedi babası. "Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!" dedi çocuk ve etrafa şöyle bir göz attı. Etrafa hiç kimse, hiçbir balıkçı teknesi vs. yoktu. Babasının yüzüne baktı bu kez. Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin ne balığı yakaladıklarını bilmesinin mümkün olmayışına karşın, babasının sesinden bu konuda hiçbir ödün vermeyeceğini anlamıştı. Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına bıraktı. Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu. Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi. . Bu olay bundan tam otuz dört yıl önce oldu. Bugün o çocuk ünlü bir mimar. Babasının küçük evi hâlâ o adada. Kendi oğlunu ve kızlarını da hâlâ o adadaki o küçük eve balık tutmaya götürür. Çocuk haklıydı. Bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı. Fakat, ilerde ahlâkî tercihler konusunda bir ikilem yaşadığı zaman hep o balığı gözünün önüne getirir. Babasından öğrendiği üzere, ahlâkî değerler, doğru ile yanlışın ne olduğu çok basit bir konudur. Zor olan bunları uygulayabilmektir. Kimsenin görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Bunu, doğru olanı, ancak küçüklüğümüzde yakaladığımız balığı suya geri bırakmak bize öğretilmişse, gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmişsek, yapabiliriz. Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman yitirmez. Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara kabara anlatırız. Fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır önemli olan... -- Evet, sizin hiçbir zaman tutamadığınız bir balığı evlâdınız tutmuş, fakat sırf onu çekemediğiniz için elindeki balığı ona suya attırtmış olduğunuz hâlde, çaktırmamak için, ahlâki bir örtüye büründürmüşseniz.. bu hikayeyi siz de çocuklarınıza böyle anlatmalısınız.. İnanın, sırf siz dediniz diye, o 'sazan' (evlâdınız) o balığı suya atmış ise, sizin bu ahlâk timsalliği kandırmacanızı o da, böyle, uzun zaman, anlatacaktır.

Cumhurbaşkanlığı seçimi ve bulaşıcı cehalet..

M. Akif Kayapınar ve Hilal Turan tarafından Avni Özgürel ile yapılan bu söyleşi, Anlayış dergisinin 47 nolu sayısında (Nisan 2007) yayınlandı.

1948 senesinde Ankara'da doğanAvni Özgürel , gazetecilik mesleğine 1969'da başladı; İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Ekonomi-Maliye Bölümü'nü bitirdi. Bu süreçte Milliyet, Akşam, Dünya, Yeni İstanbul, Ayrıntılı Haber gazetelerinde ve Yankı dergisinde mesleğini sürdüren Özgürel, daha sonra İstanbul'da Gelişim Yayınları'nda editörlük, Sabah gazetesinde yan yayınlar yöneticiliği ve son olarak Radikal gazetesinde özel haber müdürlüğü yaptı. Gazetecilik mesleği yanında Türk ve yabancı televizyon kanalları için çok sayıda belgesel filmin metin yazarlığını yapan, televizyon dramalarına senarist/yapımcı olarak imza atan Özgürel'in yapımcılığını üstlendiği ve 12 Eylül darbesinde Amerika'nın rolünü anlattığı Zincirbozan filmi de 13 Nisan'da vizyona giriyor. Halen Radikal gazetesinde köşe yazarlığını sürdüren usta gazeteci Avni Özgürel'le cumhurbaşkanlığı seçiminden, andıça kadar uzanan güncel siyasi meselelerin yanı sıra derin devlet, PKK terörü gibi Türkiye'nin derin problemleri hakkında verimli bir söyleşi gerçekleştirdik. Milliyetçi cenaha yakın olduğunu belirten Özgürel, temel olarak ülkenin tüm kesimlerine yayılmış bir cehaletten şikayetçi ve Türkiye'nin gerçek anlamda demokrasiye ulaşabilmesi için evhamlarından kurtulması gerektiğinin altını çiziyor.

Öncelikle cumhurbaşkanlığı seçimiyle başlayalım isterseniz. Sizce Türkiye'de cumhurbaşkanlığı makamı neyi temsil ediyor? Bu seçim niçin bu kadar önemli ve neden bu kadar çok gürültü koparıyor?

Cumhurbaşkanlığı, anayasamızdaki ifadesiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin şahsında Türk milletinin birliğini temsil eder. Bu bakımdan sembolik bir önemi vardır bu makamın. Ancak 1980'den sonra cumhurbaşkanlığı sadece sembolik bir makam olmaktan çıktı. Zira 1982 Anayasası, cumhurbaşkanına son derece geniş bir yetki alanı açtı. Cumhurbaşkanları artık bütün yargı ve üniversite sistemini belirler, veto yetkisini sadece kanunlar değil kararnameler üzerinde de kullanır oldu.

Hal böyle olunca Çankaya, siyasi parti liderleri için de çok cazip hale geldi; devleti Başbakan'la ortaklaşa yönetme mevkii olarak görülmeye başlandı. Nitekim Özal'ın, anayasaya uygun olarak Çankaya'dan inip Bakanlar Kurulu'na başkanlık ettiğini de gördük. Bütün bu geniş yetkiler, önce Özal'ı, ardından da Demirel'i Çankaya'ya çıkma noktasına getirdi. Bu bakımdan 6 yıllık parti genel başkanlığı ve 5 yıllık bir AK Parti iktidarının ardından Çankaya'nın Sayın Erdoğan için de cazip olmasını gayet doğal karşılıyorum.

1982 Anayasası ile birlikte cumhurbaşkanlığı, icra yetkileri açısından neredeyse başbakanlığa eşit hale geldi. Tayyip Erdoğan'ın başbakan olması problem teşkil etmedi. Peki, cumhurbaşkanı olması neden bu kadar tartışılıyor?

Cumhurbaşkanı, TSK'nın üst kademesini yani terfi edecek, emekliye ayrılacak komutanları da belirler. Aynı zamanda MGK'nın başkanı, yani gündemi belirleyen ve toplantı bildirisini tanzim edip yayımlayan kişidir. Esas olarak Tayyip Bey'e itirazın nedeni de bu tablo olabilir. Şimdi bu duruma TSK açısından bakıp bir değerlendirme yapalım. Tarihte Türk diye bildiğimiz millet, ordudur esas olarak. Bu orduya vatan lazım olmuş, verilmiş; devlet lazım olmuş, kurulmuş. Şimdi biz diyoruz ki "Sivilleşelim", o da diyor ki "Nereden çıktı bu?". Karikatürize ediyorum ama işin özeti budur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı'dan bugüne kadar devletin zirvesinde oturan insana göre dizayn edildi. Ancak Tayyip Erdoğan bir dönemin sistem muarızı isimlerinden birisi. Sistemle pazarlık etmiş, uzlaşmış; bir ara yol bulmuş ama nihayetinde itiraz geleneğine mensup. Bunun gerek asker-sivil bürokraside gerekse anayasal organlar diye ifade edilen kurumlarda tedirginlik ve tereddüt doğurmasını normal karşılamak lazım. Velhasıl Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı konusunda bir tereddüdün açığa çıkmasını ben çok da yadırgamıyorum.

Özal'ın cumhurbaşkanlığında da benzer bir tereddüt yaşandı mı?

Hayır, iki durum birbirinden çok farklı. Özal gerek aile hayatıyla gerekse de verdiği mesajlarla ordu üzerinde hiçbir tereddüt uyandırmadı. Özal'la ilgili tartışma Parlamento'dadır, yani siyasidir. Demirel'in hırçın muhalefet tavrının ifadesidir. Özal da geçmişte MSP'den adaydı; ama ne başbakan müsteşarlığı ne başbakanlığı ne de cumhurbaşkanlığı süresince bunu hatırlatan bir tavır içerisinde oldu.

Şunu belirtmemiz gerekiyor: Bizde 1960'a kadar "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin" idi. İhtilal sonrası 1961 Anayasası ile "Millet bu hakimiyetini anayasada belirtilmiş yetkili organları eliyle kullanır" oldu. Yani dengeyi sağlamak adına TBMM'nin yanına başka organlar da yerleşti. Dolayısıyla hakimiyet milletin olmaktan çıktı. Çok partili sisteme geçilse de demokrasinin inşası bir türlü mümkün olamadı. Demokrasi taklitle başlar, taklit zamanla alışkanlığa dönüşür, alışkanlık da giderek huy olur. Biz demokraside daha alışkanlık aşamasına gelmiş değiliz. Dolayısıyla Türkiye'de milletin ne yönde oy kullandığının kimilerinin nezdinde çok da fazla itibarı yok hâlâ. Ancak ben Çankaya'ya çıktığı vakit Erdoğan'ın, Türkiye Cumhuriyeti'nin en laik cumhurbaşkanlarından birisi olacağını düşünüyorum; o yüzden de endişeleri anlamakla birlikte yersiz buluyorum.

Bir yazınızda önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi için asıl pazarlığın muhalefet partisiyle ya da orduyla değil, sermayeyle yapıldığını söylüyordunuz. Bununla neyi kastediyorsunuz?

Geçtiğimiz günlerde en milliyetçi partinin AK Parti, en milliyetçi liderin de Erdoğan olduğu sonucunu ilan eden komik bir anket yayımlandı biliyorsunuz. Aynı şeyi muhtemelen genel seçimler öncesinde de göreceğiz. Burada büyük sermayenin "Aman istikrarı bozmayalım, AK Parti'yi parçalamayalım" çabası var. Türkiye'de büyük sermaye dünyayla öylesine özdeşleşti ki, Amerikan ekonomisinde %1'lik bir oynama Türkiye'de %2,7'lik bir sarsıntıyı ve borsada 16 milyar dolarlık değer kaybını doğuruyor. Yani adam hapşırdığı vakit siz yatağa düşüyorsunuz, bu kadar dışarıya endekslisiniz.

Şimdi, bakın, Türkiye'de 70 milyar dolarlık bir yabancı kaynaklı sıcak para var. Bu paraların yarısından fazlası hisse senetlerine yönelmiş durumda ve yabancıların payı borsanın %69'unu teşkil ediyor. Bu, 24 saat içinde Türkiye'den çıkabilir bir paradır. Türkiye borsasının geri kalan tasarrufunun %5'i halkındır, onun dışında kalan ise 256 kişiye aittir. Dolayısıyla burada bir oyun oynanıyor.

Mesela Türkiye'de anayasayı fırlattılar, kriz oldu. O zaman kasamızda 28 milyar dolar olduğu söyleniliyordu. O anda Türkiye'den çıkan para ise 4 milyar dolar. 28 milyar dolarınız var idiyse 4 milyar doların çıkması krize neden olmamalıydı.

Var olduğu söylenen bu 28 milyar dolar para gerçekten olsaydı Türkiye bir anda dibe vurmazdı. Yani o para var; ama rehinde bir para ve İsviçre'de.

Kullanılabilir rezervlerimizin ne kadar olduğuna gelince MB Başkanı geçen ay bunun son derece sınırlı bir para olduğunu açıkladı zaten. Geçen Mayıs-Haziran dönemindeki dalgalanmada Türkiye'den çıkan para nispeten düşük bir miktardı. Buna rağmen, bu çıkış bizi bir anda salladı.

Şimdi böyle bir ülke Irak'a gidebilir mi? Amerika'nın ya da uluslararası sermayenin istemediği herhangi bir şeyi yapabilir mi?

Türkiye'nin esas problemi de buradan kaynaklanıyor. Durumu tablolarla iyi gibi sunabilirsiniz, işte milli gelir aritmetik olarak yükseliyor dersiniz. Benim esas olarak AK Parti'de yadırgadığım şey de bu zaten. Dünyaya, Türkiye'ye daha çok nakit penceresinden bakan bir AK Parti var.

Evet, ben birçok açıdan eleştiriyordum Refah Partisi'ni; ama yerli bir duruşları vardı. Çok acemi ve dünyayı kavramaktan uzak bir duruştu ama yerliydi. AK Parti ise fazlaca uluslararası bir duruş yansıtmaya başladı.

Başbakan'ın iki lafından biri "Piyasalar etkilenmesin." Her konuşmasında piyasalar, enflasyon ve döviz oranları var; ama insan unsuru yok artık. Benim kendisine itirazım da zaten bundandır. Yoksa cumhurbaşkanı olması halinde Türkiye'de bir şey değişeceğini düşünmüyorum. Çok uyumlu olacağından en küçük şüphem bile yok. Bu yüzden önümüzdeki dönemin sanılanın aksine pek de gerilimli geçeceğini düşünmüyorum.

Ancak medya ve kamuoyunda bu yönde bir beklenti vardı. Tayyip Erdoğan'ın Çankaya Köşkü'ne gitmesini engelleyecekler ve dolayısıyla ortalık karışacak diye düşünülüyordu. Ama ufak tefek bazı olayları saymazsak oldukça sakin bir dönem yaşıyoruz. Bunu nasıl açıklayabiliriz?

Bunun işaretini Türkiye'nin büyük sermayesinden almak gerekiyor. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu uzunca bir zamandır TÜSİAD'a "Tavrınızı açıklayın" diyor. Yani kendisi bir karar verip hareket alanını daraltmak istemiyor. "Siz tavrınızı açıklayın, biz de destekleyelim veya ona göre bir tavır alalım" demeye getiriyorlar.

TÜSİAD'ın tavrı ise zaten ortada. "Biz Türkiye'de istikrarın bozulmasını istemiyoruz" diyorlar. Bunun tercümesi şudur: "Biz Tayyip Bey'in cumhurbaşkanı olmasını istiyoruz."

Şimdi tabii şöyle bir şey var; Türkiye'nin iş adamları, gazetecileri ve aydınları aynı kültür atmosferini soluduğu, aynı meşrepten olduğu, aynı esprilere gülebildiği bir siyasetçi kişiliği ile çalışmaya alıştı. Büyük sermaye ve basın hep bu aynılığa göre ahbaplıklar kurdu.

Sonra birdenbire Türkiye'ye ayakkabılarını kapıda çıkaran, alınları secdede ama para meselelerine düşkün bir kadro geldi. Bu kadro büyük sermaye ile aynileşmiyor, mesela oturup birlikte içki içmiyorlar. Kendilerine ait ayrı bir cemaati, bir özeli var. Bu bir tedirginlik oluşturuyor; fakat Türkiye'de büyük sermaye bu tedirginliği içine sindirdi. Yani "Dediklerimizi yaptığı sürece problem yok" diye düşünüyorlar.

O halde siz büyük sermayenin Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığını desteklediğini, buna yönelik temel itirazların da ordudan geldiğini söylüyorsunuz.

İtiraz değil. Yani birisine öylesine bir baskı yaparsınız ki onun oraya geleceğini bilirsiniz; ama geldiği vakit eli ayağı serbest olmaz. Geçtiğimiz günlerde Genelkurmay Başkanı ile Başbakan'ımız arasında Kuzey Irak ile ilgili bir tartışma yaşandı.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı için "Kişisel görüşlerini söylemiştir" dedi. Sonrasında ise ordu, Genelkurmay Başkanı'nın kurumun görüşünü yansıttığını belirten bir açıklama yaptı.

Halbuki bu zaten kanunda var. Genelkurmay Başkanı'nın görüşü TSK'nın görüşlerini yansıtır. O yüzden Başbakan'ın sözleri bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Diğer tarafa da şunu söylemek gerekiyor: Dört gün önce MGK vardı; madem bir itirazın vardı, orada söyleyebilirdin. Türkiye'de herkes kamuoyuna oynuyor.

Böyle ileri geri beyanların olması neyi tatmin ediyor bilemiyorum. TSK'nın alt kademelerini serinletmeye matuf açıklamalar da olabilir bunlar. Ama dediğim gibi esasta Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı ile ilgili olarak ciddi bir problem yok.

Bütün olan biteni bir pazarlık olarak algılamak lazım. Çünkü söz konusu olan çok önemli bir makam. Türkiye'nin önünde önemli meseleler var. Ve bunun aşılmasının birtakım pazarlıklara bağlı olmasından daha doğal bir şey düşünemiyorum.

Farz edelim ki Erdoğan cumhurbaşkanı oldu ki sözlerinizden böyle bir öngörünüzün olduğunu çıkarıyorum. Bu Türk siyasetinde neleri değiştirir, mesela AK Parti'nin konumunda bir değişiklik olur mu?

Açıkçası ben AK Parti'nin Kasım ayında yapılacak genel seçimlerde de birinci parti çıkacağı kanaatindeyim. Ayrıca uyguladığı siyasete ilişkin birçok endişem ve itirazlarım olmasına rağmen AK Parti'nin dışındaki partilere, mesela benim kendime yakın hissettiğim MHP'ye bakıyorum, ellerinde bir proje yok.

Yani AK Parti AB'den bahsediyor, siz "AB'ye hayır" diyorsunuz. Kuzey Irak'la ilgili bir şey yapalım diyor, yine "hayır" diyorsunuz. Hayır, ama ne yapalım o zaman? Neticeyi kelam kimsenin elinde bir proje ya da formül yok. Sadece itirazlar ve sloganlar var.

Halbuki MHP iktidardayken Devlet Bahçeli, AB ile alakalı olarak "Bu bir devlet projesidir" demişti. Doğrudur da.

Peki, CHP açısından farklı mı? Hayır, onun için de aynı.

O halde bu tepişmenin nedeni ne? Ben bu çıkışları samimi bulmadığım ve Türkiye'nin bir kargaşaya tahammülü olmadığını düşündüğüm için AK Parti ağırlıklı bir yapılanmanın, hiç değilse bir yumuşak geçişin devam etmesi gerektiğini düşünüyorum.

Tekrar orduya getirirsek sözü, geçtiğimiz günlerde yeni bir andıç belgesi yayımlandı biliyorsunuz.

O tam bir komedi. Türkiye'de bazı gazeteciler için övünç kaynağı oldu.

Sakıncalı listesinde olmak mı olmamak mı övünç kaynağı oldu?

Olmak.

Siz ister miydiniz o listede olmayı?

Hayır efendim, böyle bir şey istemem. Ben ordu düşmanı da ordu-perest de değilim.

Bazıları bu andıçın basına sızdırılmasını ordu içerisindeki bir mücadelenin yansıması olarak görüyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hayır efendim, ne mücadelesi olacak? Akreditasyon dünyanın her tarafında var.

Örneğin Amerika'da akredite olabilmeniz için bir taahhüt belgesi imzalarsınız. Evinize FBI gelip arama yapar, kim olduğunuzu, ailenizi inceler. Beyaz Saray'a akredite olmak, her toplantısına gireceksiniz manasına da gelmez. Her toplantıya çağırılmayabilirsiniz; ancak geldiğinizde oturacağınız yerler ve kimin soru soracağı bellidir. Yani dünyanın her tarafında bu tür şeyler oluyor.

Bir holding bile lehinde ve aleyhinde olan gazetecileri belirliyor, koskoca ordunun belirlemesini tuhaf karşılamamak lazım.

Ama söz konusu andıçta ordunun lehinde ya da aleyhinde olmaktan ziyade askerin siyasete müdahalesini desteklemeye ya da karşı olmaya dayalı bir ayrım var.

Orduda da hata var tabii. Geçenlerde Deniz Kuvvetleri Komutanı, Harp Okulu açılışında bir konuşma yaptı. Konuşmasında tehlikeli olarak nitelediği yerlerin hiçbirisi ortada yok aslında. Alttaki iki teğmen kimin kitabından okuduysa oradan alıntılamış anlaşılan "Buralar tehlikelidir" diye. Tuhaf ve abartılı durumlar bunlar.

Eskiden ordu komutanlarımız çok okurlardı. Şimdi fazla okumadıkları için işte Kerkük'e müdahaleden bahsedebiliyorlar. Kerkük'ün Türkiye'ye uzaklığı 400 km. "Nereye gidiyorsun?" derler adama.

Mesela biri "Hakimleri ikna etmek için evlerinin yanında bomba patlattık" diye hatıralarını yazıyor. Yaptıysan zaten ayıp, en azından yazma; bunu bile akıl edemiyor.

Şimdi ben sırf bir dönem sırtında üniforma taşımış diye bunu örtebilir miyim? Cehalet bulaşıcı bir şeydir. Bir ülkede cehalet varsa, bütün kesimlerine yayılır. Şimdi her konuda sık sık açıklama yapan bir ordumuz var.

Senelerdir Eşref Bitlis'in ölümünün bir kaza olmadığına dair yayınlar yapılıyor değil mi? Halbuki ordu araştırdı ve bunun bir kaza olduğunu söyledi. Peki bu yayınlara karşı niye bir açıklama yapmıyor? "Nereden çıkarıyorsunuz, o bir kazaydı" niye demiyor? Çünkü gerçeğin ne olduğunu biliyor.

Siz yazılarınızda "derin devlet" kavramının yanı sıra bir de "devletin çekirdeği" tabirini kullanıyorsunuz. Derin devletten farklı bir şey mi bu? Veya derin devlet var mı sizce?

Belli bir dönemde bakanlık yapmış olan bir arkadaşıma "Sen artık devletin tepesindesin, bilirsin. Derin devlet diye bir şey var mı?" diye sordum. "Valla abi" dedi, "yukarda bir şey yok, inşallah derinde vardır."

Ama Demirel de mesela cumhurbaşkanlığı yaptı ve tam aksini söylüyor. O bakanın biraz üstünde vardır belki.

Esasında biz devlete, derin devlet diyoruz gibi geliyor bana.

Dünyanın her tarafında devletlerin orduları, istihbarat örgütleri vardır ve bunlar muhtelif vagonları olan trenler gibidir. Bu vagonlar farklı eğilimleri yansıtır, ayrıca her vagonun içinde farklı kompartımanlar da vardır.

Mesela Sovyetler Birliği'nin değişiminde istihbarat örgütleri çok etkili olmuştur. Sovyetler'in dağıtılması gerektiğine karar veren KGB Başkanı Andrapov olmasaydı, Gorbaçov gibi birisi de çıkmazdı. Türkiye'de ise özellikle 1950'lerde, yani Soğuk Savaş'ın artık tırmanma noktasına geçtiği anda bizde bir devlet deformasyonu yaşandı.

NATO'yla alakalı bir deformasyon mu?

Tabii, Türkiye'nin NATO'ya girişiyle başladı ve kurumlar içinde gruplaşmalarla sonrasında da devam etti.

Türkiye'ninki daha alaturka bir deformasyon tabii. 27 Mayıs İhtilali olduğu zaman, ihtilalin planlayıcılarından Talat Aydemir görev dolayısıyla Kore'deymiş, darbe gününe yetişememiş. İhtilalden sonra geldiğinde de Milli Birlik Komitesi'nin odasına sokmamışlar onu. O da "ben kendi ihtilalimi yaparım" demiş. Evinde düzenlediği basın toplantılarında gazetecilere darbeyi nasıl yapacağını anlatırdı. Gazeteciler "darbeyi, taşra dönmeden yapsanız, haberi giremiyoruz da" diye rica ederlerdi. Şimdi gülüyorsunuz ama o zamanlar ciddiydi bu işler. "İhtilal oldu" denildi.

Türkiye'nin önemli gazeteleri "Kahraman Albay" diye Talat Aydemir'in resmini bastılar. Fakat radyo İsmet Paşa'nın eline geçince bütün gazeteler toplanıp imha edildi. Yani garip işleri var Türkiye'nin.

Mesela, Türkiye'nin en sağlam faşistleri 68 solcularıdır, askerle birlikte nasıl darbe yapacaklarının planlarını yapmışlardı. Başarısız olunca da "faşist ordu" dediler.

O dönemlerde 71 ihtilalinin hemen akabinde kurulan kabineye bakarsanız, Türkiye'deki dışarıdan yapılan restorasyonu anlarsınız. O zaman da Dünya Bankası'ndan Atilla Karaosmanoğlu geldi, Kemal Derviş küçüktü o sıralar sanırım. Geldi ama Türkiye'de vaziyet ortada işte.

Derin devletle filan alakası yok bunların esasında. Dışarının talimatını anında yerine getiren bir devlete derin demenin imkanı var mı?

12 Eylül'de ihtilal oldu, 18 Eylül'de Türkiye Yunanistan'ın NATO'ya girişindeki vetosunu kaldırdı. Derin devlet dedikleri budur bence.

1970 sonrası yaşanan devlet içindeki çeteleşmeyi ise vücutta meydana gelen urlara benzetebiliriz. Ama vücuttadır diye onu organ saymak gerekmiyor. Türkiye'nin bünyesinde de urlar, gerek emniyet teşkilatında gerek orduda gerekse MİT'te oluşan birtakım çeteler var. Buna mani olmak da zor, bir defa çarpık bir ilişkiye başlarsanız o öylece devam eder.

Devletle çete ilişkisi, sıradan insanın elini verip kolunu kaptırdığı mafyayla ilişkisinden farksızdır. Zaten dikkat edin başları sıkıştıklarında hemen "bizim devlete yaptığımız hizmetler?" diyorlar.

Peki, Şemdinli olayını da mı bu çeteleşmelerle açıklıyorsunuz?

Hayır, öyle değerlendirmiyorum. Eskiden ülkücülere yaptırırlardı bu tür sivil işleri. Şimdi Bahçeli o takımı geri çekince kendileri yapmaya kalktılar. Tabii acemi astsubaylar bunlar ve ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Bu kadar basit. Birisi o işi eline yüzüne bulaştırınca arapsaçına dönüyor ortalık.

Aynı fotoğraftan Çıplak Silah türü çok güzel bir komedi de çıkarabilirsiniz; ama biz vahamet tablosu çıkarıyoruz. Düşünün Genelkurmay Başkanı orada yakalanan astsubay için "Tanırım, çok iyi çocuktur" diyor. Bir orgeneral bir başçavuşu nereden tanıyabilir? Orgeneral dediğin kıtaya gitmez ki, tanıyorsan zaten esas problem orada.

Sakillik her taraftan akıyor bu ülkede. Basında da siyasette de askerde de poliste de bu böyle.

Mesela on kilo eroin yakalıyorlar, bir kilo diye tutanak tutuyorlar. Sonrasında filanca semtte polis uyuşturucuyu teslim ediyor, parasını alıyor. Böyle bir düzen oluşturulmuş.

Milletvekilleri sokakta kapkaça uğruyor, bundan bir rahatsızlık duyulmuyor. Kanalizasyon çukuruna bir çocuk düşüp ölüyor, "Dikkatli yürüseydin" diye açıklama geliyor belediyeden. Bir açıdan gülünesi şeyler ama bir yanıyla da vahim, tehlikeli, anormal bir tablo söz konusu.

Ben bu Hrant Dink cinayeti vesilesiyle Trabzon'a gittim. Trabzon gibi bir şehrin merkezinde tam 300 tane internet kafe var. Bir büfede 17-18 yaşında 3 tane işsiz gencin bir paket sigara almak için parayı denkleştiremediklerine tanık oldum. Bu çocuklar, tıpkı maçlarda hakeme küfreden insanlar gibi. Orada adam sadece hakeme küfretmiyor; patronuna, karısına, çocuklara, öğretmenine küfrediyor aslında.

Tıpkı bunun gibi, o çocukların "Hepimiz Türk'üz" diye bağırışının altında da çok şey var. Hrant Dink'i de başkasını da öldürebilir; daha 17 yaşında ama hayatı bitmiş, gelecekten hiçbir ümidi olmayan insandan daha tehlikeli ne olabilir ki?

Bu gencimizin önüne hiçbir şey koyamıyoruz. Ve hâlâ bu durumu başarı diye sunan bir kadro var. Sadece AK Parti için söylemiyorum, CHP için de bu böyle. Ve bu gencin ruh halini milliyetçilik zanneden bir milliyetçi siyaset var. Bunun milliyetçilikle falan bir alakası yok ki, bu bir hastalık.

Bakın, Türkiye bir mayına basmış gibi, ayağınızı çektiğinizde patlayacak. Patlamıyor olması, toplumumuzun ahlak ve aile yapısının güçlü oluşundan kaynaklanıyor. Siz kardeşinize hakim oluyorsunuz, kardeşiniz size. Ama bazıları da aradan sivilce gibi çıkıyor işte. Dolayısıyla esas tehlike çeteler değil. Çeteler ya da derin devlet bu bahsettiğimiz tablodan besleniyor.

Sizin daha önce PKK'ya dair bazı çarpıcı açıklamalarınız olmuştu. Şimdi bölgede PKK'nın irtifa kaybettiği, Barzani'nin etkisinin arttığı söyleniyor. Buna katılıyor musunuz?

PKK'nın ortadan kalkması devletin bazı vagonlarının çok da işine gelmiyor.

Şimdi bir kere biz 'terör örgütü' diyoruz. Öncelikle bu yaklaşımımızı değiştirmemiz lazım. 40 bin kişi Bingöl'de meydana toplanıp 'Öcalan' diye bağırıyorsa buna terör örgütü filan denmez. Bu tabanı görmezden gelemeyiz.

Ben Türkiye'nin kendi vatandaşı olan Kürtlere itimat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye'nin Kürt vatandaşlarının itibar ettikleri kişi ise Abdullah Öcalan'dır. Dolayısıyla ben Türkiye'nin mutabık kalınabilir konular çerçevesinde süratle onunla oturup bu meseleyi çözmesi gerektiği kanaatindeyim.

Bunu Barzani olacağına Abdullah Öcalan olsun anlamında mı söylüyorsunuz?

Barzani ve Talabani, Ortadoğu'nun siyasi Hacivatlarıdır.

Hacivat biliyorsunuz gölge oyununda şahsiyetsiz aydın karakteridir. Kendisini daima Karagöz'ü yani halkı oyuna getirmeye kurgulamış ve bundan haz duyan bir karakterdir. Ama bütün Karagöz oyunları, Karagöz'ün Hacivat'ın suratına tükürmesiyle bitmiştir. Oyunun klasik formatı böyledir.

Kürt halkı da bu aşiret liderlerinden ümit ederiz ki tarihin bir diliminde kurtulur. Onu sorgulamak bizim değil, Irak Kürtlerinin işidir. Onlar Irak Kürtleri üzerinden servet yapmanın, ikbal temin etmenin derdindeler. Ama bizim derdimiz Türkiye Kürtleridir.

Ve Türkiye gerek uluslararası taahhütleri gerekse insan olmaktan, Müslüman olmaktan kaynaklanan vecibeleri dolayısıyla bu insanlara her türlü özgürlüğü sonuna kadar vermek yükümlülüğündedir. Bununla şiddete kapı açmayan bireysel özgürlüklerin tümünü kastediyorum.

Bakın, 1924 Meclisi'nde Kürtçe konuşulurdu. Türkiye'de bu konuda travmaya neden olan ise 1925 Şeyh Sait isyanıdır ve bunun İngiltere'yle bağlantılı olduğu istihbaratının Ankara'ya gelmesidir. Yoksa Türkiye'nin hareket noktası bu değildi.

Bizim Cumhuriyetimiz, Osmanlı'nın katıksız bir devamıdır. Osmanlı'nın son döneminde değişim ve reform adına terennüm edilmiş ne varsa Cumhuriyet döneminde devrim diye önümüze konmuştur.

Cumhuriyet aynı zamanda imparatorluğun son elli yılda yaşadığı travmalar üstünde kuruldu. Aradan 80 yıl geçmesine rağmen o evhamları üstümüzden atıp, kendimize duyduğumuz güvenin ifadesi olan yeni bir yapı ortaya koyamadık.

Şimdi bazen "Romanya ve Bulgaristan SSCB'nin baskısından yeni kurtulmasına rağmen AB'de önümüze geçtiler" deniliyor. Sebebi şu: Bu ülkelerde sistem tamamen yıkıldı. Biz ise ikinci katı tutalım, beşinci katı yıkalım diye bakıyoruz.

Burada zorluk var; "Aman ha orayı onaralım, buna dokunmak olmaz çok tarihî değeri var, bu manevi bakımdan çok önemli" diyerek restorasyon yapılmaz. Demokrasi de böyle olmaz.

Rahmetli Özal "Bize şöyle tamamen insan hakları temelli 20-30 maddelik bir anayasa lazım, geri kalan kanunlar her an değiştirilebilir olmalı" derdi. Bizim öncelikle bu mutabakatı sağlamamız lazım.

Milliyetçi cenaha yakın bir gazeteci olarak son zamanlarda çokça tartışılan ulusalcılık-milliyetçilik farklılaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

MHP'den kendiliklerinden ayrılanlar ve bir de MHP'nin dışladığı bazı kişiler oldu. Ümit Özdağ'ın son MHP Kongresi'nde aday olduğunu açıkladığı dönemde "Sokağa çıkmalıyız" şeklindeki söylemlere itibar eden, bunun gerekli olduğunu sanan gençler MHP'den ayrıldılar.

Bir de bir kısım eski solcular var. "Milliyetçiyiz" demek gururlarına dokundukları için "Ulusalcıyız" diyorlar.

Avni bey, bu söyleşide, bir hayli karmaşık konuyu bir çırpıda çok iyi özetlemiş bence.

Bir 'dost'a

Benliğin uydurma, özün palavra;
Hakikatin sahte, yeminin mavra;
Gidişin, gelişin, sözün manevra..
O bitmez tükenmez yapmacık tavra
Noktadır bu mısra. 'Dost'um, kadavra!.. 

Müzmin Anonim

Oğul ağılı

Eskiden mumla arardım, iş dünyasından insanların kendi hayatlarını yazdıkları kitapları.. Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Asım Kocabıyık vb gibi insanların mahkeme duvarı misali, ya da bir vakanüvis elinden çıkmışçasına, tirit suyuna ekmek banmak bile sayılmayacak şekilde resmi ağızdan dile getirdikleri yavan ve yaban olmayan kitaplardan bahsediyorum.. Yoktu.

Daha sonraları, şimdi adını bir türlü hatırlayamadığım –simsiyah bir kapağı olan– bir kitap yazmıştı, borsacılıktan bezip daha farklı (normal?) bir hayat yaşamak için herşeyi terketmiş birisinin hayatını okumuştum. İlginç gelmişti. Çok ilginç. Sadece para kazanmak hayatın anlamı olamıyordu demek.. insan, içinde bulunduğu hengâme (rat race) ve çevreye de ansızın eleştirel bakabiliyor ve film kopabiliyordu..

Bu bağlamda okuduğum ikinci, daha farklı –hattâ daha da yetenekli birisi tarafından kaleme alınmış– bir kitap da Halil Bezmen'in 'Neden?' isimli kitabıydı. Halil Bezmen'le ilgili önyargılarım vardı ya da yoktu; o önemli değildi o kitabı okuduktan sonra. 'Neden?'de okuduklarım beni çok şaşırtmıştı.. hayat felsefesi açısından.. Kendisini, süratle gitmeğe koşullandırdığı ve sonu da bir mezbahada birtecek bir yarış atı gibi anlatmıyordu. Bu, benim tanıdığım işadamlarından farklıydı. Bir gün fırsat düşerse ona soracağım tek soru, 'iş hayatındayken de kitapta yazdıklarının farkında mıydı; eğer farkında idiyse, başarılı olamayışının sebebi acaba bu muydu?' sorusu olacak.. Başka bir deyişle, hayat, başarı ile hayat arasında bir tercih miydi acaba? Başarı ne demekti; hesabındaki meblâğın hane adedi miydi? Değilse neydi?

Neyse.

Aşağıdaki söyleşi, Ayşe Arman tarafından 1 Nisan 2007 tarihinde Hürriyet gazetesinde yayınlandı. Söyleşinin yapıldığı kişi de Hakan Karahan.. Kısa hayat hikayesi yazının içinde var.

"Babam nasıl bir insandı? Anlayışlı mıydı? Mantıklı mıydı? Şefkatli miydi? Katı mıydı? Bilmem. Çok tuhaf ama ben babamın nasıl bir insan olduğunu bilmiyorum..." Bu cümleler Hakan Karahan’ın 'Ama Öyle!' isimli kitabındaki babasıyla ilişkisini anlattığı öyküden. Ama eminim ki, birçok insanın hayatında bu cümlelerin karşılığı vardır. O yüzden ilgimi çekti, gittim ünlü bankacı Oğuz Karahan’ın, 21 yıl finans sektöründe çalıştıktan sonra en tepedeyken her şeyi bırakan oğlu Hakan Karahan’la görüştüm. Babalar ve oğullar arasındaki o ince ilişkiden ipuçları almaya çalıştım. Bakın bakalım, kendinizden izler bulabilecek misiniz... Biz sizi, iktidarı elinin tersiyle reddetmiş, önemli bir finans kuruluşunun başındayken istifa etmiş ve kendi istediği gibi yaşamayı tercih etmiş bir adam olarak tanıyoruz. Babanız Oğuz Karahan, bankacılığın duayenlerinden biriydi. Bu duruma karşı isyan etmedi mi? Sizinle tartışmadı mı? Sizi, hayatınızı mahvetmekle suçlamadı mı?

- Hayır. Babam ilginç adamdı. Küçükken Erzincan’da trenlerde kömür satıyor, o denli yoksulluktan geliyor, sonra bir bankaya giriyor ve adım adım yükseliyor, sonunda da bankacılığın duayeni haline geliyor. Ama yaşadığı fakirliği çok az anlatırdı. Arada, "Siz hiçbir şey görmediniz!" derdi. "İyi de, sen ne gördün?" Bu soru es geçilirdi...

Neden?

- Öyle. Kendi içerisinde bir heybetti o. Uğraşmazdı. Zaten sohbetlerimiz sadece cumartesi- pazara denk geliyordu, işten bu tür şeyleri konuşmaya fırsatı olmazdı. Bizde ilişki kopuktu. Annem bir gün, "Biliyor musun" dedi, "Baban, 7-8 yaşlarındayken sokakta oyun oynuyor. Sıhhi fenni sünettçiler de tesadüfen oradan geçiyor. Seninkini yakalayıp, zorla sünnet ediyorlar. Zavallı, kan revan içinde eve geliyor." Tuhaf olan şu; kendindeki hataları bende de devam ettirmeye gayretli bir adamdı. Ben de hastanede değil de, eve fenni sünettçi çağrılarak sünnet edildim. Yıllar sonra da üroloğa gittiğimde, yanlış sünnet edildiğimi öğrendim.

İlk soruya geri dönüyorum. Siz işi bırakınca tepkisi ne oldu?

- Ne olacak ki. Kariyerimi yan gelip yatmak için bırakmadım ki. Kitap yazmak için bıraktım. Diyebileceği bir laf yoktu. Ama yapacağı surat vardı! O surattan, onay almamanın 47. yılındayım ben. Bir kere de tebessüm et, "Sen bilirsin arkadaşım, bu senin hayatın, hayırlı olsun" de. Hayır, demedi. O hep kendi yaşadığı hayatı yaşamamı istedi. Ben de bana dayatılan bu hayatı kabul etmedim. 43 yaşında işi bıraktığımda, babamdan daha zengindim. 21 yıl eşek gibi çalışmıştım.

Daha zengindim derken, ne kadar büyük bir para sözünü ettiğiniz..

- Çok büyük değil. Koç ya da Sabancı ailesinin bir tekneye vereceği para aslında. Yani şu yorum doğru değil: 'O kadar çok para kazanmış olsam, ben de bırakırım!' Bırak o zaman, sıkar biraz! Babam, Beylerbeyi’nde, Bebek’te, Nişantaşı’nda üç ev almış, parasını gayrimenkule yatırmış, nakit olarak ondan daha zengindim diyorum...

Peki kariyerinizde yükselmenizde babanızın rolü ne?

- Tabii ki çok. Ama ben de iyi olmasam, Sabancı’da genel müdür yapmazlardı, kimsenin hatırına da bana trilyonlarca liranın sorumluluğunu vermezlerdi. Kaldı ki istifa ettiğimde, Aksigorta’nın, Akhayat’ın ve Akmenkul Değerler’in murahhas azasıydım. Ama elbette hayat boyu babamla kıyaslandım. Elimden geldiği kadar da, onu mahcup etmemeye çalıştım. Benimle gurur duysun istedim.

Duymadı mı?

- İşi bıraktığımda 4 kitap yazmıştım. 14 yıllık da siyah kuşak Aikidocu’ydum. Kolej’i bitirmiş, iyi bir eğitim almış, dünya görüşü olan, fit, heybetli bir adam... Elalem, tosun, toroman ve hatta kabiliyetsiz çocuklarıyla bile gurur duyar, benimki benimle hiç duymadı. Hep o "Akbank’ın Genel Müdürü olacaktı, kitap yazacağım diyor, ben n'apim" tavrı. Ama bunu dillendirmezdi, "Saçını filan kestir" de demezdi. İnce ince iğnelerdi. O yüzden aramızda aşk-nefret ilişkisi vardı.

Çocukluğunuzdan beri mi böyle?

- Hep. Çünkü kendi uzantısı olduğumu düşündü. Onun yaşadığı hayatı yaşamamı istedi. Oysa o benim nefret ettiğim hayattı. Ne kadar üst düzey olursa olsun, babamın bir gün memur olmaktan sıkılacağını, kendine başka bir hayat seçeceğini hayal ettim. Ajda Pekkan çalarken kendi kendine dans edecekti mesela, içkisini yudumlayacaktı, hayatını değiştirecekti, çalışkanlığını, üretkenliğini başka bir şeyde gösterecekti...

Bunları ona saldırgan olmadan söylediniz mi hiç? Bağırıp, çağırmadan...

- Hayır. Hepsini son derece saldırgan bir biçimde söyledim. Ben, bana deliler gibi bağırılmazsa anlamam. O da benim gibiydi.

Kişiliğiniz ne kadar farklıydı babanızla?

- Taban tabana zıttık. Biz aynı evde yaşayan iki narsistik. Ben çevre ve toplum olmasa da varım. Babam ise çevre ve toplum olmazsa yok.

Peki ne kadar tanıyordunuz onu?

- İşte mesele bu. Sadece benim değil, pek çoğumuzun. Kim gerçekten tanıyor ki babasını? Ben tanımıyordum. Liseye kadar evde kuralcı, otoriter bir baba görüyordum. Üniversiteyi bittikten sonra da, "Eşek kadar adam oldun, çalış, bize yük olma" diyen bir baba. Tabii tüm bunları benim iyiliğim için yapıyordu: "Oğlum iş öğrensin, iyi para kazansın, emniyette olsun!" Baba olarak bana bir kariyer çizmekle kendini mükellef hissediyordu. Ama benim gerçekten ne istediğimi hiç düşünmedi...

Babalar ve oğullarının bitmeyen savaşı... Ne kadar acılı, ıstıraplı ve kavgalı geçti?

- Hani, bir bakış vardır ya içini yakar, işte hep o bakışla geçti. Ben Robert Kolej’de sınıfta kaldım, bana kimse tokat filan atmadı ama babamın öyle bir bakışı vardı ki, keşke tokat atsaydı. Benim babam, kendi rahatı için toplumla beraber yükselen, yücelen bir hayatı seçmişti. Benimkini seçmek baş ağrıtır tabii. Benimkini seçtiğinde sevdiklerine elveda demek zorundasın. Bazı insanlarla ayrı düşmek zorundasın. Benimkinin ucunda korku var. Her şeyin bitebilir. Yarın hakkında iyi laf söylenmez, cebine düzenli para girmez. Bunlara razı olabilecek bir yaradılışta değildi babam.

Babanız sizi, içten içe küçümser miydi?

- Yok, hayır küçümsemezdi.

Siz onu küçümsemiş olabilir misiniz?

- Hayır ama ona acıdığım oldu. Orada gerçek bir hayat varken, beni üzen, onun hep hayatın suni tarafında yaşamış olması. İşten eve, evden işe giden bir adamdı. Ve sadece çalışırdı. İşin kötüsü, doğru olanın da bu olduğunu sanırdı.

Babanızın hayatı ıskaladığını mı düşünüyorsunuz?

- Düşünmüyorum, yüzde 100 eminim.

Peki sizin hayatı ıskalamadığınız ne malum...

- Ben babamın bilmediği şeyleri biliyorum. Onun bildiği sadece Erzincan’daki sefalet, sonra da çalışmak, çalışmak. Ben kravat takmamayı biliyorum. Kitap yazmayı da. Emir almamayı da. Boşanmayı da. Çok sevgili sahibi olmayı da. Aldığım kararlardan dolayı herkesin bana sırtını döndüğü, kimsenin selam vermediği günleri de biliyorum. Ben dostsuz ve arkadaşsız kalmayı da biliyorum. Ben çevremde kimse olmasa da, sıfırdan başlamayı biliyorum. Babam bunları yapamazdı. Benim babam, benim çocuğumdu. O yüzden, ben yetişkin bir adam olduğumda bütün kavgalarımızda, ben çocuğuna öğüt veren adam gibiydim. Onu kurtarmaya çalıştım. Ama o, öğüt almayacak kadar gururluydu.

Siz halâ ondan daha çok şey bildiğinizi mi iddia ediyorsunuz....

- Tabii. O, sadece hayatın ne kadar acı ve zor olduğunu bilirdi. Ben hayatın aslında ne kadar güzel ve keyifli olduğunu da biliyorum. Ben aşık olmayı biliyorum. O, aşk söz konusu olunca, "Bırak Allah aşkına!" derdi. Üzüldüğüm şu, ikimiz de aynı şeyi istedik: Babam, benden kendini yaratmak istedi. Ben ise babamdan, beni yaratmak istedim. Çarpıştık kaldık. Babam, benim oğlum olmaya izin vermedi, oysa verse, mutlu olurdu. Ben onu her şeyi konuşabileceği, birlikte gezebileceği, beraber maç seyredebileceği insandım. Ben, kız arkadaşım ve babamla içki içebilecek insandım. Kitaplarımı yazarken, onunla tartışabilecek insandım. Olmadı, olamadı. Bütün bu kapıları kapattı.

Peki, bütün bu itiş kakış içinde onu kaybettiğinizde ne oldu?

- Kötü oldu. Yaşlandıkça, babamın yavaş yavaş çöktüğünü gördüm. Ama o, hâlâ oralı değildi. Son ana kadar ofise gidiyor, üç işi birden kotarıyordu. Sonra bağırsak kanseri olduğu anlaşıldı. Tümor çıktı. Doktorun odasındayız, bekliyoruz, "Hadi doktor bey, ameliyat gününü söyleyin, benim gitmem gerekiyor. Toplantım var" dedi adama. O kadar işkolikti, cep telefonu sürekli elinde, hastanede bile. Şu havadaydı: "Basit bir ameliyat. Bir hafta sonra yeniden normal hayatıma döneceğim ve en sevdiğim şeyi yapacağım: Çalışacağım..." Kemoterapileri ve radyo terapileri bile toplantıların arasına serpiştiriyordu...

Bu durumu dehşetle karşılamıyor muydunuz?

- Babam öyle biriydi. Ameliyat günü hastanedeyiz, artık gelecekler, serumu bağlayacaklar, sonra da aşağı 6 saatlik ameliyata götürecekler. Serum bağlandıktan sonra gevşedi ve beni yanına çağırdı. En ciddi haliyle, "Bak oğlum" dedi. Allah’ım, belki de babamla o hiç yapamadığımız konuşmayı yapacağız diye düşündüm. Hata etmişim tabii, "Faizler düştü, parayı faize koyunca, hiçbir şey kazanmayız. Bitsin şu ameliyat faslı, gel bir iş hanı yaptıralım. Katları kiraya verelim. Faiz geliri üzerine, kira gelirimiz olsun. O zaman güzel bir aylığı garanti altına almış oluruz!" Kulaklarıma inanamadım, ölmek üzereydi ama hâlâ iş peşindeydi.

Belki de onun savunma mekanizması buydu? Böyle ayakta kalıyor, böyle hayata meydan okuyordu...

- Valla, ben bir insanın sürekli aynı hayatı yaşayarak, hayatını kazanmasına karşıyım. 48 yıl aynı iş mi yapılır? Ya da şöyle diyeyim, 76 yıllık hayatta sadece iş mi yapılır?

Onu kaybettikten sonra peki...

- Yıkıldım tabii. Ama şöyle de demeyi ihmal etmedim: "Rahmetli ne öğüt verdiysem dinlemedi, toprağı bol olsun!".

Oğuz Karahan yaşasaydı ve bu röportajı okusaydı ne düşünürdü sizce?

- Hayatını değiştirmek için geç kaldığını belki de fark ederdi, kim bilir...

Babanızın kahramanınız olmasını mı istediniz?

- Hayır, arkadaşım olmasını istedim. Ama beceremedik. Belki onun, belki benim yüzümden.

Hayatta en çok itişip kakıştığınız insan o muydu?

- Evet.

En çok onaylanmak istediğiniz insan...

- O da babamdı.

Peki onunla kurduğunuz ilişkide sizin hiç mi hatanız yok?

- Olmaz mı? Bin tane var. En büyük hatam da, onun değişmeyeceğini bir türlü kabul edememek. Ben onu hep düzeltmeye çalıştım Anlamadığım şuydu: Her varlığın kendi hayatı var. Bırak kaderini yaşasın, ne istiyorsa yapsın. Bana babamla tekrar yaşama şansı ver, yediği hiçbir halta karışmam. İsterse, yine ölene kadar çalışsın.

Siz yalnız değilsiniz. Pek çok insan babasıyla iletişim kopukluğu yaşıyor. Yapılabilecek bir şey yok mu?

- Çocuk olanlara 'Siz ne iseniz osunuz. Kendi hayatınız yaşayın' demek isterim. Çocuklarımız bizim uzantılarımız değil, onlar bizden ayrı ve farklılar. Onların hayatlarının önüne dikilmeyelim.

Sizin her şeyi reddetmenizde, babanızın güçle ilişkisinin payı ne kadar?

- Sebebi tamamen babam.

43 yaşında birtakım yerlerden ayrılırken, babadan da mı ayrıldınız ve onun temsil ettiği şeylerden...

- Yok, babadan, o ölünce ayrıldım. Ondan önce olmuyor. Biz birbirimizin kollarında gittik. Babam, iki avucumun ortasında öldü. Son ana kadar yanındaydım. O yüzden de babamla ilgili pişmanlık duyduğum bir şey yok. Biz birimize her tür eziyeti ettik, ama hep birbirimizin yanındaydık. Onu hiç bırakmadım. Baksanıza, bu yaşımdayım hâlâ bırakamıyorum...

Candan Erçetin’e yazdığınız 'Onlar Yanlış Biliyor' şarkısı Sinan rumuzlu. Kitaplarınızda bazı karakterlerin ismi Sinan. Sizin ölen küçük kardeşinizin de ismi de Sinan’mış. Ne oldu ona?

- Doğdu, eve geldi. Benim kucağıma koydular. Çok güzeldi. Yüzünü filan çok net hatırlıyorum. Sonra hastalandı. Ateşlendi. Ve öldü...

Bu, sizin hayatınızda nasıl bir travmaya yol açtı? - "Tek evladımız var, başka da bir şeyimiz yok!" Ailenin bütün iyiliğini de, her şeyini de ben aldım. Ondan hasarlıyım ben. Sinan’ı da bana yüklediler. O yüzden içkimin ilk kadehini onun için, ikincisi kendim için içerim. Kendimi çok uzun yıllar, çift karakterli biri olarak düşündüm. Her insanın içinde bir sürü insan var. Bende de var. Sinan, kara kaşlı, kara gözlü ve esmerdi. Benim babam da 1.74 ve esmerdi. Ben yeşil gözlü ve kumral olanım, boyum da 1.90. Yani Sinan yaşasaydı, babama benzeyecek olandı. Onu yetiştirmeleri, beni de azat etmeleri gerekiyordu. Olmadı.

Neden babanızla hiç aşk hakkında konuşmadınız?

- Konuşulmazdı ki bu tür şeyler bizim evde. Bizim evin gündemi sanayi odasınınkiyle aynıydı.

Sizce neden 19 yıldır yaptığınız Aikido antrenmanına bir kere bile gelmedi babanız?

- Aikido, onun için saçmalıktı. "Neden golf oynamıyorsun?" derdi bana. Kendisi de mesela briçe giderdi. Ben de brici aşağılardım. Ama aramızda şöyle bir fark var: Bana "Gelip, izlesene bir gün" demedi. Deseydi giderdim. Ama ben de ona demedim. Fakat için için gelmesini hep istedim. Peki siz nasıl bir babasınız?

- Baba olmayı bilmeyen bir baba. Oğlum 3 aylıkken, ayrıldık eski karımla. Şu an 13 yaşında. Son derece yakışıklı. İkimiz de sporcuyuz, ikimiz de film ve müzik hastasıyız. İkimiz de Kovayız. Ama tabii ben, sadece hafta sonu babasıyım. Babalık nedir bilmiyorum. Tek istediğim onun arkadaşı olmak. İnşallah beceririm.

O kadar kitap baktım, yazık ki bu gözüme çarpmamış.. ama, ilk fırsatta alacağım. Okurken, kitabın bir yerlerinde, arka planda, Orhan Gencebay'ın o klasiği, 'Batsın Bu Dünya' çalacak; buna eminim..

Ya da, isterseniz, şimdiden de dinleyebiliriz..