Sana Gül Bahçesi Vadetmedim..

Bana, bu kitabı muhakkak okumamı tavsiye eden bir ahbabım olmuştu. Ama, ben roman-özürlüyüm; okuyamam kolay kolay. Ona rağmen, gittiğim kitapçılarda baktım; yoktu.

Başka bir yerlerde bahsetmişimdir muhakkak, ben kitap almak konusunda hayli eski kafalıyım: Kolay kolay birilerinin tavsiyesi üzerine, ya da eleştirmenlerin fikirlerine bakarak kitap alamam. Bunun da sebebi aslında çok basit: Geçmişte hayli dilim yandı; eleştirmenlerce göklere çıkarılan kitaplara verdiğim paraya yanar oldum. Aynı şeyi, filmler için de söyleyebilirim. 'Reklamdan geçilmiyorsa, anla ki onun reklama gerçekten ihtiyacı vardır' diye düşünürüm.

Dedim ya, bu benim eski kafalılığım belki.. İllâ kitapçıda görmem lazım, içinde sayfası atlanmış, ya da sinir ilacı prospektüsü gibi minnacık harflerle de, çocuk kitabı gibi ondörtlük ve garip fontlarla da yazılmış olmayacak. Cildi mildi de okurken dağılmayacak.. Kısacası, mızmız bir kitap müşterisiyimdir. Ve, bu halimden ben de şikayetçiyim, ama kolay değişmiyor böyle huylar..

Neyse.. Kitaba dönecek olursam.. Fiilen ve fiziken gittiğim kitapçılardan birinde bu kitabı sipariş ettim. Hatta, yukarıdaki şeyler yüzünden beğenmezsem almayacağımı da ekledim. Siparişi alan atmosferi ziyanen işgal eden çocuk da hiç merak etmememi filan son derece belirgin sentetik bir nezaketle vurguladı. Kitap gelince beni haberdar etmeleri için, email adresimi de bıraktım. Sağlam bir yerlere not etmişler ki, lüzümsuz ne kadar duyuru varsa bana gönderiyorlar, ama bu kitaptan haber çokmadı. Daha doğrusu çıkmamış.. bunu ancak şimdi —“ya.. sahi, öyle bir sipariş vermiştim ben di mi?” deyince— hatırladım...

Tamamen aklımdan çıkmış.. o yüzden de peşini kovalamamışım. O kadar ki, daha geçen hafta —eski alışkanlıkları kısmen terkedip— kitapyurdu.com'dan 15-20 kitap siparişi verdiğim halde, bu kitap satışta mıdır değil midir bakmak bile aklıma gelmedi..

Laf lafı açıyor.. şu sıralarda Doğu Karadeniz bölgesi hakkında okuyorum. Tarihi hakkında biraz bilgim vardı, ama yeni çıkan bazı kitaplara bakmak istedim. Bir de, sadece tarihi ile ilgili değil, şivesi ve turistik yerlerine kadar bölgeyi bir tanıyayım dedim. Olur a, bir ara gitmek de isteyebilirim..

Neyse.. 'Sana Gül Bahçesi Vadetmedim' nasıl da becerip elde edemediğimi anlatmağı çok uzatmak istemiyorum. Mazeretlik bir tarafı yok.. unutkanlık ve beceriksizlik..

Ama, kitap da aklıma takıldı.. daha doğrusu geçenlerde bir vesile ile aklıma geldi. Acaba neydi, ne hakkındaydı tam olarak? Bana bunu tavsiye eden, kitabın ismini ve muhakkak okumam gerektiğini söylemek dışında da bir şey dememişti..

Niye acaba?

Aldı beni bir merak..

İnternet'te arattım.. Alışkanlıkla, önce İngilizcesinden arattım: 'I Never Promised You a Rose Garden'..

Hoş bir tesadüf, anladığım kadarıyla, kitabın galiba tam metnini buldum. Benim açımdan o çok iyi idi, çünkü, bu linkte hem özeti, hem de kitabın tahlili de var. Bunun yanısıra, bir de Wikipedia makalesi de mevcut. Bu da iyi. Ama, bu kadarla kalmıyor, filme de çekilmiş: 1977 yılı yapımı. Dahası da var, aynı konuda olduğuna emin değilim, ama yine bu isimli bir de, sözleri aşağıda olan, 'country' tarzında bir parça da var..

I beg your pardon, I never promised you a rose garden. Along with the sunshine, There's gotta be a little rain sometimes. When you take, you gotta give, so live and let live, Or let go. I beg your pardon, I never promised you a rose garden. I could promise you things like big diamond rings, But you don't find roses growin' on stalks of clover. So you better think it over. Well, if sweet-talkin' you could make it come true, I would give you the world right now on a silver platter, But what would it matter? So smile for a while and let's be jolly: Love shouldn't be so melancholy. Come along and share the good times while we can. I beg your pardon, I never promised you a rose garden. Along with the sunshine, There's gotta be a little rain sometimes.

İlginç.. ve hoş ama, bu parçadaki tema ile kitaptakinin çok ilintili olduğunu sanmıyorum.

Aslında galiba filmini de buldum ama daha indirip seyredebilmiş değilim. Ama, seyredeceğim.

Neyse. Bütün bu İnilizce muahbbetini bir tarafa kaldırabiliriz aslında. Çünkü, kitabın en azından iki bölümün Türkçe tam metnini İnternet'te buldum. 1989 yılında yayınlanmış ve yine aynı yerde, çevirenin genişçe bir sunuş yazısını da okuyabiliyoruz. [ISBN 975-7650-18-8]

Sunuşu değil de, ilk iki bölümünü buraya alıntılamak istiyorum:

Güzün ortasında, bitek çiftlik arazilerinden, sokaklarında sararıp kızaran ağaçların canlı renklerinin yansıdığı eski ve yabansı kasabalardan geçip gidiyorlardı arabalarıyla. Fazla konuşmuyorlardı. Üçü içinde en belirgin biçimde gergin olan kişi babaydı. Zaman zaman bir iki şey söyleyerek uzun süreli sessizlikleri bölüyor, gelişigüzel ve yerli yersiz birtakım şeylerden söz ediyordu; ama söylediklerine kendisi de katlanamıyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Bir keresinde, yandaki dikiz aynasında göz göze geldiği genç kıza sordu: "Evlendiğimde budalanın tekiydim —nasıl çocuk yetiştirileceğini, nasıl baba olunacağını bilmeyen, lanet olası genç bir budalaydım— bunu biliyorsun, değil mi?" Savunması yarı saldırı biçimindeydi, ama genç kız ne savunmaya ne de saldırıya hiç bir karşılık vermedi. Anne kahve içmek için bir yerde durmalarını önerdi. Güz mevsiminde, genç ve güzel kızlarıyla birlikte, böylesine güzel kırları seyrede seyrede sürdürdükleri bu yolculuğun gerçekten zevkli bir gezi olduğunu söyledi.

Yol kenarında bir yolcu lokantası görüp oraya saptılar. Genç kız çabucak arabadan inip binanın arka tarafındaki tuvaletlere doğru yürüdü. O gitmeye davranınca, anneyle babanın başları arkasından bakmak üzere hemen ona doğru çevrilmişti. Sonra baba, "Her şey yolunda," dedi.

Anne yüksek sesle, "Acaba burada beklesek mi yoksa içeri mi girsek?" diye sordu; ama bu soruyu aslında kendine yöneltmişti. İkisi içinde, olayları çözümleyen ve elde edilecek sonuçları —nasıl davranılıp neler söyleneceğini— önceden tasarlayan oydu daha çok. Kocası da onun yönetimine bırakıyordu kendini, çünkü böylesi kolayına geliyordu. Genellikle de karısı haklı çıkıyordu zaten. Şu anda da kendini şaşkın ve yalnız duyduğu için, karısının durmadan konuşmasına —tasarlayıp hesaplamasına— sesini çıkarmıyordu. Karısının rahatlama biçimi buydu çünkü. Ona ise suskun durmak daha kolay geliyordu.

"Arabada kalırsak," diyordu karısı, "bize gereksinme duyduğunda yanında olabiliriz. Belki dışarı çıktığında bizi göremezse... Ama ona güvendiğimizi göstermiş oluruz o zaman da. Ona güven duyduğumuzu hissetmeli..."

Sonunda lokantaya girmeye karar verdiler. Davranışlarında çok dikkatli ve gözle görülür biçimde doğal olmaya çalışıyorlardı. Cam kenarında bir masaya oturduklarında, kızlarının binanın köşesinden çıkıp geri döndüğünü ve onlara doğru geldiğini gördüler. Ona sanki yabancı biriymiş, kendi kızları değil de, başka birinin kızı olan ve az önce tanıştırıldıkları herhangi bir Deborah'mış gibi bakmaya çalıştılar. Ergenlik çağındaki kaba hatlı gövdeyi incelediler; gövdeyi güzel, yüzü zeki ve canlı, ancak ifadesini on altı yaş için nedense fazla çocuksu buldular.

Çocuklarında küskünlük dolu bir olgunluk görmeye alışıktılar; ne var ki, kendilerini yabancılaşabileceklerine inandırmaya çalıştıkları bu bildik yüzde bu olgunluğu göremiyorlardı şimdi. Baba düşünüp duruyordu: Yabancı insanlar nasıl haklı olabilirler ki? O bizim kızımız... yaşamı boyunca. Onlar tanımıyorlar ki onu. Bir hata bu —bir hata!

Anne kızını gözlerken kendini de gözlüyordu. "Dış görünüşümde... belli edecek hiçbir işaret, hiçbir belirti olmamalı —kusursuz bir görünüşüm olmalı." Ve gülümsedi.

Akşam olduğunda küçük bir kentte durup kentin en iyi lokantasında yemek yediler. Böyle bir yere uygun biçimde giyinmeden geldikleri için, bir başkaldırı ve sergüzeşt havası içindeydiler. Yemekten sonra sinemaya gittiler. Deborah böyle bir geceyi yaşadığı için mutluymuş gibi görünüyordu. Yemekte ve sinemada şakalaşıp durdular. Daha sonra kırların karanlığına doğru ilerlerken, başka yolculuklarından söz edip daha önceki tatilleriyle ilgili küçük ve gülünç birtakım ayrıntıları hatırladıkları için birbirlerini kutladılar. Geceyi geçirmek üzere bir motelde durduklarında Deborah'a ayrı bir oda tutuldu; ne denli büyük bir gereksinme duyduğunu kimsenin, hatta onu çok seven annesiyle babasının bile bilmediği bir başka özel ayrıcalıktı bu onun için.

Jacob ve Esther Blau, odalarında otururken, yüzlerindeki maskelerin gerisinden birbirlerine baktılar ve artık baş başa kaldıklarına göre takındıkları maskelerin neden yok olup gitmediğini düşündüler. Artık rahat bir soluk alıp gevşeyebilir, birbirlerinin varlığında huzur bulabilirlerdi oysa. İncecik bir duvarın ayırdığı bitişik odada, kızlarının yatmak üzere soyunduğunu duyabiliyorlardı. Gece boyunca, uyumakta olan kızlarının soluk alma sesinden başka bir sese —tehlike anlamına gelebilecek bir sese— karşı tetikte olduklarını gözleriyle bile itiraf edemiyorlardı. Yalnızca bir kez, yatağa uzanıp karanlığı gözlemeye koyulmadan önce, Jacob yüzündeki maskeyi aralayıp karısının kulağına sert bir sesle fısıldadı: "Neden onu gönderiyoruz?"

Gözleri sessiz duvara dikilmiş, kaskatı bir halde yatan Esther, "Doktorlar gitmesi gerektiğini söylüyor," diye fısıltıyla karşılık verdi.

"Doktorlarmış!" Jacob ta başından doktorları bu işe karıştırmak istememişti.

"İyi bir yer orası," dedi Esther. Söylediği şeyi gerçek kılmak istercesine biraz daha yüksek bir sesle konuşmuştu.

"Oraya akıl hastanesi diyorlar, ama Esther, orası, orası insanların kapatıldığı bir yer. Böyle bir yer genç bir kız —nerdeyse bir çocuk— için nasıl iyi bir yer olabilir ki?"

"Ah Tanrım, Jacob," dedi Esther, "bu kararı vermek bize nelere mal oldu, biliyorsun. Doktorlara güvenmezsek kime güvenebiliriz, kimden yardım isteyebiliriz? Dr. Lister onun için yapılabilecek tek şey olduğunu söylüyor bunun. Denemek zorundayız." Sonra inatçı bir tavırla başını yeniden duvara doğru çevirdi.

Jacob karısına bir kez daha teslim olarak sustu; karısının ağzı ondan daha iyi laf yapardı. Birbirlerine iyi geceler diledikten sonra, ikisi de uyuyormuş gibi yapıp birbirlerini kandırmak için derin derin soluk alırken, acıyan gözleriyle karanlığı gözleyerek öylece yattılar.

Duvarın öte yanındaysa, Deborah uyumak üzere yatağa uzanmıştı. Yr Krallığı'nda Dördüncü Düzey denen bir tür tarafsız bölge vardı. Yalnızca rastlantısal olarak oluşan ve herhangi bir formül ya da istenç gücüyle ulaşılamayan bir bölgeydi bu. Dördüncü Düzey'de ne katlanılacak bir duygu, ne de kaygı verecek bir geçmiş ya da gelecek vardı. Hiçbir kimliğe özgü bir anı ya da saplantı yoktu orada; yalnızca, gereksinme duyduğu zaman kendiliğinden ortaya çıkan ve hiçbir duyguyla ilintili olmayan bir takım dural olgular vardı.

Şimdi, yatağa uzanmış, Dördüncü Düzey'i oluştururken hiçbir gelecek kaygısı duymuyordu Deborah. Bitişik odadaki insanlar onun annesiyle babası sayılıyordu. Pekâlâ. Ancak bu durum, şu anda kaybolmakta olan bulanık dünyaya özgü bir olguydu; oysa o, hiçbir engelle karşılaşmadan, en ufak bir kaygı bile duymadığı yeni bir dünyanın içine kayıyordu. Eski dünyadan uzaklaştıkça, Yr Krallığı'nın karışıklıklarından, Öbürkülerin Korosu'ndan, Sansür'den ve Yr tanrılarından da uzaklaşmış oluyordu. Yüzükoyun yatıp derin, düşsüz, erinç dolu bir uykuya daldı Deborah.

Ertesi sabah aile yeniden yola koyuldu. Araba motelden ayrılıp güneşli güne katılırken, bu yolculuğun sonsuza değin sürebileceği, duyduğu bu dingin ve olağanüstü özgürlüğün, Yr'nin genellikle çok buyurgan olan tanrılarıyla yönetim birimlerinin yeni bir armağanı olabileceği geldi Deborah'ın aklına.

Birkaç saat boyunca, gitgide koyulaşan kahve ve altın renkleriyle bezeli kırlardan ve gün ışığıyla beneklenmiş kasaba sokaklarından geçtikten sonra, anne, "Sapak nerde Jacob?" dedi.

Yr'de, Kuyu'nun derinlerinden gelen bir ses haykırdı: Masum! Masum!

Deborah Blau birden özgürlükten koptu, tepesi üstü yuvarlanarak çarpışan iki dünyanın arasında kalıp paramparça oldu. Daha önceleri de hep olduğu gibi, garip biçimde sessiz bir parçalanmaydı bu. Çok canlı bir varlık olduğu dünyada, gökyüzündeki güneş ikiye bölündü, toprak infilâk etti; Deborah'ın gövdesi parçalandı, dişleriyle kemikleri çatlayıp darmadağın oldu. Hayaletlerle gölgelerin yaşadığı öteki dünyadaysa, bir araba bir yerlerden sapıp eski, kırmızı-tuğlalı bir binanın önüne gelmişti. Victoria dönemi mimarisini yansıtan, yıkık dökük ve ağaçlarla çevrili bir binaydı bu. Bir akıl hastanesine göre, çok güzel bir ön cephesi vardı. Araba hastanenin önünde durduğunda, Deborah hâlâ çarpışmanın sersemliği içindeydi ve arabadan inip basamakları doğru dürüst çıkmakta, doktorların olduğu binaya girmekte çok güçlük çekti. Bütün pencereler demir parmaklıklarla kaplanmıştı. Deborah hafifçe gülümsedi. Uygun bir şeydi.

Jacob Blau demir parmaklıkları görünce sapsarı kesilmişti. Böyle bir şey karşısında, kendi kendine, 'dinlenme yurdu' ya da 'rehabilitasyon merkezi' gibi şeyler söylemesi olanaksızdı artık. Gerçek, demir kadar çıplak ve soğuk gelmişti ona. Esther zihninin içinden ona ulaşmaya çalıştı: Bu parmaklıkların olacağını tahmin etmeliydik. Niye bu kadar şaşırıyoruz ki?

Beklediler. Esther Blau hâlâ ara ara neşeli davranmaya çalışıyordu. Parmaklıklı pencereler dışında, oda sıradan bir bekleme salonunu andırıyordu. Esther odadaki dergilerin tarihlerinin eskiliği üzerine şakalar yaptı. Uzakta, koridorun aşağısında bir yerde, kocaman bir anahtarın bir kilitte dönerken çıkardığı madeni gıcırtıyı duydular. Jacob yeniden kaskatı kesildi ve hafifçe inleyerek, "Ona göre —bizim küçük Debby'mize göre değil..." dedi. Kızının yüzünde ansızın beliren acımasız bakışı görmemişti.

Doktor koridoru geçti ve odaya girmeden önce, kendine biraz katı bir görünüm vermeye çalıştı. Geniş omuzlu, tıknaz yapılı bir adamdı. Bu ailenin kaygılarının elle dokunulabilecek biçimde havada asılı durduğu odadan içeri daldı. Biliyordu, burası eski bir binaydı, insanların gelmeye korktuğu bir yerdi. Birazdan o, kızı alıp götürmeye çalışacak, anneyle baba da doğru olanı yaptıklarını düşünerek içleri yeterince rahatlamış bir halde, kızlarını bırakıp gideceklerdi.

Kimileyin bu odada, anne ve babalar, karı-kocalar, o korkunç ve iğrenç hastalık gerçeğini nefretle yadsıma yoluna gidiyorlardı. Kimi zaman da, garip bakışlı yakınlarını alıp geri götürüyorlardı. Korku ya da iyi niyet yüzünden varılan bir yargı —gözleriyle anne ve babayı yeniden ölçüp biçti— ya da uzun bir acı ve mutsuzluk sürecinin kendinden sonraki kuşakta sona ermesini istemeyen başıboş bir kıskançlık ve öfke tohumuydu bunun kaynağı. Doktor sevecen olmaya, ama aptalca davranmamaya çalışıyordu; az sonra da kızı koğuşa götürmesi için bir hemşire getirtmeyi başarmıştı. Bir şok kurbanına benziyordu kız. Doktor, kız odadan çıkarken bu ayrılığın anne ve babada yarattığı burukluğu sezmişti.

Doktor anneyle babaya, gitmeden önce kızlarıyla vedalaşabileceklerine dair söz verdi ve onları, önünde gerekli bilgileri yazacak bir bloknot olan sekretere teslim etti. Kızlarıyla vedalaşmalarından sonra yeniden gördüğünde, onlar da şok geçiren insanlara benziyordu. Doktor kısaca şöyle düşündü: Acı-şoku —bir kız evladın amputasyonu.

Jacob Blau, kendi kendini inceleyen ya da geçmişine dönüp yaşam biçimini tartıp ölçen bir insan değildi. Zaman zaman karısının, ardı arkası kesilmeyen sözcüklerle tutkularını tekrar tekrar vurgulayan, doymak bilmez bir insan olduğu kuşkusuna kapılıyordu. Gelgelelim, bu duyguda biraz kıskançlık da yok değildi. Onlara hiçbir zaman söylemediği halde, o da kızlarını çok seviyordu; o da kızlarına yakın olmak istiyordu, ama hiçbir zaman yüreğini onlara açamamıştı. Bu yüzden onlar da gizlerini ona anlatmaya hiçbir zaman cesaret edememişlerdi. Biraz önce büyük kızı, kilitler ve demir parmaklıklarla dolu bu iç karartıcı yerde, geri çekilerek öpücüğünü reddetmiş, neredeyse isteyerek ayrılmıştı ondan. Ondan hiçbir avuntu istemiyor, dokunmasından bile neredeyse ürküyor gibiydi kızı. Jacob öfkesi her zaman burnunda olan bir adamdı ve şu anda da, arıtıcı, katıksız ve doğrudan bir öfke patlamasına gereksinme duyuyordu. Ne var ki şimdi öfkesi korku ve acıma duygularıyla öylesine iç içe geçmiş durumdaydı ki, ondan nasıl kurtulabileceğini bilmiyordu. İçinde kıvranıyor, kokuşup duruyordu öfke; Jacob, bildik bir ülser ağrısının yavaş yavaş uyanmaya başladığını duyumsadı.

Deborah'ı küçük, sade döşenmiş bir odaya götürüp duşlar boşalana değin başında beklediler. Duştan sonra kurulanırken de, buharın içinde sakin sakin oturup onu tepeden tırnağa süzen bir kadın tarafından göz altında tutuldu. Deborah kendisine söylenenleri hiç sesini çıkarmadan yerine getirdi, ama bileğindeki yeni yeni iyileşmekte olan iki kesiği gözlerden saklamak istercesine, sol kolunu hafifçe içe dönük tutuyordu. Karşılaştığı bu yeni düzene uyarak odaya geri döndü ve sıkkın görünüşlü, alaycı bir doktorun yönelttiği birtakım sorulara yanıt verdi. Doktorun Deborah'ın arkasındaki uğultuyu duymadığı belliydi.

Deborah'ın şu anda bulunduğu ve Yr ile Şimdi arasında yer alan Aradünya'nın boşluğunda, Koro canlanmaya başlamıştı. Koro'nun üyeleri birazdan sövgü ve hakaret yağdıracak, onu her iki dünyaya karşı da sağırlaştıracaktı. Deborah, cezalandırılacağını anladığında çılgıncasına karşı saldırıya geçerek cezayı engellemeye çalışan bir çocuk gibi, onların gelişini engellemek için çırpınıyordu. Doktorun sorduğu kimi sorulara ilişkin gerçekleri anlatmaya başladı. Şimdi istedikleri kadar tembel ve yalancı desinlerdi ona. Uğultu biraz daha arttı; zaman zaman uğultunun içinden bir iki sözcüğü duyabiliyordu. Odada dikkatini başka bir yöne çekecek hiçbir şey yoktu. Boşlukta yitip gitmemek için sığınabileceği tek yer, elinde bir not defteri tutan buz soğukluğundaki doktoruyla Burası, ya da altın renkli çayırları ve tanrılarıyla Yr'ydi. Ancak, Yr'nin de kendine özgü dehşet ve yitim bölgeleri vardı ve Deborah Yr'den hangi krallığa geçebileceğini bilmiyordu artık. İşte bu konuda doktorların yardımcı olacağı varsayılıyordu.

Deborah, gürültünün ortasında giderek silikleşen kişiye baktı ve "Sorduğunuz bu şeylerle ilgili bütün gerçeği size anlattım. Şimdi bana yardım edecek misiniz?" dedi.

"Bu sana bağlı," dedi doktor somurtarak ve ardından defterini kapatıp dışarı çıktı. Bir uzman, diyerek güldü Düşen Tanrı Anterrabae.

Deborah sonsuza değin sürecek bir düşüş içinde olan Anterrabae'yle birlikte gitgide daha aşağılara doğru inerken ona, N'olur, ben de seninle geleyim, diye yalvardı.

Haydi gel bakalım, dedi Anterrabae. Ateşten yapılmış saçları düşüşün yarattığı esintiden hafifçe kıvrılmıştı.

Deborah o günü ve ertesi günü Yr'nin vadilerinde, uzamsal derinliğiyle gözleri dinlendiren o uzun toprak alanlarda geçirdi.

Bu olağanüstü bağış için Güçler'e büyük bir gönül borcu duyuyordu Deborah. Zorlu geçen şu son birkaç ay boyunca Yr'de aşırı derecede körlük, soğuk ve acıyla karşılaşmıştı çünkü. Şimdi, Deborah'ın görüntüsü dünya yasaları uyarınca sağda solda dolaşır, yanıtlar verir, sorular sorar, hareket ederken, artık Deborah değil, Yr vadilerinde yaşayan kişilere yaraşır bir ad taşıyan bir varlık olarak, kendisi şarkılar söyleyip dans ediyor, uzun otları okşarcasına esen rüzgâra ezberden ilahiler söylüyordu.

Eve dönerken, yol hastaneye giderken olduğundan daha uzun gelmişti Jacob'la Esther Blau'ya. Artık Deborah'ın yanlarında olmamasına karşın, gerçekten söylemek istediklerini söyleme özgürlükleri öncekinden de kısıtlıydı şimdi.

Esther Deborah'ı kocasından daha iyi tanıdığı kanısındaydı. Ona kalırsa, bu doktorlar ve kararlar zincirini başlatan etken, salt o çocuksu intihar girişimi değildi. Esther arabada kocasının yanında otururken, o saçma ve teatral bilek-kesme girişimine çok şey borçlu olduklarını söyleme isteğini duyuyordu. İçini kemirip duran, bir şeylerin gizliden gizliye ve korkunç derecede ters gittiği kuşkusu, sonunda böyle bir olayla açıklık kazanmıştı. Banyonun tabanındaki yarım-fincanlık kan, bir türlü adlandıramadığı duygularının, belirsiz korkularının tümüne belli bir somutluk getirmiş ve Esther hemen ertesi gün doktora gitmişti. Jacob'a onun bilmediği pek çok şeyi anlatmak istiyordu şu anda, ama bunu onu incitmeden yapamayacağını da biliyordu. Gözlerini yola dikmiş, yüzü gerilmiş bir halde arabayı kullanmakta olan kocasına baktı. "Bir iki ay sonra onu görmeye gidebiliriz," dedi.

Sonra, pek yakın olmayan ya da önyargıları ailelerinin akıl hastanesine işinin düşmesine izin vermeyen akrabalarına anlatacakları öyküyü tasarlamaya başladılar. Hastane onlar için bir okul olacak, geçen ay 'hasta' sözcüğünü çokça duyan ve bundan önce de sık sık derin şaşkınlıklara düşen Suzy'ye, kansızlık, halsizlik, özel bir rehabilitasyon merkezi gibi bir şeyler söylenecekti. Büyükanneyle büyükbabaya da her şeyin yolunda olduğu söylenecekti... bir çeşit dinlenme yurdu olduğu. Bir psikiyatra gittiklerini ve psikiyatrın böyle bir şeyi önerdiğini ikisi de biliyordu gerçi, ama o yerin görüntüsü anlatılırken değiştirilecek, parmaklıklı pencerelerden birinden gelen ve tir tir titreyip dişlerini sıkmalarına yol açan o tiz ve keskin çığlıktan söz edilmeyecekti. Deborah'a O Yer'de yapıldığı gibi, çığlığın da Esther'ın yüreğine kapatılıp gizlenmesi gerekiyordu.

Doktor Fried koltuğundan kalkıp pencereye doğru yürüdü. Pencere, hastane binalarının arka tarafına, ilerisinde hastaların yürüyüş yaptığı sahanın yer aldığı küçük bir bahçeye bakıyordu. Doktor elindeki rapora baktı. Terazinin bir kefesinde daktiloyla yazılmış bu üç sayfalık rapor, öteki kefesindeyse, bu vakayı üstlenince veremeyeceği dersler, ihmal edeceği yazılar ve reddetmek zorunda kalacağı danışmanlık çalışmaları vardı. Hastalarla çalışmayı seviyordu Dr. Fried. Bu insanlar hastalıkları sayesinde, pek az 'aklı başında' insanın yapabileceği biçimde, ruh sağlığı olgusunu inceliyorlardı. Sevgiden, paylaşımdan, hatta basit bir iletişimden bile yoksun kalmış olan bu insanlar çoğun, ona çok güzel gelen katıksız bir tutkuyla dolu bir özlem duyuyorlardı bu olguya.

Bazen, diye düşündü Dr. Fried üzgün üzgün, dünya birtakım kurumlarında bulunan insanlardan çok daha hasta oluyor. Almanya'daki hastanede, hastane duvarlarının öbür yanında Hitler diye birinin olduğu ve hangi tarafın aklı başında olduğunu kendisinin bile söyleyemediği bir dönemde karşılaştığı Tilda'yı hatırladı. Tilda'nın yataklara bağlanan, borularla beslenen ve ilaçlarla boyun eğdirilen nefreti gene de zaman zaman bir parça ışığın girmesine yetecek bir süre boyunca kaybolabiliyordu. Tilda'nın halatlarla kuşatılmış yatağından, yapmacık bir kibarlıkla ona gülümseyip, "Aa, girin girin, sayın Doktor. Hastanın yatıştırıcı çayına ve dünyanın sonuna yetiştiniz," deyişi geldi aklına.

Tilda da Hitler de yoktu artık ve şimdi, çok az bir yaşam deneyimiyle okullardan mezun olan genç doktorlara anlatılacak daha çok şey vardı. Gerçek anlamda bir iyileşme yıllarca sürebilecekken ve binlerce, on binlerce insan haykırarak, yazarak, telefon ederek yardım dilerken, özel hasta almak doğru bir şey miydi? Ansızın, bir keresinde hastasının hastalığından sonra bir doktorun en büyük düşmanı olarak nitelediği kendini beğenmişlik duygusuna kapıldığını sezince güldü. Hastaları birer birer ele almak Tanrı için uygunsa, onun için de uygundu.

Oturup dosyayı açtı ve sonuna kadar okudu:

BLAU, DEBORAH F.

16 yaş.

ÖNCEKİ HASTANELER: Yok

İLK TANI: ŞİZOFRENİ.

1. Testler: Testler üstün zekâ belirtiyor (IQ 140-150), ancak anneyle baba hastalıktan rahatsız. Birçok soru yanlış yorumlanıp aşırı ölçüde kişiselleştirildi. Görüşme ve testlere tümüyle öznel bir tepki. Kişilik testleri, zorlamalı ve mazoşist öğeler içeren tipik bir şizofreni durumunu gösteriyor.

2. Görüşme (Hasta alındığında): Başlangıçta, hastanın düşünce yapısı uyumlu ve mantıklı görünüyordu, ancak görüşme ilerledikçe, mantığı yer yer parçalanmaya başladı ve hasta düzeltme ya da eleştiri olarak nitelenebilecek her şeyden tedirgin oldu. Etkileyici bir savunma aracı olarak kullandığı zekâsıyla muayene edeni etkilemek için elinden geleni yaptı. Üç kez, hiç nedeni yokken güldü: hastaneye yatırılma nedeninin bir intihar girişimi olduğunu öne sürdüğünde bir kez, ayın kaçı olduğu gibi sorularda da iki kez. Görüşme sürdükçe davranışları değişti ve yüksek sesle konuşarak, yaşamında hastalığının nedeni olduğunu düşündüğü birtakım olayları rasgele anlatmaya başladı. Beş yaşındayken geçirdiği ve travmatik etkiler yaratan bir ameliyattan, acımasız bir bebek bakıcısından filan söz etti. Anlattıklarının başı sonu yoktu; olayları belli bir düzen içinde aktarıyordu. Birdenbire, hasta, anlattığı bir olayın tam ortasında öne doğru atılıp suçlarcasına, "Bu şeylerle ilgili gerçekleri size anlattım —şimdi, bana yardım edecek misiniz?" dedi. Görüşmeyi burada kesmek uygun görüldü.

3. Aile Hikâyesi: Doğum Chicago, Ill. Ekim 1932. 8 ay emzirilmiş. Bir kızkardeş, Susan, doğumu 1937. Baba, Jacob Blau, ailesi 1913 yılında Polonya'dan göç etmiş bir muhasebeci. Doğum normal. 5 yaşındayken üretradaki bir tümörün alınması için iki kez ameliyat edilmiş. Aile geçim sıkıntısı nedeniyle büyükanne ve büyükbabayla birlikte Chicago'nun bir kenar mahallesine taşınmış. Sonra durumları düzelmiş, ama babada ülser ve yüksek tansiyon ortaya çıkmış. 1942'de savaş nedeniyle kente göçmüşler. Hasta çevresine uyum sağlamakta güçlük çekmiş, okul arkadaşları onunla sürekli alay etmiş. Fiziksel açıdan ergenlik dönemi normal, ama hasta 16 yaşındayken intihar girişiminde bulunmuş. Uzun bir hipokondria hikâyesi var, ama tümör dışında hastanın fiziksel sağlık durumu iyi.

Dr. Fried sayfayı çevirip çeşitli istatistiksel kişilik faktörleri ölçümlerine ve test rakamlarına göz gezdirdi. Bugüne değin hiç on altı yaşında bir hastası olmamıştı. Hastanın kendisini incelemenin yanı sıra, böylesine kısa bir yaşam deneyimi olan bir insanın terapiden yararlanıp yararlanamayacağını ve bu yaştaki biriyle çalışmanın daha mı kolay daha mı zor olduğunu öğrenmek yararlı olabilirdi.

Sonunda, raporu doktor toplantılarındaki görevinden ve yazacağı makalelerden daha önemli kılıp ona karar verdiren şey, kızın yaşı oldu.

"Aber wenn wir... Başarırsak..." diye mırıldandı anadilinden kurtulmaya çalışarak, "daha yaşanacak güzel yıllar..."

Yeniden önündeki olgulara ve rakamlara baktı. Bir keresinde, buna benzer bir rapor nedeniyle hastanenin psikoloğuna, "Bir gün, hastalığın olduğu kadar sağlığın da nerede olduğunu bize gösterecek bir test yapmalıyız," demişti. Psikolog da, hipnotizma, ametyl ve pentothal ile böyle bir bilginin daha kolay elde edilebileceği yanıtını vermişti ona.

"Ben öyle düşünmüyorum," demişti Dr. Fried. "O gizli güç, çok derinlerde saklı bir sır. Gene de, eninde sonunda... eninde sonunda, tek yardımcımız o güç."

Okudum.. Diğer linklerdekileri de okudum..

Okudum da merağımı, kafama takılan soruları, giderebilmiş miyim?

Hayır..

Tersine sorular daha da arttı..

Kitabın sunuşunda, cevirmen, Nesrin Kasap –başka şeylerin yanısıra– şunları da söylüyordu..

Yazar, gerçekçi bir yaklaşım içinde, 'normal' insanlarla 'akıl hastası' insanların, başka bir deyişle, 'uyumlular'la 'uyumsuzlar'ın bakış açılarını karşılaştırırken, yanlı ve acımasız bir eleştiriciliğe de girmez. Amacı, daha çok, biçimci ve duyumsamaz kişilere bir düşünüp sorgulama çağrısı iletmektir.

Zaman zaman, Deborah'ın çocuksuluğu ve deneyimsizliğiyle, insanlara büyüyüp 'akıllanınca' unuttukları çocuk saflığını hatırlatma çabasına da dönüşen bu çağrı, hiç de asık yüzlü bir çağrı değildir. Anlatı bizi bir karanlığın içine sürüklese de, bu karanlığın içinde kimileyin sevimli bir naifliğin, kimileyin ironinin ve sık sık da güçlü bir gülmece anlayışının örneklerine rastlarız. Umuttan da yoksun değildir Sana Gül Bahçesi Vadetmedim. Bir gün, Deborah'a 'kavak ağaçlarına âşık olma' deneyimini yaşatan umut, satırların gerisinden varlığını sürekli duyumsatır.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'deki bunca içgörü, duyarlık, içtenlik ve ayrıntıcılığa bakıldığında, bu anlatının bir özyaşamöyküsü olduğunu düşünmemek neredeyse olanaksızdır.

Gerçekten de anlatının temel gereci, Joanne Greenberg'in kendisinin yaşadığı bir psikiyatrik tedavi deneyimidir. Ve yazar bu gerçeği iki küçük oğlundan gizlemek için, bir süre kitaplarında Hannah Green diye takma bir ad kullanır.

Evet, hepimiz biraz 'deli'yiz, biraz da 'akıllı'yız . Bunların derecesi de, esasen içinde bulunduğumuz ortama ne kadar intibak edebildiğimizle ölçülüyor –daha doğrusu ölçülürmüş gibi yapılıp bir kanaat oluşturulmağa çalışılıyor.

Kanaat oluşturmağa çalışanlar da 'biraz deli, biraz da akıllı' dediğimiz taifeden.. çünkü sonuçta onlar da insan..

Peki, de, neden 'sorularım arttı' diyorum?

Basit... İnsan, ister istemez, ilk aklına gelen şey olarak kendisi ile aynılaştırıyor romanın kahramanını.. Yani, romanın kahramanına şizofreni teşhisi konulmuş olmaısna rağmen, ben okuyunca önce azıcık paranoid oldum..

Acaba, bu kitabı bana okumam için tavsiyede bulunan ahbabım, bende şizofrenik belirtiler gözlemlediğini mi söylemek istiyordu?..

Yani, ben bir şizofren miydim?

Olabilir miydi; beni o denli yakından tanımayan bu ahbabım bana bu teşhisi koymuş olabilir miydi?

Ya, ben gerçekten bir şizofren olabilir miydim?

Eğer 'uyumlu' olmak ile 'uyumsuz' olmak ise temel ayıraç, bu kesinlikle mümkündü..

Ben, 'uyumlu' olmak gibi bir temel sıfatı oldum olası görebilmiş değilim kendimde zaten.. 'Hep, konunun öbür tarafından bakan' birisinin 'uyumlu' sayılması mümkün değil ki..

Dolayısıyla, ben de pekala bir şizofren olabilirim..

Tamam, ama, –kendimin bir şizofren olmak ihtimalini teyid etmek pahasına– bir de madalyonun öteki yüzüne baksak?

Ya, bana bir şeyler anlatmak istiyorduysa ve ben olanca angutluğumla anlamamış isem??

Yardımcı olabileceğim halde, anlamadığım için hiçbir faydam olamamış ise..

Yani, ben belki tam bir şizofren değilsem bile, aptalın tekiysem?

Bu daha mı iyi?..

Hayır.. aptallık çok daha kötü.

Fakat, son bir soru: Yarım yamalak bir şizofren bir başka yarım yamalak şizofreni nasıl anlar?

Anlamazsa, aptallığı hafifletici sebep midir?

Hangisi ise.. her iki halde de: Aptallığıma doymayayım. Çok üzgünüm. Kesinlikle.. bence, aptallık daha kötü... Kaybettiriyor.