Ol mâhiler

Onlar ki, şol kitâbın
Çeşmesine gelmişler;
Ne tadın bilmiş âbın,
Ne de içebilmişler

Satıh üstü bir fasıl;
Bir fasıl da derinde:
Ol mâhilerin nasıl,
Ne var akıl yerinde?

Müzmin Anonim

e-Sen

Kaprislerle kıyma yaptın
Huzursuzlukla kuşbaşı

Karpuz kavruldu fırında
Tadsız tuzsuz ve kemiksiz
Lop etten kebap tadında
Eyvallaha el sallarken
e-Sen-likler di-li-yorum

Müzmin Anonim
{serseribest usûl denemesidir; ölçü, vezin, kafiye, ma'nâ, imâ, ihsas, kinâye, mecaz, kripto vd zararlı ürün hak getire. duyarkaçarlar birliği kodeksine uygundur}

Bu ben..

Deryâ içre yanamam da
Sönmemeği anlatamam
Ne eririm ne mâhiyim
Islanmadan yaşlanırım

Herşey vardır da dünyamda
Ya fazladır ya nâtamam
Hem gâip hem vicâhiyim
Kutsansam da taşlanırım...

 Müzmin Anonim

Ekşi Sözlük, Wikipedia

Acaba böyle bir çalışma yapan oldu mu; bilmiyorum. Ama, birileri çıkıp, doktora seviyesinde, Ekşi Sözlük ile Wikipedia'nın --bulundukları toplumlar açısından-- yerini, ortaya çıkş karakteristiklerini, revaç ve rağbet bulmalarının sebeplerini bir incelese, çok ilginç sonuçlar çıkabilir ortaya.

Ve, yok yok, çıkacak sonuçların bizim kronik aşağılık kompleksimizi teyid etmesi de gerekmiyor. Hatta bence tersi bile olur; tersi değilse bile alâkası olmadığını bulacağımızı sanıyorum.

Wikipedia'yı oldukça sık kullanan birisi olarak, benim gördüğüm şey, Wikipedia'nın esasen bir Internet ansiklopedisi olduğudur. Bu böyledir de, bence ilginç olan o değildir; ilginç olan katılımcıların da bir tür disiplinle bu yolda gayret götermekte oluşlarıdır.

Tabii ki, Wikipedia faydalıdır. Faydalıdır, ama, ansiklopedik anlamda faydalı. Aklınıza gelen soruya, Wikipedia'da varsa, iyi kötü bir cevap bulabilirsiniz. Azıcık soğuk ve yavan bir bilimsellik sanitasyonundan geçmiş olduğu da barizdir.

Buna karşılık, Ekşi Sözlük daha farklı. O da içinde arama yaptığınız zaman bulacağınız maddelerle dolu. Dolu da, amacı maddi delil gibi bir yerlere takdim edeceğiniz türden kuru yavan şeylerle değil. Aksine, muğlak ve müphem denebilecek çok şey içerir. Menfi anlamda 'muğlak ve müphem' kasdetmiyorum; teyidi (sağlaması) zor olan anekdotlar, herkese herzaman uymasını beklemeyeceğiniz espriler ve bunların hepsini bir araya getirdğinizde de 'bilgi'.. fakat daha farklı bir 'bilgi'.

Buraya nereden geldiğimi söyleyeyim, gerçi çok da önemli değil, çünkü bu söyleyeceklerim epeyi zamandır aklımın bir köşesinde duruyordu..

Şuradan geldim:

Bir şarkı vardır, bilirsiniz, 'Sen kimseyi sevemezsin, sevmeyeceksin'.. her nereden aklıma takıldıysa bu şarkı çalmağa başladı kafamda.. Ama, aniden de 'yahu, sözleri bu kadar ağır olan bir şarkıyı acaba kim, kimin için ve ne sebeple yazmış olabilir?' sorusu da peydahlandı..

Google'da bir arayayım dedim; çıkan ilk 3 link sadece reklam amaçlı ve benim için anlamlı olmayan şeylerdi. Dördündüsü de Ekşi Sözlük.. yani, şurası. Bu başlık altında toplam 13 alt-madde yazılmış, kimi kısa kimi eh boyutlarında.

Bestecisinin Kâmuran Yarkın olduğunu öğreniyoruz. O kadar. Yani, nerede doğmuş, başak neler yapmış hakkında hiç bir şey yok. Merak edenler için o ayrı bir arama-bulma faaliyeti olsun istenmiş sanki [ve, ilgiçtir ki, bundan başka işe yarar bir bilgi de bulamadım].

Fakat, başka herhangi bir yerde hiç de kolay bulamayacağınız bir şey var, 11.ci maddede: Şarkının hazin hikayesi. Kısa olduğu için buraya alıyorum.

Bu şarkının söz yazarı ve bestecisi olan Kâmuran Yarkın'ın çok sevdiği, ikisi de doktor olan arkadaşlarından, erkek olanı, kendisine birgün, kendi içinde saklı olanları anlatmaya başlar:

"Bilirsin biz birbirimizi çok severdik Kâmuran, hayat bu işte.. Ben felç oldum.. Karım bana, doktor olması hasebiyle, ilk yıllarda çok iyi baktı, yardımlarını esirgemedi.. Tabii, ilerleyen yıllarda belki kendisine zor gelmiş olacak ki bana ilgisi azalmaya, hatta neredeyse ilgisiz olmaya ve benimle ilgilenmeyi bırak varlığım da ona fazla gelmeye başladı.. Sonrasında ise öğrendim ki, bir de sevgili bulmuş.."

Bu sözlerin kendisine çok koyduğu üzre, Kâmuran Yarkın, çok sevdiği, arkadaşı olan bayan doktor'a ithafen:

"sen kimseyi sevemezsin sevmeyeceksin... rüzgârların önünde kuru bir yaprak gibi sürüklenecek... sürükleneceksin...

şefkat nedir, aşk nedir? ömrünce bunu bilmeyeceksin... rüzgârların önünde kuru bir yaprak gibi... sürüklenecek... sürükleneceksin."

demiştir..

Şimdi.. evet, bu şarkının bu hikayesini başka bir yerde zor bulursunuz, ve doğru olup olmadığını da çok zor teyid edebilirsiniz.. O maddeyi yazan bunu uydurmadıysa (ki, uydurmak için ne sebebi olabilir), bu bir anonim kültür unsurudur artık.

Yani, sözlü anlatımın, yine ve ancak sözlü anlatım kadar disiplinli olduğu bir tarzın ürünüdür Ekşi Sözlük. Okuyanını da, yazanını da fazla kasmaz, sıkmaz.

Ve, evet, burasıdır bence en önemli fark: Ekşi Sözlük, okuyanı da, yazanı da fazla kasmaz, sıkmaz. Wikipedia ise öyle değildir, daha büyük 'abi'lerine özenir; hem kasıntı tarafı vardır, hem de sıkıcı tarafı.

Tabii bu dediklerimi bizim genel bakışımızı yansıtmak açısından söylüyorum. Biz, nedense, pek öyle fazla disipline, ciddiyete gelemeyiz. Gam, kasavet, keder bizi sıkmaz, ama ciddiyet öldürür..

Biz böyleyiz ve Ekşi Sözlük bu fay hattını çok iyi yakalamış bir örnektir.

Ekşi Sözlük'ü kimin ne zaman hangi yaratıcı sapıklıkla :) hazırladığını çok da araştırmadım, [aramadım degil, bulduklarımdan pek bir şey anlamadım demek istiyorum :) ] ama bizi en iyi temsil eden ve kurumsallaşmış bir şeyin ortaya çıktığa da ortada..

Esnekliği ilk bakışta tedirgin edici tabii.. tıpkı aşağı yukarı sadece bizde olan dolmuş 'sistemi' gibi.. Sistem oluşu da kendinden olan bir sistem. Demiryolları --şu veya bu sebeple-- olamadı, onun yerine dolmuş sistemimiz oldu. Kendiliğinden organize olan bir sistem gibi.

Internet'in omurgasını ABD'de askeri amaçlar için araştıranların bizdeki dolmuş sistemine baktıklarını hiç sanmıyorum, ama eskiden dudak büktüğümüz dolmuş sistemimiz de artık Internet sayesinde makbul bir eşdeğere kavuştu. Tek farkı, Internet bizdeki dolmuşlardan daha yeni.. Dolmuş sistemi de, ülke baştan başa tahrip olmazsa savaşlara en dayanıklı sistem olacak bence :)

Neyse. Ekşi Sözlük'e tekrar geri döneyim. Her kimler katkıda bulunduysa teşekkür etmek isterim. Keşke daha organize olsa, daha doğru dürüst yazılsa dediğim olmuyor değil; ama o zaman bellki de hiç olmazdı..

Şimdi, bunu söylediğim zaman bana kızacak ilgili sitenin sahipleri, ama azar azar da olsa Ekşi Sözlük sitesinin bir kopyasını kendi makinama kaydedeceğim --yani 'rip edeceğim--, öyle bir şeyin birden fazla yerde yedeğinin olması gerekiyor çünkü :)

Bu kadar şey söyleyip yazının yazılmasına sebep olan şarkıyı es geçmek olmazdı. Görüntülü de olsun derseniz, aşağıda Derya Koç tarafından icra edilen bir örneği var. Hiç de fena sayılmaz.

Klasik sayılabilecek birilerinden dinlemek isterseniz, Zeki Müren'den dinlemek isterseniz bu linkte bulabilirsiniz.

Tabii, 'Sen Kimseyi Sevemezsin, Sevmeyeceksin' sizi çok da açmıyor olabilir, o zaman belki 'Sevemez Kimse Seni Benim Sevdiğim Kadar' ya da başka bir şey de dinleyebilirsiniz.

Bu benim mırıldandığım mı desem, kulağımda çınlıyor mu desem, takılıp kaldığım parçaydı. Sizin havanıza karışmış olmak ne haddime :)

Yaw, yazıyı yazdım bitirdim, hala daha böyle şarkıları kim niçin yazar sorusunun cevabını tam olarak çıkarabilmiş değilim...

Ekşi Sözlük'çüleri göreve davet ediyorum :)

[sonradan ekleme: bi dakka yaw.. kaç kisi çikiyo böyle çengili çomakli yazi yaziyo Ek$i Sözlük hakkinda.. sirf bu yazi ile onlara onyüzmilyonbin hit gitmistir. artik birisi de çikip oraya adam gibi bir Muzmin Anonim sayfasi ekler herhal.. bu millet sevdiklerini vatanin bagrina basar.. bilirim..]

Gerçekten garip bir ziyaret...

Mahir Kaynak hocamız bu yazısında çok senteresan şeyler söylüyor. Enteresan ve anlaşılmaz.. Fakat, hocamızın kolay anlaşılmaz olduğu yeni bir şey değil. Ama, bu yazısında yeni bir şeyler söylüyor. Yeni, ve tedirgin edici. Okumanızı tavsiye derim.

Papa’nın ziyareti

Kendimi, çözmekte çok zorlandığım, bir sürü noktalarını muğlak bırakmak zorunda olduğum bir problem karşısında kalmış gibi hissediyorum. Ziyaretin ne amacını, ne de sonuçlarını anlayabiliyorum. Başka bir ifadeyle, olumlu herhangi bir sonuç yaratmasını beklemediğim bu ziyaretin niçin gerçekleştirilmek istendiğini çözemiyorum.

Dünyada din motifli bir çatışma yaratıldığı ve bunun dinler arasında bir gerginliğe neden olduğu günümüzde böyle bir ziyaret, çatışmanın duygusal boyutlarını hafifletmek ve barış havası estirmek için yapılmış olabilir mi, sorusuna olumlu bir cevap veremiyorum. Ziyaret öncesi Papa’nın İslam karşıtı sözleri böyle bir amacın olmadığı gösteriyor.

Ayrıca ülkemizdeki dini hassasiyeti yüksek kesimlerin, özellikle siyasal iktidarın çekingen tavrı, bu sonucu imkansız hale getiriyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın olayı misafirperverlik sınırları içinde ele alması da beklenen başka bir sonuç olmadığı izlenimi yaratıyor.

Bazılarının amacın Ortodokslar’la Katolikler arasındaki dini gerginliği hafifletmek olduğu biçimindeki analizleri olayı daha vahim bir boyuta taşıyor ve böyle bir buluşmanın İstanbul’da gerçekleştirilmesinin olumsuz imalar içerebileceğini düşündürüyor.

Güvenlik güçlerini temsil eden görevlilerin tepkilerin medeni sınırlar içinde yapılması yönündeki telkinleri bir takım tepkilerin olacağının beklendiğini gösteriyor.

Buna karşılık seyahatten memnun kalacak bir kesimin olacağı konusunda hiçbir işaret yok. Papa, ilgisizlerle karşıt olanların bulunduğu, herhangi bir yandaşının olmadığı topraklarda konuk edilecek gibi görünüyor. Papa’nın itham ettiği dinin mensubu olan halkımızın onu coşkuyla karşılaması beklenemez, karşılamak isteyenler de buna cesaret edemez.

İki taraf da birbirini eleştiriyor hatta itham ediyor ama yan yana geliyorlar. Böyle bir olayın benzerinin olduğunu hatırlamıyorum.

Böyle bir durumda görünenin dışında amaçların olduğunu düşünmek kaçınılmaz hale geliyor ama bu da ancak olumsuz senaryolarla dile getirilebileceği için söyleyeceklerimizi yutkunmak zorunda kalıyoruz. Sadece çok önemli ve aynı ölçüde riskli sonuçları olabilecek bir seyahatin söz konusu olduğunu söylemekle yetiniyoruz.

Dünya siyasetine yön verenler ne düşünür ve ne gibi planlar yaparlar sorusu bu seyahati değerlendirmek için tutulacak en iyi yol olarak görünüyor. Ancak bu değerlendirmeyi hiçbir somut veriye sahip olmadan yapmak gerekiyor. Yani elimizde sadece, çoğumuzun alay ettiği, komplo teorisi üretmekten başka bir imkan yok.

Olumsuz sonuçları olacak ve bunun dünya kamuoyunda önemli tepkiler yaratacağı bir olayla karşılaşacağız. Dinler arası diyalog, medeniyetler arası barış sona erecek ve ülkemiz bu oluşumun ana rahmi olacak gibi görünüyor. Ben bu seyahatin hiç olmamasını tercih ederdim.

Tesettürlü IP...

Yok yok, bu başlıkla yine bitmez tükenmez bir başörtüsü muhabbeti başlatmak amacında olduğumu sanmayın; benim bahsettiğim 'tesettür' başka bir şey... Diyelim ki, iyiniyetlisiniz ve IP adresinizin gittiğiniz (uğradığınız) bloglarda, sitelerde filan görünmesini istemiyorsunuz.. Niçin hem uğruyor hem de tanınmaz olmak istediğinizi açıklayacak mutlaka anlamlı bir sebep vardır --her ne kadar benim aklıma pek de anlamlı bir şey gelmiyorsa da.. Elin keferesi bu tür ihtiyaçlara da cevap verecek çözümler geliştirmiş sağolsunlar varolsunlar. Tek çözüm de tabii ki bu değil ama, deneysel sayılabilecek bir örnekten bahsetmek istiyorum. PlanetLab diye bir şey kurmuşlar. Siteye giderseniz, dünyanın 345 yerinde çıkış noktaları olduğunu görebilirsiniz. Her ne kadar, asıl amacı milletin IP adreslerini gizlemek değilse de, o işe de yarıyor. Başka şeylere de. Neyse, bizim, IP tesettürü amacımız açısından teknolojinin incik boncuğu ilgimizi pek de çekmiyor; kafamız da şişer zaten o tür şeylerden... Doğrudan doğruya sadede geleyim: Aşağıdaki resimlerde gördüğünüz ayarları tarayıcınıza uyguluyorsunuz. O kadar. Ama, önce çalıştığından emin olmanın yöntemini anlatayım da, gizlemeğe çalıştığınız o kıymetli IP numaranız her uğradığınız yerde ayna gibi sırıtmasın. Bu değişiklikleri yapmadan önce, şurayı tıklayın ve çıkan sayfanın tepesinde büyük büyük yazan sayıyı not edin. Bu şöyle bir şey olabilir: 80.123.90.70 [temsili bir numaradır, gerçek bir numaraya denk gelirse tamamen tesadüftür.] Ardından da ayarları yapın. Ve tekrar bu linki tıklayın. Eğer farklı bir numara çıkıyorsa, çalışıyor demektir. Bu kadar basit. Blog sahipleri için de bilmeleri gereken bir çeyler var tabii ki. Mesela, ilk şey, bu bağlantıların IP adreslerinin 128 ile başladığını bir tarafa not edebilirsiniz. O IP adresine erişmek istediğinizde karşınıza PlanetLab'ın sitesi çıkar. Oradaki arama fonksiyonalitesinden, gelen o IP'nin geliş saati ile birlikte şikayette bulunursanız, o kişinin bu imkanı kullanmasını belli bir süre için engelleyebilirsiniz. Bu süre, telekomdan sabit IP kullanmayanlar için, IP adresinin değişeceği güne kadardır. Sabit IP sahibi olanlar içinse, sürekli yasaklanırlar. Ayrıca, nasıl isteyeceğinizi biliyorsanız, ilgili IP'nin karşılığı olan gerçek IP adresini de öğrenebilirsiniz. Tekrar ediyorum: Ben olsam yapmazdım. Bu tür gizlilikleri ben anlamıyorum, anlayışla da karşılamıyorum. Bu, benim tercih ettiğim türden bir anonimlikten (anonim fakat sabit bir kimlikli) çok farklı.. çünkü, kimliksiz... Muhatabınızı muhatap kılan şey onun nüfüs kağıdı değil --nüfüs kağıdının da sahtesi kolayca yapılabiliyor. Kimliği, sabit kimliği önemli. Sabit kimliği olmayana güvenmek zordur, hatta imkansızdır. 'Binbir surat'lara güvenilmez genelde. Fakat, tabii ki, bu benim kişisel görüşlerim; sizi bağlamak zorunda değiller. Bu yazıyı da, yapasınız diye değil, yapılabildiğini bilesiniz diye yazdım. Başka yolları da var; bu sadece bir örnek.

Al beni vur bana..

elalemden aparmam
ben kendimden yazarım
hileye merak sarmam
varsın gelmesin zarım
meçhule müptelâyım
kahkaha çıkar zârım
ne belâ ne alâyım
ne çeker ne uzarım
beni çözmek müşküldür
kurcalarsan azarım
sen yeter ki vur öldür
mezarı ben kazarım
 Müzmin Anonim

{bencil bir denemedir; ölçü, vezin, kafiye, ma'nâ, imâ, ihsas, kinâye, mecaz, kripto vd zararlı ürün içermiyorsa şaşırmamak lazımdır; yazana çekmiş olabilir. sağırsazendeler heyetince terennüm edilmiştir.}

Değil...

Her bakmayan kör değil, konuşmayan lâl değil..
Bu kaprisli işkence tasvir-i muhâl değil;

Güzel değil, hak değil, hikâye, masal değil;
Görenler şahittir ki dayanılır hâl değil.

Demediklerim iptal, hakkımsa helâl değil...

Müzmin Anonim

{yol havası makamında bir denemedir; ölçü, vezin, kafiye, ma'nâ, imâ, ihsas, kinâye, mecaz, kripto vd zararlı ürün içerebilir. vurukaçarlar birliği kodeksine uygundur. dikkatli okunmasında fayda vardır.}

Tüh müh..

O güzeldi, ben de onun tipiydim
Fakat başlamadı çünkü ben çoktan
Cenneten elmayı kovmuş gibiydim

Müzmin Anonim

kardeşim

nasıl tanımazsınız
ben hayatım, kardeşim
çekilmezliğimle çekilirim
vazgeçilmezliğimle terkedilirim
yaşanır yaşanır tabutlanırım
kutsanırım putlanırım
ne kadar istersen iste
herkese eksik deste
düşer
kimine az, kimine çok
kiminkinden gani, kiminkinde yok
pişer
fakat sadece biz yeriz
'biz' bir ikiz kardeşiz
ikizimi henüz tanımadınız
ama, ben hayatım, kardeşim

Muzmin Anonim

Acaba..

Endişeyle tanyeri ağarıp saçım kadar Şafakla gün mü doğar yoksa gece mi batar.. Müzmin Anonim {ölçü, vezin, kafiye, ma'nâ, imâ, ihsas, kinâye, mecaz, kripto vd zararlı ürün içerse ne, içermese ne...}

Dış borç: 2 milyon adet genç

Ben kolay iflah olamayacağım anlaşılan.. Şimdi de durduk yerde, rüştünü ispatlamış bir kişinin kaça malolduğunu merak eder oldum...

Aslında merak ettiğim şey maliyet değildi; fiyatını merak ediyordum, ama, maliyet-kiymet-fiyat arasında bir ilişki olmadığını bile bile, bulabildiğim verilerden, yani maliyetten yola çıkmak zorunda kalıyorum.

Türkiye'de bu konuda yapılmış bir çalışma var mı, bilmiyorum. Benim hatırlar gibi olduğum tek çalışma da, galiba benden bile önce yapılmış bir çalışma..

Türkiye'de trafik kazalarının maliyetini hesaplamak amacıyla yapılmış bir çalışmaymış..

Bir trafik kazasında ölen kişinin yaşından hareket ederek, kazada öldüğü yaşını ortalama ömründen çıkarıp, yaşasaydı ekonomiye her sene ne kadar katkıda bulunacağının hesaplandığı bir rakam.

Ya da, sakat kalanlar için, bu sakatlığın yukarıdaki katkıda oluşturacağı kayıpları dikkate alan bir hesap.

Bu çok ilginç bir çalışmaymış; o kadar ilginç ki, elde ettikleri rakama kimse itiraz edeMEmekle birlikte, bu (ülkenin yıllık bütçesinden büyük) rakamın korkunçluğu karşısında, problem tanımını biraz sadeleştirmeğe karar vermişler.

Kısacası, ölenler için defin (gömme, cenaze) maliyeti ve yaralananlar için de pansuman ve acildeki hastane maliyetini dikkate almak kararı vermişler. Böylece, trafik kazalarının faturası daha bir sineye çekilir olmuş..

Türkiye'de bundan başka bir çalışma varsa bile benim haberim yok; zaten benim ilgilendiğim tarafı da kazalar yoluyla kaybettiklerimizin muhammen bedeli değil. Ben, bir insanın belli bir yaşa kadar getirilmesi için kaç para gerekir sorusunu sormak istedim. Bu rakam bizde yok galiba.

Fakat, ABD'de birileri bunu oturmuş ve hesaplamış --sağolsunlar. TC'nin küçük ABD olmak hevesini de bildiğimiz için, bu hesap sonucunda çıkan rakamı buralar için de ciddiye alabiliriz bence.

ABD Ziraat Bakanlığının, 2000 yılında yaptığı bir fakat calışmaya göre, ABD'de 2000 yılında doğan bir bebeği 18 yaşına erdirmenin maliyeti şöyleymiş:

Düşük gelirli aileler: 117,390 Dolar Orta gelirli aileler: $160,140 Dolar Yüksek gelirli aileler: $233,850 Dolar

Mukayese etmek için, orta gelirli bir ailelenin 18 yaşındaki çocuğunun 1960'larda 25,230 Dolara mal olduğunu da ekliyorlar.

Bu son rakam aslında bir sürü açıdan ilginç. Arada yaklaşık 40 sene yaş farkı olan iki kişinin maliyetlerinde ciddi artışlar var.

Yeni model bir velet, bir önceki nesle kıyasla, tam altı kat daha pahalıya patlıyor.

Gelişen teknoloji ve üretim kabiliyetimizin buna hiç bir pozitif katkı yapmamış olması, tersine maliyet artırıcı davranması benim için çok şaşırtıcı... Her şeyin belli bir zaman aralığı içinde fiyatının yarıya düşeceğini, buna karşılık da performansının iki katına çıkacağını öngören şu meşhur 'Moore Kanun'u burada alenen duvara toslamış ve geri gelmiş gibi görünüyor..

Altı kat daha kıymetli olup olmadığı tartışılabilir --sonuçta, kıymet bir subjektif değerlendirmedir (gerçi fiyat da, maliyet de öyledir; ama, çoğumuz bunlara dikkat etmeyiz)-- ama performanta anlamlı bir artışın olduğunu pek gözlemleyemiyorum.

Neyse.. Tekrar konumuza dönersek; ABD'de 160,140 Dolar masrafla 18 yaşına eriştirilen bir çocuk acaba bizde kaç paraya mal olur?

160,140 Doları 'Hamburger Standard'ı üzerinden dönüştürürsek 51,658 adet BigMac ediyor. Türkiye'de BigMac'ın fiyatı 4.65 YTL olduğuna göre, 240,210 YTL ediyor.

Şu anda Türkiye'de 1 dolar 1.45 YTL olduğuna göre, orta gelirli bir ailenin çocuğunu 18 yaşına getirmesi için 165,661 Dolar masraf gerekiyor.

İlginç değil mi, Türkiye'de çocuk sahibi olmak ABD'den 5,000 Dolar daha pahalı..

Tekrar söyleyeyim: Burada konuştuğumuz rakamlar maliyet rakamlarıdır. Fiyat veya kıymet değil.

Peki de, ben bu rakamları niçin arıyordum... bunca rakama ve teferruata boğulunca neredeyse ben bile unutur oldum..

Hazine Müsteşarlığının rakkamlarına göre, özel sektör ve kamunun kısa, orta ve uzun vadeli borç toplamı (yuvarlak rakkam olarak) 166 milyar Dolar imiş..

Şimdi.. borcumuzu nakit para olarak değil de, evlatlarımızla ödemek zorunda kalırsak, kaç kişiden bahsediyoruz acaba?

Diyelim ki, maliyetine vermek zorunda olduk.. Bu durumda, 1,002,046 kişi ediyor.. Yuvarlak sayı, 1 milyon adet kişi --onsekiz yaş ve altında bir milyon adet kişi..

Tabii ki, bu sayı kabul edilir bir şey değil. Bunlar orta direğin çocuklarıdır. Onun yerine daha ucuz olan, alt gruptakileri düşünmek çok daha makul olsa gerek.

Gerçi, kıymet düşeceği için, o zaman bu sayı iki katına çıkar, yani 2 milyon adet kişi --onsekiz yaş ve altında bir milyon adet kişiden bahseder oluruz ama o artık önemli değildir. Bu yazının muhatap (okur) kitlesinde onlar yokturlar çünkü.

Neyse. Sadece kelle sayısını bulmak yetmiyor tabii. Bu sayıyı teslim etmek yeteneğimiz var mı yok mu, ona da bakmak lazım.

Baktığımız zaman şunu görüyoruz: Türkiyen'nin yıllık '18 yaşında erkek' rekoltesi 650,000 bin adet...

Tabii ki bu sayıda kızlar kadınlar yok. Onları birer ticari emval kabul edemeyiz.

Fakat, bu sayıda bütün gelir grupları var --düşük, orta ve üst gelir grupları. Bu da kabul edilebilir değil. Biz sadece düşük gelir grubundakilerle bu ödemeyi yapmağı planlıyoruz.

Planlıyoruz ama, bu detay azıcık sorun oluyor çünkü benim elimde sadece düşük gelir grubundakilere ait bir rakam yok. O yüzden tahmini bir oran kullanmam lazım.

Bence, düşük gelir grubu bu ülke nüfüsünün yüzde 70 kadarı demektir --bu iyimser bir tahmin olabilir ama hiç yoktan iyidir.

Yüzde 70 rakamını kullanırsak, yıllık harcanabilir 18 yaşındaki erkek rekoltemizin 455,000 adet civarında olduğunu buluruz.

Bize 2 milyon adet kişi lazım olduğuna göre, yaklaşık 4.5 senede borcumuzu kapatmamız sözkonusu demektir. Faizi-maizini de katarsak, 5 sene..

Şimdi.. bu rakamları iyi okumak lazım..

Dış borcumuzun çok önemli bir kısmından istifade eden kesimin orta ve üst gelir grupları olmasına karşılık, bu borcun 5 senelik fakir genç erkek rekoltemizle ödenebilir olması demek, borçlanmamızın sürdürülebilir olması demektir.

Azıcık rakamlardan anlayan herhangi birisi bunun böyle olduğunu görecektir.

Görüldüğü üzere, sağa sola barış gücü filan gibi isimler altında gönderdiğimiz bir kaç bin gencimiz anlamlı bir gaye çerçevesinde oralardadırlar ve çok şükür ki, disposable kaynaklarımız fazlasıyla vardır.

Bu noktada, bir de cenaze bedellerini dikkate almak lazım olabilir ama, üzerinde durmayacak kadar ucuz olduğunu düşünüyorum. Cenaze bedellerini orta ve üst gelir grupları ödeseler bile anlamlı bir yekün tutmaz.

Zaten her muhasebecinin pekala bildiği üzere, her türlü emtea nakde dönüştürülürken bir miktar masraf açar. Fakat, önemsizdir.

Dolayısıyla, bence borçlanmağa devam..

Bu oyun..

Adil değil bu oyun!
Sen hakim kürsüsünde,
Jüri savcı süsünde;
Ben hep zanlı, hep sanık;
Gayri küskün, usanık:
Kopa kementte boyun!

 Müzmin Anonim

{yeter yahu denemesidir; ölçü, vezin, kafiye, ma'nâ, imâ, ihsas, kinâye, mecaz, kripto vd zararlı ürün içerebilir. sakarhıyarlar birliği kodeksine uygundur. dikkatli olunmasında fayda vardır.}

Kimin?

Çeken kim, soluyan kim?
Kimin nefesi kimin?

Duyan kim, uluyan kim?
Çığlık bestesi kimin?

Yazan kim, okuyan kim?
Ömrün güftesi kimin?

Çözen kim, dokuyan kim?
Soru hecesi kimin?

Açan kim, kaplayan kim?
Kader beldesi kimin?

Çarpan kim, toplayan kim?
Kalan eldesi kimin?

Müzmin Anonim

{ölçü, vezin, kafiye olduğu umulmakla beraber; imâ, ihsas, kinâye, mecaz, kripto vd zararlı ürün içermez. bakarduyarlar birliği kodeksine uygundur}

Muazzez Özlem Kakafonisi..

Benim açımdan, bu meselenin tek sorumlusu Cevdet Akbay'dır :) Benim açımdan, çünkü konuyla uzaktan yakından alakam olmadığı halde onun yazdığı bir yazıya gözüm takıldı ve bir kısmına itiraz ettim. Sonunda tatlıya bağlandı mı bilmiyorum. En azından kavga etmedik --ki, bu devirde bu çok önemli bir farktır :)

Fakat, tabii ki, dünyanın iki ucundaki sıradan iki fani yazı yoluyla konuşmuş ve iyi kötü bir noktaya yaklaşmış demek meselenin bütün dünya alem için hallolması anlamına gelmiyor.

Gelseydi çok iyi olurdu, ama, gelmediğini Özlem Albayrak imzasıyla Yeni Şafak'ta çıkan yazıda görebiliyorum.

Yazıyı okudum. Sadece konu ile alakalı bulduğum kısımları alacak olsam cidden haksızlık edeceğim çünkü kala kala bir iki cümle ya kalır ya kalmaz..

Daha da beteri öyle bir şey yaparsam, bunun emsal teşkil edeceğinden korkarım; benzer şekilde birileri benim yazdıklarımın konu ile alakasını sorgulayacak olsa, yazdıklarımdan geriye pek bir şey kalmayabilir. O yüzden, öyle yapmayacağım; yazılanın arasına yazacağım.

Muazzez İlmiye'nin düşüncesi
Başlığa dikkat.. Burası önemli.. çünkü bu yazıda düşünceden bahsedecek anlamına geliyor gibi. Aralarındaki samimiyet de dikkat çekici --hanım-manım gibi hitap teferruatlarıyla vakit kaybetmiyor. OK, itirazım yok.

Ben de ondan cesaret alarak 'Muazzez hanım Özlem hanım Kakafonisi' demek yerine 'Muazzez Özlem Kakafonisi' dedim.

Kısa ve özlü oldu, tasarruf etmiş oldum. Fakat, yazının içinde 'hanım' ya da 'bey' türü hitapları kullanmağa devam edeceğim.

Aranızda, Muazzez İlmiye Çığ adını bundan altı ay öncesine kadar duymuş olan var mıydı? Cehaletime verin, ben duymamıştım. Ta ki, başörtüsünü ilk kullananların Sümerler'de fuhuş yapan Tapınak Rahibeleri olduğunu söylediği için yargılandığını öğrenene kadar.

Daha önce yazmıştım. Aramızda benzerlikler olduğu kesin. Ben, gerçi bir kaç sene öncesinden duymuştum ama önemli değil. Bu, olsa olsa aramızda cehaletin dereceleri açısından fark olduğu anlamına gelir.

Zaten, hiç duymamış olsak ne önemi var? Kişinin ne derece meşhur olduğu mu, yoksa ne dediği midir önemli olan?

Karşımızda, önünde akan suların durduğu, gıkımızı çıkaramayıp, itirazımızı çıkınımıza koyduğumuz, düğmelerimizi ilikleyip, saygıya garkolduğumuz bir bilimizm vakası daha vardı işte. Yani bu bilgiler kil tablet ve yazıtların günümüze tercümesinden elde edilmiş akademik veriler olduğu için, teşrih etmeye kalkışacakların, eleştiri getirmeye niyetleneceklerin lafları ağızlarına tıkandı. 'Hrant'a, Elif'e gösterilen ilgi neden bilimkadınından esirgendi' girişleriyle 'düşünce özgürlüğü' yazıları birbiri ardına sökün etmeye başladı. Sonuçta da, 'Ülkemi AB'ye şikayet etmeyeceğim' diyerek Milli Şef dönemi tarzı bir kahramanlık algısıyla vatanseverliğini barkodlayan bilimkadınının, "geniş medya desteğini arkasına alan" herkes gibi, suçsuzluğuna karar verildi.

Öyle mi olmuş? Olabilir; ben takip etmedim.

İş işten geçtikten sonra anlaşıldı ki, davanın konusu, hiç de öyle "bilimin dine karşı zaferi" falan değilmiş. Ne Sümerlerle, ne de tabletlerle ilgisi olmayan 'camilere aşk odası yapılsın, imamlar genelevlerde nikah kıysın' şeklindeki galiz hakaretlermiş.

Buradaki "anlaşıldı" kelimesi var ya.. dananın kuyruğu orada kopuyor bence.. yani yazıya başlar başlamaz, 'anlaşıldı' değil de 'anlaşılmadı' ya da 'yanlış anlaşıldı'..

Öte yandan, bu paragrafı okudukça, güleyim mi ağlayayım mı, bilemiyorum.

Kemalistleri savunmak bana mı kaldı diyorum bir yandan; bir yandan da Muazzez hanımın avukatı ben miyim diyorum; öte yandan da, bu kadar yanlış anlamak ya tahsille ya da zorlama ile olur diyorum..

Özlem hanımın durduğunu sandığım yeri anladığımı sanıyorum. Okuyucuyu heyecana, ölçüyü kaçırırsa da galeyana getirmek.. Galeyan peşinde olduğunu sanmıyorum, ama ölçüyü kaçırırsa o noktaya gelebileceğini söylüyorum.

Peki de, ölçü nedir? Ölçü tayincisi en miyim? Hayır, tabii ki ben değilim.

Ama, ölçü insaf olsa çok iyi olur.. Şöyle:

Bu ülkede, Kemalizmin en heyheyli zamanlarında bile, kimse çıkıp "'camilere aşk odası yapılsın, imamlar genelevlerde nikah kıysın' şeklindeki galiz hakaretler"de bulunmadı --en azından ben duymuş değilim.

Şu anda aramızda olan Kemalistler için aynı şeyi belki söyleyemem, ama orjinal Kemalistler için bir sürü şey söylemek mümkün olsa da bu kadar salak olduklarını iddia etmek zordur...

Özlem hanım, nedense, parmağa parmağa bakmakta ısrar ediyor. Muazzez hanımın itiraz ettiği şeyin, ipin ucu çoktan kaçmış olan 'folklorik imam nikahı' olduğunu ya hiç görememiş, ya da görmek istememiş..

Bütün kadınların kadınların mağduriyetine karşı tavır almaları şart değil tabii, ama, 'folklorik imam nikahı' yoluyla mağdur olan kadınlar hakkında da bir iki kelime etmesini beklerdim Özlem hanımdan. Ben bulamadım; bakın bakalım siz rastlayacak mısınız?

Vatanseverliğini, ülkesini şikayet etmeme sözüyle kanıtlamış Muazzez İlmiye'nin, 2004'te köpekleri denek hayvanı olarak yurtdışına kaçırmakla suçlanan kızı Yuli Weston'ın Türk olarak anılmaktan rahatsızlık duyarak annesinin kim olduğunu gazeteciye zorla söylemiş olmasının konumuzla ilgisi yok tabii. Ama belli ki, Cumhuriyet kadını, ulusperver değerlerini kendi öz kızına benimsetememiş.

OK. Bu büyük bir eksiklik. Bu durumda olan anne-babalar, hatta sülale mensupları hiç bir konuda hiç bir şey diyeMEmelidirler. Öyle değil mi? Soyunuzda bir çürük elma varsa, soyağacınız toptan susmalıdır yani..

Kızının işlediği suça benzer biçimde, 17 Mart 1985 tarihli Nokta dergisinde, "İnsanların denek olarak kullanıldığı bir laboratuar, HZİ'nin kobayları" haberine konu olan Muazzez İlmiye Çığ'a, muhabirler Semra Somersan ve Güldal Kızıldemir tarafından ise, bir türlü ulaşılamamış. Şimdilerde sayfa sayfa röportajlarını okuduğumuz bilimkadını o dönemde başkanlığını yürüttüğü vakıfta olup bitenleri anlatmak için medyanın karşısına çıkmamış. Elbette bunun da konumuzla ilgisi yok. Ancak, merkezi ABD'deki bir ilaç şirketine para karşılığı insan denekler bulma işini, bilime atfedilmiş dokunulmazlık nedeniyle suç olmaktan çıkaramayız ve bunu pek de vatanseverlik sayamayız, değil mi?

Yok. Sayamayız. Gerçi konuyla alakası olmadığını vurgulaya vurgulaya koskoca paragraf buna ayrılmış ve ben de ilgisini göremiyorum, ama, evet, orada sanki bir şeyler var..

Var da, tam olarak ne olduğunu da anlayamadım. Kesinleşmiş bir suç mu var; varsa nedir; konumuzla alakası nedir.. bilemiyorum.

Ama, olsun. Aklımıza gelen şeyleri yazabiliriz. Köşe bizim köşemiz, blog da bizim blogumuzdur sonuçta..

Aynı mantıkla bakılınca, İlmiye Hanım'ın camiler ve imamlarla ilgili sözlerinin de, düşünce özgürlüğü bağlamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği tartışılır.

Burada ilginç bir espri buluyorum ben.

O da şu ibare ile başlayan kısım "aynı mantıkla bakılınca"... ya da böyle diyerek alakasız şeyleri bir araya getirmenin mantığıyla bakmak.. hoş bir espri.. keşke bir de fıkra köşesi olsaydı Özlem hanımın..

Çünkü, düşünce, eleştiri içerebilmesine rağmen, hakarete vardığı anda bir diğer özgürlüğü ihlal etmiş, yani sınırı geçmiş demektir.

Doğru. Ama, bunun hakaret olduğunu belirlemek gerekiyor önce. Öyle değil mi?

Yani "ben demokratik hakkımı ve özgürlüğümü kullanarak toplumun kutsallarına hakaret edeceğim" diyemezsiniz anlamına gelir bu. Örneklersek, düşünce özgürlüğünde zirve yapmış bir batı kentinde, "komşuma işkence, tecavüz etmek istiyorum" diye düşünseniz bile, yüksek sesle söyleyemezsiniz. Çünkü bu argümanlar, batı'nın insan hakları çerçevesinde korumaya aldığı birtakım değerleri imler. Dolayısıyla, düşünce özgürlüğünüz, toplum değerlerinin tahrifi söz konusuysa sınırda durmalıdır.

Hay Allah.. Benim bildiğim 'Batı'da böyle bir şey yok. Son bir iki ay içinde değişmiş olabilir tabii; ama "komşuma işkence, tecavüz etmek istiyorum" deseniz sizi kimsenin hapse atacağını sanmıyorum. Ta ki, bunu fiile dökünceye kadar kimse sizin kiminle ilgili ne fantezileriniz olduğuna karışmaz..

Fakat, bunun da bu konuyla alakası yoktur ki.. Bir sürü açıdan yoktur. Batıda neyin nasıl olduğunu bu yazının arasına sıkıştırmanın na anlamı vardır? Burada kimse bu tür bir şey demiş değil. Kime "komşuma işkence, tecavüz etmek istiyorum" ya da ona benzer şey demiş değil.

Bu tür benzetmeler zaten hep sorunludur bence. Konuyu getirip "toplum değerlerinin tahrifi"ne bağlayacak olursak, ondan çoook önce sabahtan akşama kadar birbirine en olmadık galiz küfürler eden sıradan vatandaşlarımızı ipe çekmek gerekmez mi?.

Öyle ya, ana-avrattan başlayıp, din ve Allaha kadar uzanan çok 'zengin' bir küfür argomuz vardır ve bunların önemli bir kısmı da "işkence, tecavüz etmek istiyorum" kapsamındadır.

Neyse. Konuyla alakalı değil dedikten sonra ben de uzatmayayım.

Bu nedenle de işte kalkıp, tamamı Müslüman ve kadınların yarıdan fazlasının örtülü olduğu bir toplumda, –söylenenlerin aksine laiklik ibadet özgürlüğünü ve toplum değerlerini teminat altına almayı taahhüt eder– ortak algı sisteminde "değer" sayılan konular hakkında, bu şekilde konuşamazsınız.

Şimdi.. 'bu nedenle' dediği yerde işler karışmağa başlıyor. Çünkü, saydığı şeylerin kural olduğunu kendisi farzediyor; söylenen şeyin de ne olduğunu kendisi belirliyor. Sonra da 'bu nedenle ... bu şekilde konuşamazsınız' diye bitiriyor.

Ben de, arada anlamlı olan ne dedi diye merak ediyorum..

Konuşursanız, mahkemede beraat etseniz de ve üç beş Kemalist tarafından 'ağzına sağlık' diye taltif görseniz de, toplum vicdanında sizi yaşlılık dahil hiçbir 'hafifletici neden' kurtaramaz. Biliminsanı olarak değil, din üzerinden reyting devşirmeye çalışan bir bunak olarak kalakalırsınız ortak hafızada. 'Objektif bilimden ne subjektiflikler çıkarmış' konusuna yaptığınız kişisel katkılar da cabası...

Üç beş Kemalisti geçelim. Onlar artık önemli değil. 'Hafifletici neden' filanı da ciddiye almak gerekmez.

Fakat, 'din üzerinden reyting devşirmeye çalış'mak.. evet, burada azıcık duralım.. Muazzez hanımın öyle yapmış olabileceğini kabul ederim --hatta ben bile onu yapıyor olabilirim--, fakat, Özlem hanımın yaptığı tam olarak o ('din üzerinden reyting devşirmeye çalış'mak) değilse, başka nedir bilmiyorum.

Konunun özü --yani, Muazzez hanımın işaret ettiği şey-- 'folklorik imam nikahı' uygulamasının şirazesinden çıkmış olmasıydı. Muazzez hanım bunu biraz çiğ ifade etmiş, olabilir; Muazzez hanım ya da kızı başka bir şeyden dolayı mahkemeye verilmiş hatta suçlu da bulunmuş olabilir; ama, konunun özünü değiştirmez ki bütün bunlar.

'Folklorik imam nikahı' uygulaması şirazesinden çıkmış mı, çıkmamış mıdır? Bu uygulama kadınları mağdur etmek poyansiyeli taşıyor mu taşımıyor mu?

Onca ıstılah-ı fenniyye arasında, Allah rızası için --bir defalığına olsun--, Özlem hanım parmağa değil de işaret ettiği yere baksaydı gam yemezdim..

Ama, yok, tipik bir propoganda yazısı yazmış..

Kime, ne faydası var?

Hele kim ne diyer..

aşığın hası
sesindeki basın
hoşluğun diyer

salağın sapı
zehrolan hapın
yârlığın diyer

dışındaki kapı
içindeki kabın
loşluğun diyer

dilinin pası
olmayan yasın
hârlığın diyer

çökmüşse yapı
mazideki çapın
boşluğun diyer

beyninin kası
dolmamış tasın
varlığın diyer

Muzmin Anonim
 
{zirzop tarzı denemesidir; ölçü, vezin, kafiye olduğu umulmakla beraber; imâ, ihsas, kinâye, mecaz, kripto vd zararlı ürün içermez. bakarduyarlar birliği kodeksine uygundur}

Hack ile yok zannola

İtirâf ediyorum: Vakti zamanında Türkiye Gazetesi okumuşluğum vardır. Okumaktan kasdım, havayı teneffüs etmekti. Kasvetli bir mağaradan gün ışığına, temiz havaya çıkmak gibi miydi, yoksa Damlataş mağarasına giren bir astımlı hastanın izbe ve havasız ortamda karşılaştığı sükût gibi mi; şimdi tam hatırlamıyorum.

Huzur verirdi. Her ne kadar bunun için kupon filan da biriktirmek gerekiyorduysa da, huzur işin başıydı. Artık Türkiye Gazetesi okumuyorum; onun yerine aradabir TGRT TV'ye gözüm kayıyor; huzur veriyor değilse bile içim bir hoş oluyor, insanın gözü gönlü açılıyor yâni..

Şu sıralarda da, nedense, huzur ihtiyacımı Zaman Gazetesi giderir gibi oluyor.

Sağolsun, Cumhuriyet Gazetesi irtifâ kaybettikçe, Zaman da ondan aşağı kalmıyor sanki.. Bu da, tabii ki, giderek daha bir huzur veren gazete olmasına yardımcı oluyor.

Yadırgamıyorum. Herşey günün sonunda, bir öncelikler meselesidir; ve huzur önemlidir.

Bugünkü Zaman'da, sadece huzur değil, göğsümü kabartan, milli gururumuzu okşayan bir haberle karşılaştım: Türk hackerlar bin 500 Fransız sitesini çökertti. Hüseyin Akkaş, Ankara, imzalı bu haber çok zamandır duymak istediğimiz başarılarımızdan birisiydi benim için.

İlk paragrafı şöyleydi: Türk hackerlar, Atatürk'ün ölüm yıldönümü olan 10 Kasım'da aralarında üniversite, basın ve resmî kuruluşlar olmak üzere bin 500 Fransız kökenli siteyi hackledi. Hakclenen Fransız sitelerine İstiklal Marşı konuldu.

Atatürk'ün ölüm yıldönümü olan 10 Kasım'ın seçilmesinin gerçekten anlamlı olduğuna eminim de, ben o anlamın ne olduğunu henüz çıkarabilmiş değilim. Olsun, bu da benim eksikliğim olsun; ilk fırsatta sorup öğreneceğim.

Bu özlediğimiz başarıyı bize SpyGrup.org isimli bir grup vatan evladımız hediye etmiş. Sitelerine kısaca bir baktım, ve 191 kayıtlı üyelerinin olduğunu gördüm. Bunun yanısıra, 2,350 de misâfir üyeleri olduğunu dikkate alırsak, bugün benim diyen bir sürü sivil örgütten daha faâl oldukları da aşikâr.

Üstelik de, bilgisayardan, iletişim teknolojilerinden filân da anladıklarına göre, kıymetli beyinlerimizin böyle millî davalar için biraraya gelebildiklerini görmek insanın gözlerini yaşartıyor.

Yaptıkları iş de gerçekten takdire değer. Mesela, yukarıdaki örnekte olduğu üzere, cem'an 1,500 adet Fransız web sitesine İstiklâl Marşı yerleştirmek..

Ee bravo! tabii ki.. Milliyetçilik dediğin de aynen böyle olur..

Bir kaç yüz milyon web sitesinin içinden, uygun olan bir kaç bin tanesini belirlemek kolay mı? Tabii ki, zor.

Ondan sonra da, bu uygun sitelere uğraşıp didinip İstiklâl Marşı koyacaksın.

Elin değmişken de, eğer keyfin elveriyorsa, sitedeki başka herşeyi imhâ edeceksin..

Hem zor, hem de cesaret istiyor..

Buna benzer şeyleri İsrail'in yapmasını kınayanlar da esasen halt etmiş. Daha da ötesi, yapılan bu işi, sokakta yürüyen bir grup Fransız turiste taciz ve tasallûtta bulunmağa benzetenler de alenen kötü niyetlidirler.

Yapılan şey hem milli bir görevdir, hem de gazetelerin baş sayfalarında bahsetmeğe lâyıktır. Milli gururumuz olurlar.

Şimdi.. düşünüyorum da, başka bir ilmekte, "birinci sınıf ordusu var, dolayısıyla birinci sınıf medeniyeti de olmalıdır" meâlinde şeyler söylemek yerine "birinci sınıf hacker'leri var, dolayısıyla birinci sınıf iletişim ve yazılım teknolojileri de olmalıdır" türünden bir şeyler demeliydim. Öyle ya, bunca birinci sınıf iletişim ve yazılım uzmanlarının olduğu ülkemizde, ona lâyık olacak hacker'ların da olması son derece normal.

Hem normal, hem de göğüs kabartıcı.

Ve, haddim olmayarak, bu arkadaşlarımız sakın ha şöyle bir şeye yeltenMEmelerini de önermek isterim:

Dünyada bir çok insanın, kendiliğinden seveceği, beğeneceği ve bu yüzden de kullanmak zorunda hissedeceği herhangi bir yazılım projesi filan başlatmayın. Başlatırsanız da başarılı olMAmak için herşeyi yapın.

Yoksa, mazallah, başarılı olursanız, günü geldiğinde sitenize yazacağınız bir kınama yazısı, bunca meşâkkatli hack gailesinden çok daha etkili sonuçlar verebilir ve hepimiz mahçup oluruz.

Üstelik, İsmet Paşa'yı da haksız çıkarırsınız.. Hani, demişti ya, adam, şöyle bir şeyler:

Bu ülkede vatan için canını vermek için gönüllü iste, binlerce gönüllü âniden ortaya çıkar. Ama, şu kuyudan her gün 2 sene boyunca bir kova su çekersen vatan kurtulacak desen bir kişi bile bulamazsın..

Evet, aynen öyle.

Gerçi emin de değilim, bu sözü eden Mustafa Kemal de olabilir ve eğer doğruysa, sizler kesinlikle onu haksız çıkarmak istemezsiniz.

Yâni, forumlarda şurada burada elalemi yazışarak, iknâ ederek bu işler olmaz. Onlara, Timurların, Attilaların çocukları olduğunuzu hatırlatın, gösterin; yakın, yıkın, imhâ edin ve sussun namussuzlar..

Yakışanını yapın.

Zaman ve diğer gazeteler de bunu, bir marifetmiş gibi, yaysın.

Diyanet, Patrikhane, Hahambaşılık, Vatikan..

Merak değil mi; n'olacak..

Webdeki sitelerindeki itina, estetik, kullanışlılık açısından, Diyanet, Patrikhane, Hahambaşılık, Vatikan sitelerine bir bakayım dedim..

Resimlerini aşağıya alıyorum:

Diyanet İşleri Başkanlığının sitesinin görünüşü aşağıda:

Diyanet İşleri Başkanlığının sitesinin görünüşü

Fener Rum Patrikanesinin sitesinin görünüşü aşağıda:

Fener Rum Patrikanesinin sitesinin görünüşü

Türkiye Hahambaşılığı sitesinin görünüşü aşağıda:

Türkiye Hahambaşılığı sitesinin görünüşü

Katolik Papalığının (Vatikan ) sitesinin görünüşü aşağıda:

Katolik Papalığının (Vatikan ) sitesinin görünüşü

Bunlara baktığımda, benim ilk dikkatimi çeken şeylerden birisi, Diyanet İşleri Başkanlığının sitesinin ne kadar darmadağınık ve amatörce yapıldığıydı.

Bugüne kadar, Diyanet İşleri Başkanlığının sitesinden aradığım pek az şeyi bulabilmiş olmamı da buna eklemeliyim.

Yani, estetik açıdan çirkin, organizasyon açısından darmadağınık, kullanılabilirlik açısından ise baştan savma..

Diyanet İşleri Başkanlığını ile ilgili ilave etmek istediğim başka bir şey daha var: Amblem..

O berbat, ücümcü sınıf bir tabelacının bile daha iyi bir şey yapabileceğine emin olduğum amblem...

Acaba benim göremediğim derinlikte bir estetiği mi var; ya da benim anlamadığım bir sembol müdür bilmiyorum, ama pek de sanmıyorum.. Acaba, ondan daha iyisini yapamaz mıyız?..

Öyle ya, "Kur'an İstanbulda yazıldı" diye bir söz var.. Yani Türkiye'de..

Bütün yapabildiğimiz o berbat amblem midir?

Bunların yanısıra, hem Fener Rum Patrikanesinin sitesi, hem de Türkiye Hahambaşılığı sitesinin dilleri niçin İngilizcedir? Daha doğrusu, niçin Türkçe DE yoktur?

Türkiye Hahambaşılığı sitesinde bir kaç kelime dahi olsun ('Türkiye Hahambaşılığı' ünvanı ve bir kaç anket sorusu; ve ayrıca sitenin ismi: musevicemaati.com) Türkçe var.

Ama, Fener Rum Patrikanesinin sitesinde tek kelime Türkçe yok. Tek kelime bile Türkçe yok.

Benim bildiğim kadarıyla, hem Fener Rum Patrikanesinin, hem de Türkiye Hahambaşılığı, Türkiye Cumhuriyetinin birer kurumudurlar ve yayın dillerinde Türkçenin DE olmasını beklemek çok da abes olmasa gerek...

Bu da bizi bir başka garabete götürüyor aslında:

Diyanet İşleri Başkanlığının sitesinin adresi: www.diyanet.gov.tr Fener Rum Patrikhanesinin sitesinin adresi: www.patriarchate.com Türkiye Hahambaşılığı sitesinin adresi: www.musevicemaati.com

Şimdi.. dikkatli bakarsanız, Diyanet İşleri Başkanlığının 'gov.tr' ile biten adresi Diyanet İşleri Başkanlığının bir TC devleti kurumu olduğunu gösteriyor.

Peki de, hem Fener Rum Patrikhanesinin hem de Türkiye Hahambaşılığının adresleri niçin 'com'? Bunlar da 'gov.tr' ile biten adresler olmalı değil midir?

Her iki cemaat de, benim bildiğim kadarıyla, Lozan'la tanınmış cemaatlerdir. Bu durumlarda onlara da 'gov.tr' statüsü vermek gerekmez miydi? En azından laiklik gereği olarak --bizim uyguladığımız türden laiklikten bahsediyorum.

Neyse.. konumuza dönelim.. Çok şükür ki, kitapları cildine bakıp almanın yanlış olduğunu, dış görünüşün yanıltıcı olabileceğini, çirkin ve hatta kullanışsız gibi görünen şeylerin özünde öyle olmadığını hepimiz biliyoruz.

Dolayısıyla, Diyanet İşleri Başkanlığının sitesinin de ambleminin de aynen devamında bir yanlışlık yoktur.

Öyle değil mi?

Rüzgâr...

Gemi sen, rota hayat, vâdenin adı rüzgâr..
Cevapsızdır sorular; ismini bile sorma

Yolcu da yol da sensin; ismin ne önemi var
Rüzgârsa hem gemiye hem rotaya müdâhil

Haritân senden câhil, pusulan senden şaşkın
Deniz bitti deyince başlar mı sandın sâhil..

Müzmin Anonim

[rüzgâr: zâman, vâkt, devir, hengâm, dünyâ, âlem, yel, bâd, rîh] 

Not: İlk yayınlandığı şekli bu değildi; buradaki şekli Metin beyin önerisidir. [Bilhassa vazgeçmediği için, Metin beye, teşekkür etmek isterim]

Hâlûk'a davetiye..

Bırakıp gittiğin mahlûk
Can vermekte soluk soluk
Artık herşey farklı, Hâlûk
İstanbul bekliyor seni...

Müzmin Anonim

Entegrâl..

Hedefim değil, fakat, beni diyorlar zâlim
Halbuki mazlum benim, ben bana entegrâlim
Fazlam benim eksiğim.. cevap bu. Biliyorum
Ben beni yavaş yavaş yazarak siliyorum

Müzmin Anonim

Kadın..

İki lafın birinde: Beni hiç anlamadın!
Sözde mâna bulmayan ancak sezilen kadın

Rüyâda bile görsem içim ezilen kadın
Efsunlu tasavvurda hâyran gezilen kadın

Kifâyetsiz lügâtten dilden bezilen kadın
Bütün bunlar kimedir? Şiir yazılan kadın!..

Müzmin Anonim

Lâyt tackle..

Bu parçanın orjinalinin klibini seyrettiniz mi; bence bu yorum orjinalinden çok daha güzel.

Orjinali de bir tür eleştiriydi, ama, bu çocuklarınki eleştiriyi daha da ötelere çekmiş..

Eskiden, bu tür yeteneklere, fırlama anlamında avizeden inmiş diyorduk.. şimdi ne diyorlar bilmiyorum..

Ben de hala daha Melis Sökmen'in Halis Melis albümünü arıyorum. Interneti fellik fellik taradım; yok.

Müzik şeyleri satan bir sürü dükkana gittim sordum, Melis Sökmen dediğim anda, sanki Hafız Burhan'ın canlı yayın video klibini istiyormuşum gibi yüzüme bakıyorlar --ümitsiz vaka anlamında..

İyi de, ben mi ümitsiz vakayım, yoksa bu albümü bulmak mı?.. Onu pek açık etmiyorlar..

Bütün albüm olsa da olur, ama, bana aslında 'Halis Melis' albümündeki Fahir Atakoğlu bestesi olan 'Farfara' isimli parça lazım. Bu hepimizin bildiği 'Oy Farfara Farfara' isimli Ankara türküsü değil. Bu 'Farfara' özgün bir çalışma.

Öyle bir noktaya geldim ki; artık, burayı okuyanlar arasından, Ortadoğuda barış, daha temiz bir çevre, endişesiz gelecekler ve bilumum benzer iyiniyetli vazgeçilmezler aşkına, bir hayırseverin 'Farfara'yı bulup bana haber vermesini beklemekten başka elimden bir şey gelmiyor..

Efendiler, bu serpuş Liberalizm değil midir?

Kim olduğunu bilmiyorum, ama sağolsun, birisi Nihat Genç'in bazı yazılarını toplamış bir araya getirmiş. Yazılar çok güncel değiller, ama bu onların önemini azaltmıyor bence. Tersine, Birkaç sene gerisini bile hatırlayamadığımızı gösteriyor bana. Sizi bilmem, ama, ben bir kısmını ancak burada okuyunca hatırladım. Ve, 'sahi ya, evet, onlardı' dedim..

Aşağıdaki yazıyı bir çeşit roman gibi de okuyabilirsiniz, gerçek hayattan alınmış roman; sizin elinizden, hayatınızdan alınanlar var oralarda. Ve, kısa olmasına rağmen, çok zengin bir oyuncu kadrosuna sahip. Şöyle bir taradım, 40 kişi kadar çıktı. Tabii bunlar bu kısa yazıda değinebildikleri.. yoksa, çoktur. Liste burada –içlerinden çok azını hayırla yadediyor. Eksik ve yanlışı varsa bile ben rastlamadım.

Ali Kırca, Ali Şener, [Alpaslan] Türkeş, Altemur Kılıç, Aydın Apaydın, Banu Alkan, Besim Tibuk, Cavit Çağlar, Cem Uzan, Dinç Bilgin, George Soros, Gülay Göktürk, Hülya Avşar, Hıncal Uluç, Hıncal Uluç, [Kamuran] Çörtük, Kemal Ilıcak, Mehmet Alı Ilıcak, Mehmet Barlas, Mehmet Kutman, Mesut Yılmaz, Metin Akpınar, Muazzez Abacı, Murat Demirel, Nazlı Ilıcak, [Rahmi] Koç, Rauf Tamer, Sakıp Sabancı, Seda Sayan, Serpil Hamdi Tüzün, Sinan Çetin, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Turgut Yılmaz, Turgut Özal, Uğur Dündar, Yavuz Donat, Yılmaz Erdoğan, Yılmaz Öztuna...

Şimdi.. bu listede benim pek de radarıma girmemiş olanlar var. Mesela, Gülay Göktürk.. Hiç dikkat etmemişim; ve şimdi, onun için de, 'sahi ya, o da vardı' diyor ve Nihat Genç'in her türlü iyiniyetli temennilerine katılıyorum. Ayrıca, bu listedeki herkes kötü adam roünde değil; mesela Serpil Hamdi Tüzün halkı oynuyor, anladığım kadarıyla..

Bu yazıyı, bayram değil seyran değil arayıp buluşumun temel sebebi, benim Liberalizm ve Özelleştirme ile niçin sorunlarım olduğunu bugüne kadar doğru dürüst zaman ayırıp, toparlayıp anlatamayışımı bir nebze olsun karşılar diye bekleyişimdir.

Bu yazıda, 'Çelebi, bizde Özelleştirme dediğin böyle olur; bizim Liberalizmimiz de onun feriştahı olacak' diye beni düşündürten şeylerin çok kısa özeti var.

Bakalım siz nasıl bulacaksınız...

Hırsız ve Eskiya Yuvası: Merkez Sağ

Elli yıldır ülkenin koynuna yangın bombası gibi düşmüş sağ siyasetin faturası işte önümüzde: Maskaralık! İçişleri bakanı eşkiya takibinde. Eşkiyaların inlerine bakın: Demirel'in, Özal'ın, Mesut Yılmaz'ın, Çiller'in, aileleri, yakınları, gazeteleri, televizyonları, şirketleri yazarları, bakanları. Rezilliğin bini bir para, bu kepazeliğin ortasında, banka soygunları için en şirin açıklamayı yine Sabancı yapıverdi: "Gardaşım, hazine bizim, hazine hepimizin, dokunmayın hazinemize!".

Doğru. İç borç faizleriyle Koç ve Sabancı ailesine kilitlenmiş hazineyi, sonradan çıkma bankacıların-siyasilerin yürütmesi, yukarda birilerini rahatsız etti, "Hazine borçlarımızı ödeyemez duruma geliyor" paniğiyle ip çekildi. Nasılsa merkez sağa sürülecek gözü açılmamış bir şamar oğlanı bulundu.

Devletin acemiliği güçlerarası eşitliği sağlayamamak. Çağlar, Çörtük, Uzan, Sabancı arasındaki 'güç' dağılımını rayına oturtamadı. Derebeylik düzeni kolay değil, güçler arası eşit sınırlar bir otuz yılımızı alır. Yazarları, eğitilmiş köpekler, 28 Şubat mı hazırlanıyor... "Hadi kont yakala irticacıları!", 10 yıldan bu yana bankalar soyulup, tam takır olduktan sonra, "işte belgeler, hadi parçala onları kont!"

Sofra büyük, oyun zevkli. Özelleştirme pastası kimlerin aklını başından almadı. Hangi birini sayacaksın. Cavit Çağlar, ıslık sesini duyar duymaz yurtdışına tüydü. Demirel'in talimatıyla kaçtığı kesin. Demirel'le yurtdışında iki kafadar, operasyonu, hangi gazeteciler, hangi hakimler, hangi siyasilerle durdurabileceklerini-sınırlayabileceklerini gece gündüz düşündükleri kesin.

Çok geçmeden savcılar, Susurluk'ta olduğu gibi, "elimiz, kolumuz bağlı!" açıklamaları yapmaya başlar, ne hukuku, ne mahkemesi, bunlar mezarda da rahat bırakmaz insanı. Olsun, soygunların bize de faydası oldu, Sinan Çetin, Metin Akpınar, Egebank reklamlarıyla köşe oldu. Yılmaz Erdoğan, İnterbank reklamında 'hormonlu Sergen' esprisiyle kazandığı paralarla işte Türk sinemasının önünü açıyor.

Her akşam Hıncal Uluç, Çağlar'ın kurduğu televizyonda günün yorgunluğunu atıyorlar. Sallayıp, savurup, büyük gürültüyü hep birlikte örtüyoruz, işte! Hepsi zavallı köleler gibi satılmış bunların, tarihimizin en büyük soygunu televizyonda bir Siirt maçı kadar konuşulmadı.

Türkiye Gazetesi'nin yazarı, basının elli yıllık cellatı Altemur Kılıç'a ne demeli, Demirel'in şirketlerinden birinin yönetim kurulu başkanı çıktı. Bugünlerde 'banka soygunu' üzerine tek bir yazı yazmıyor. Köşesindeki resme, mayışmış orgazm gözlerine iyi bakın, sanki bir keçi sürüsü kıçını yalıyor.

Böyle düşünmeyin, vatanımız, yurdumuz yıkılırken bu yetmişlik kurtların hiçbir komploya, tuzağa gelmeyen sivri görüşleri olmasaydı halimiz nicolurdu. Ah kambur felek, ne denli üçkağıtçı, fırıldak, yedibaşlı canavar olsalar da, onları bize bağışla. Allah korusun, karaçamurlara bata çıka yürüyen fesat yuvaları öyle ince kanallardan ülkemizi işgal ediyor ki, onların kızgın fikirlerinden yedi düvel korkup, bir tek çakıl tanemizi çalamıyorlar! Milli bankalarımız artık çakıl dolu.

Türkiye Gazetesi'nin başyazarı, merkez sağın tarihçi kurmayı Yılmaz Öztuna da, 'banka soygunu' haberlerine hiç girmiyor. Zavallı büyükbaş milliyetçiler! İkibin yıllık şanlı tarihin bittiğine onların da artık imanları tam, ülkenin tek kurtuluş yolu olarak Avrupa Birliği'nin kucağına atılmak için çalakalem yazıyorlar. Allah kolaylık versin, Avrupa'nın insan hakları sıkıştırması karşısında, "birazcık demokrasiyi öğrenmekten zarar gelmez" türü vaazlar verip; Altemur Kılıç gibileri yatıştırmaya çalışıyor.

Ne yapacaksın kardeş, katlanacaksın Avrupa'ya. Ey şanlı milliyetçi, bin yıllık pişmanlığın böyle mi olmalıydı. Artık hiçbir denizin, hiçbir dinin, hiçbir duanın kaldıramayacağı pislikten kurtulmanın tek yolu olarak, Avrupa Birliği'ne teslim olmak mı vardı kaderde!

Birbirine yapışık pislik köleleri! Size helal olsun. Topallaya topallaya, yüzyıldır, yine de yüzdürdünüz bu korsan gemiyi! Artık safranızı dökeceğiniz hayalinden, uydurma düşmanınız dahi kalmadı! Bütün değerlerini, bütün imkanlarını iliklerine kadar sömürüp, bitirdiğiniz bu ülkenin leşini birilerine kakalamak istiyorsunuz, o kuş beyninizle.

Banu Alkan gibi ossuruk mevzularda halkın görüşünü soranlar, banka soygunlarında, kırk televizyondan bir tanesi halkın görüşünü sormadı. Özellikle Gazeteci Yavuz Donat'ın tarzıdır bu, "halk ne düşünüyor diye çarşı pazar dolaştım, kamuoyunun nabzını tuttum" diye başlar. Ağzınızı bıçak açmıyor, halk ne düşünüyormuş Yavuz Bey, ben söyleyeyim: "bunların hepsini teker teker kazığa çekeceksin...!"

Ömrün Süleyman Demirel'i övmekle geçti. Kalemin iki ucu pamuklu çubuk gibi hergün Demirel'in buruniçi, kulakdibi kirlerini temizlemek için kullandın. Halk ne düşünüyormuş, diye bir yazı neden yazmıyorsun. O şekilsiz, kabus suratlarınızı yılan bile tenezzül edip sokmaz. Bir tek gün banka soygunlarını yazsana. Bu zehir kara geceyi kim tasarladı, eşin, dostun, koruduğun arkadaşlarınla, aynı sağcı cehennemde büyüdünüz.

Vatan, millet, çakıl diye bir yalanla kandırdınız halkı. Yılışık gölgeleriniz birgün olsun 'utanma' nedir bildi mi? Otuz yıldır sessiz maşalığını yaptığın Demirel'in ne düşünüyor, haydi asıl telefona! Hadi tut getir Çağlar'ı, kan ağlayan, soğuktan tir tir titreyen depremzede anneler için, doğuda intihar eden gencecik kızlar için ne diyormuş, öğrenelim.

Halk ne düşünüyor, söyleyeyim: "Ağbi bunları, Pötürgeli hamallara vereceksin!"..

1983 yılında Özal'ın arkasından yürüyüp, çantasını tutan çulsuz, beş parasız bir oğlan vardı, on yıl içinde bankalar aldı, sattı, Show Tv'yi kurdu, fırıldağı döndürüp, tezgahı erken kapadı, artık sıra ona hiç gelmeyecek, o artık saygın bir beyfendi, açtığı resim sergisinden ünlü ressamları kolundan tutup atıyor. Tabii ki Hülya Avşar'ın tarafını tutacak, sıfırdan banka alacak durumlara gelirken, Hülya Avşar'lar halkın önüne geçip, şovlarla, magazinlerle görüntüyü perdelediler! O burnunu sokmadığı yer kalmamış gibi, beyfendi şimdi de sanat tartışmalarına giriyor!

Borsanın en büyük spekülatörü Mehmet Kutman'ın adını kamuoyu bilmiyor, çünkü, kendini afişe edecek basın grubunun hisselerini birgünde paçavraya çevirecek kadar güçlü. Dünya tarihinde en hızlı zengin olan iki-üç kişiden biri. Ünlü borsacı Soros, gelsin de biraz ders alsın. Arkasında ANAP var, Turgut Yılmaz ve Yılmaz ailesiyle ortak, Mesut Yılmaz'ın kuzeni. Bu kaygan zeminde sıra ona hiç gelmeyecek. Oralarda dolar bayrağını daha da yükseklere çekecek. Kılık, aynı kılık. Aynı sağcı Özalcı dolar canavarlarıyla büyüdü. "Kızdırmayın beni, borsayı bir günde çökertirim" tehdidine, sahip! Ancak, hergün gazetelerde, televizyonlarda entellektüel bir ciddiyetle borsa uzmanlığı yapıyorlar. Halkın bu entellektüel borsa yorumu hakkında görüşü: Yalancının *mına koyum.

Borsa değil karanlıklar dolabı. Beş yıl gibi kısa sürede tüm dünyada serbest piyasanın motoru olmuş borsaya tüm halkın inancını sıfırladılar. Kutlarım, onbinlerce küçük yatırımcının üç-beş milyarını sabırla, usul usul ve Erzurum'un dağındakine kadar hepsinden alıverdiniz. Kımıl kımıl azaplar içinde onbinlerce perişan aile bıraktınız. Basın kontrollerinde olduğu için, banker faciası gibi, borsa faciasını kimse dillendiremedi. Yüzbinlerce küçük yatırımcının ölülerine çullanıp, hacizlerde çarmıha gerdiniz. Mezatlarda cin çarpmış yüzlerce avukatla ölüm ektiğiniz evleri bir de yağmaladınız! Halk ne düşünüyor, söyleyeyim: "Ağbi bunları Palulu esnafa düzdüreceksin."

Saralı bir hasta gibi sıra bana gelecek korkusuyla etrafına salyalar saçıp duran Demirel'in yeğeni Ali Şener'e de sıra hiç gelmeyecek. Bu topraklarda tenceresini kaynatan kim varsa, gözünü dikip, boğazda düğümlenen her dilim ekmeğe gözyaşı düşürdüler. Ananız, babanız, amcanız, dedeniz, hırsızlıktan kelepçe takmayanı kalmadı. Doğu'da dağlar alev alev yanarken, gencecik onbinlerce Trabzonlu, Çankırılı, Diyarbakırlı, Tokatlı şehitler hergün kalkarken, sizler dolar saltanatı kurdunuz.

Beş sene önce yazmıştım: Hırsızlar Cumhuriyeti. Şimdi tüm yazarlar söylüyor: Hırsızlar Cumhuriyeti! Yazarlar, kimin suratına bakıp yazıyorlar bu sloganı. Bu halk, bir tükrük kovasını başınızdan aşağı boca etse de, sizler, yanar-döner yine iktidara gelirsiniz!

Anap İstanbul Milletvekili Aydın Apaydın, eski Emlak Bankası Genel Müdürü, otuzun üstünde müşterisi intihar etti. Mesut Yılmaz başbakan olduğu gün, Uğur Dündar'ın programına çıkıp, 'bankalar çetesi başı' olarak tüm Türkiye'ye ifşa etti. Sonra, nasıl pazarlık yapıldıysa, ANAP'tan milletvekili oldu. Banka soygunlarını denetleyecek denetleme kurulunun başına getiriliyormuş. Yeni Şafak'ın manşeti eğlendirici: Denetleyene Bak! Basında henüz tek bir yazar ismini ağzına alamadı. Bu adamı kuyruğundan tutup tutup yıllardır benden başka teşhir eden kalem yok. Demek ki saltanatı sağlam.

Demek ki oralarda birilerine sıkı meydan okuyor. Görkemli bir ağırlığı olmalı. Ayaklarının dibine yalvaran çığlıklarla atlayarak intihar eden onlarca insanı ne çabuk unutuverdik! Bankalar Çetesinin Başı, bu dolarla şişmiş canavarlar bu mübarek günlerde Eminönü'nde belediye çadırında, itilip kakılan, sürünen, yalvararak dilenen halka ramazan daveti verme günlerinde kameraların önüne çıkma günleri gelip çattı! Ey mübarek ramazan, kimlerin pisliklerini yıkamak için kullanılıyorsun, artık!

Uğursuzluğun ve kokuşmuşluğun milli kraliçesi! Nazlı Ilıcak da, 'banka soygunu' yazısı yazmayanlardan. Bir tane yazayım dedi, "sen önce, kocan Kemal Ilıcak, sen önce hırsız oğlun Mehmet Alı Ilıcak'tan haber var" dediler, neye uğradığını şaşırdı, kocamı, oğlumu hatırlatırlar diye soygun yazısı yazamıyor. Allah'a bin şükür, o günlerde genelkurmaydan 'andıç' belgesi Allah'ın bir nimeti, önüne düştü, Ilıcak da tümüyle kendini andıça adadı. Aslında, belge Fazilet'in tüm ileri gelenlerine postalanmıştı.

Faziletliler "bu belgenin bize gönderilmesinin arkasında ne gibi puştluk var" diye düşünemeden, Nazlı Ilıcak aslanlar gibi atıldı mahkemelerin kapısına. Zaten, Ilıcak, doktorasını genelkurmayla didişmek üzerine vermişti. Şu kadını, çişini tutamayan bir albay emeklisiyle evlendirseler de biz de kurtulsak. Bu milli bataklıkta hala manken gibi yürümesini becerebiliyor. Mehmet Barlas'la 'soyguncuların, genelkurmayın' muhalefetini yaptıklarına, yalnızca ikisi inanıyor. Ülkemizin en soğuk gerçeği, muhalefetçi kalemlerimize bakın: Ilıcak, Barlas!

İslamcılara, sağcılara demokrasiyi öğreten işte bu mendebur kalem. Olsun, TGRT'ye de çağdaşlığı-modernliği Seda Sayanlar öğretiyor. Sağcılar, neden daha bir nazenin kadın bulamıyor. İslamcıların, sağcıların fındıkçı kadın hastalığı da beni hasta ediyor. Ilıcak, anaç göğsünü tüm başörtülü kızlara açmış. Kurban olduğum Allah, Fazilet'in başına, 28 Şubat'tan daha büyük bela vermiş, kurban olduğum Allah, Fazilet'in üstüne lanet zehirini bu kadınla boşaltıyor, görmüyorlar.

Kadın da bir tasasız sormayın. Başörtülüleri koruyacağım ayağından Fazilet'e girdi, milletvekili oldu. Günahlarından, pisliklerinden arınmak için zaten camii, türbe kapısı arıyordu, insan duasını eder, çıkıp, döner, kadın, bir girdi,. pir girdi. Fazilet'te taban-tavan bırakmadı. Ilıcak Yeni Şafak'ta yazdıkça, Fazilet kitlesi, fesupanallah deyip, eridikçe eriyor.

Kamuoyunun nabzını tuttum, halk ne düşünüyor: "Bu kadından öğrenilecek demokrasinin *mına koyum!"

Ancak, milli vicdanımıza son anda bir faydası daha oldu, rezil rüsvay, kepaze olan eski dostu Rauf Tamer'in kirli çarşaflarını yıkamak için Yeni Şafak'ta tam sayfa röportaj yaptırttı. Ilıcak nankör değildir, elleriyle Tercüman gazetesinde büyüttüğü Rauf Tamer'in Kemal Ilıcak'a katkılarını unutmaz, onu, kurtlara, kuşlara yem etmez!

Rahat soluk alamayan bir yer: Vicdanımız. Havasızlık değil, [vicdanımızın] derdi. Bugünlerde ne duysa, endişeleniyor, hiç ölmeyen annemizdir o! Bu duygumu çözersem, ülkemin ruhunu çözecekmişim gibi bir soruyla doluyum bugünlerde. Biz, kazınmış kelleli, yırtık lastik ayakkabılarıyla yoksul büyüdük. Neden bizim de yok, açlık, özlem duygularının yırtıcısı kamçısıyla. "Herkes çalıyor, biz neden çalmıyoruz" tartışmalarıyla uzayan geceler kafalarımızı duvarlara vura vura.

Ahlaksızlığa, demire, betona karanlıklara, çıyanlara çok meyilliydik. Aksine, iyi yetmişmiş çocuklar, düzenli, pırıl pırıl, çalışkan, silgili, sorumlu, gerçek ve tertemiz bir vatan sevgisiyle, coşkulu bir ülke kalkınması şiirleriyle büyüdüler. Gıptayla izlerdik onları. Onların kalın, boyalı, mikili, ağzına kadar kitap, defter dolu çantalarını tutuşları, kıskanç, yan gözlerle izlerdik. Çalmak, yırtmak, parçalamak, yolmak, dağıtmak, soruları kafalarında hiç oluşmamış. Vicdanları kendileri tarafından birgün olsun hiç sorguya çekilmemiş, pürüzsüz bir terbiyeyle büyüdüler.

Kör, yoksul karanlıkta, içimizde zırlayan, büyüdükçe merdivenleri biraz daha tırmanan ahlaksızlık yüzünden ilk gençlik yıllarında 'ahlaki vaazlara' karşı çok açıktık, açtık. 1974, 75, 76, 77 yıllarında Rauf Tamer'in yazıları, bizi, derinden sarsıyor, kaynar sular gibi başımızdan dökülüyordu. Henüz yapamadığımız "düşündüklerimizden" utanıyorduk. Düşündüklerimiz bizi, it, puşt, çakal, pezevenk, hırsız yapıverecek düşüncelerimizden korkuyorduk. Rauf Tamer gibi milli ahlak, milli vicdan kelimelerini onbinlerce kez sert balyozlarla beynimize kazıyan yazarlar, peygamber gibi büyüyordu gözümüzde.

Karşımıza kim çıkıp, Allah, vatan, bayrak, yetim hakkı, dese, henüz hiçbir şey çalmadığımız halde, içimizdeki o suçluluktan delirmiş çocuk, geceler boyu suçluluktan ağlıyordu, kendisini istese de dizginleyemiyor, ahlak vaazlarına daha da yırtınırcasına koşuyordu. İçimizde, hergün çalmayı, soymayı planlayan, azılı, gangster, gözü dönmüş çocuk, pençeleriyle büyüyordu.

İşte o günlerde Rauf Tamer ismi, bizi, 'milli terbiye' vaazları ve ideolojisiyle şekillendiriyordu. Rauf Tamer ismi, 'merkez sağın' mührü, damgasıdır. Rauf Tamer ismi, sağcı kitleler için, gün gelmiş Demirel'den gün gelmiş Türkeş'ten daha büyük olmuştur. Bugün yüzde doksanı sağcı seçmen kitlelerin yetişmesinde, Rauf Tamer'in yavan, basit ve sık tekrarlardan oluşan milli devlet, milli birlik, milli ahlak vaazları çok işe yaramıştır.

Rauf Tamer'in çaldığını söylüyor, gazeteler, televizyonlar! Benim gibi kandırılmış milyonlarca insan bugün Rauf Tamer'in çaldığına inanmıyor. Krediler almış, fırıldak, üçkağıtçı isimlerle bir ömür keyif sürmüştür, ama, çaldığına, ben de inanamıyorum. Ama ben, etrafındaki bakanlar, gazeteciler, işadamlarının çaldığını, televizyonlar, gazeteler yazmadan da görmüştüm. Bu pislikleri, ne midem, ne beynim kaldırdı. Yirmi yıldır yaşadığım büyük hayal kırıklığıyla, işte sağcı, muhafazakar zihniyetin çürümüşlüğünü anlatıyorum.

Rauf Tamer'in bu kepaze, rezilrüsvay durumunu, doğru olsa da kaleme almak istemiyorum. Kendini savunan açıklamasında: "Benim evime giren çıkan belli olmaz, kim para aldı bilemem" diyor. Sağcılık tam da budur, "kimin eli kimin cebinde belli olmaz".. Üstelik kırk yıldır, solculara yardım ve yataklık suçunu yazmışsın, ama, sağcı ahlakta, isteyen istediğinin hırsızlığına çanak tutabilir, bu bir suç olarak 'yardım ve yataklığa' girmez.

"Benim, yatıştırıcı ve yapıştırıcı bir üslubum var, bu ülke benim üslubumu seviyor" diyor. Bu, düpedüz yalan!. Rauf Tamer'in 1978'in Ocak ayında yazdığı cümlelere gelelim: "Banka soyguncusu solcu gençler! Siz para bulmak için neden banka soyuyorsunuz. Etrafınızda birbirinden güzel kızlar var. Para kazanmak istiyorsanız onları satın. Bakın, ilk müşteriniz ben olurum!"...

22 yıl sonra bugün Rauf Tamer'e bu yazısını hatırlatmak istiyorum. Kimin karısını sattığını, kimin vatanı sattığını, kimin devleti, milleti soyduğunu, kimin, milyonlarca zihinsel özürlü, hasta, çıplak, sahipsiz, emekli, görme özürlü, bir milyonun üstünde yatağından kalkamayan, yatalak hastaların hakkını kimlere peşkeş çektiğini artık herkes gördü!

Bu felaketten beter kepazeliği hangi vicdan kaldırır, insanı vursalar daha iyi, Murat Demirel'den aldığın kredilerle ev aldığın yetişkin oğlun, bu satırları okuduğunda ne düşünecek! Karşısına geçip oğlunun, Muazzez Abacı'dan 'Ne olur anla beni' şarkısını söylerken, yine, milyonlarca, bedavadan 'milli ahlak, milli birlik, milli devlet' ve hepsi bu kadar olan fikir hayatından örnekler verirsin.

Merkez sağın çöpten dağları, bir Rauf Tamer'le yıkılıverecek kadar küçük değildir!

Sayın Ali Kırca! Tarihin bu en büyük soygununda siz neden bir siyaset meydanı yapmıyorsunuz. Patronunuz Dinç Bilgin'in bankası da soyuldu. Duyulmasın diye mi? Allah canınızı alsın, kimseler de sayenizde duymadı. Yoksa, Ali Kırca demokrasi hastasıdır, tartışmayı-tartıştırmayı, Türkiye'nin demokratikleşmesini pek sever, demiştik. Tam yirmibin kişi çağırmışsın Siyaset Meydanlarına, övünüp, şişinip duruyorsun, bir Dinç Bilgin gelmedi.

Aşk olsun. Varsın, gelmesin. Canı sağolsun. Sizin gibi yakışıklı, ağzı laf yapan, iyi giyimli, demokrat bir insanı bağışladı Türkiye'ye daha ne istiyoruz. Utanmıyor musunuz diye sormuyorum, akşamları görüyorum suratınızı. Muhabirleriniz habere koşarken, külüstür arabalar içinde sigortasız ölüyor. patronunuzun oğlu ise, özel dizayn edilmiş büyük otobüsüne tek başına biniyor. Bıkıp usanmadan, her Allah'ın günü binlerce zırvadan haberi, vurgularla, fon müziğiyle süsleyip, sırf Dinç Bilgin görünmesin, yakalanmasın diye, nasıl da sessiz, sakin, sabırlı, başarıyorsun.

Bu satırları okuyup vakit kaybetme. Bak, patronun seni, ev, bark, köşk sahibi yapıverdi. Herhalde bugünler için. Ananıza, avradınıza küfredilmesi, artık kimin umurunda. Sırf şöhret olmak, sırf ekranda şirin suratınızı göstermek için, her akşam hırsızları, soyguncuları koruyorsunuz. Halkımız da bu durumu hiç anlamıyor, bravo sizlere. Çirkin, terbiyesiz, kuş zekalı insanlar. Yüzünüze tükürmek sanki birşeyi değiştirecek!

Dinç Bilgin'in bankayı boşalttığı günler, bu ülkenin bütün alevilerini karşınıza aldınız, yüzlerce alevi programı yaptınız, bu ülkenin tüm müslümanlarını karşınıza aldınız, yüzlerce irtica programı yaptınız. Bu ülkenin 'değerleri'ni istediğiniz gibi, en adi, en şerefsiz, en cahil insanları geceler boyu tartıştırdınız. Ama bankalar boşaltılırken, şimdi...

Sayın Ali Kırca biliyor musunuz, benim yazılarım çok okunuyor, sizin çocuğunuz da okuyacak bu satırları. Çocuğunuzun patronunuz Dinç Bilgin'i korumak için sizin kadar gayretli olacağını sanmıyorum. İnanın çocuğunuz büyüyüp sizin boyunuza geldiğinde, sizin o kusmuğa bulaşmış takım elbiselerinizden bir tekini giymeyecek. Her akşam kavurarak, tekme tokat, acımasızca dövdüğünüz bu halkın, Hülya Avşar kadar hatırı da mı olmadı! Boyunuz, posunuz devrilsin. Pötürgeli hamallar sizi ne yapsın.

Boşaltılan bankalar ve Dinç Bilgin üzerine hiç yazı yazmayan bir diğer isim, Gülay Göktürk, "Türkiye çağ atladı.. Özal önümüzü açtı... Avrupa'ya koşuyoruz... Özelleşiyor, kurtuluyoruz... Hantal devlet, bir de KİT açıklarımız olmasa" başlıklarında yediyüzün üstünde yazı yazdı...

"Mutluyuz, çağdaşız, Avrupalıyız, liberalleşiyor, özelleşiyor, çağ atlıyoruz" yazılarının ana konusu. Tansu Çiller'i peygamberleştirdiği yazıları da cabası. Her akşam ekranda konuşuyor, her akşam büyük yazar pozlarında reklamı yapılıyor. İşte o günlerde, Gülay Hanım elinde liberalizmin bayrağıyla E-5'lerde koşarken, Susurluk henüz ortaya çıkmamış, E-5 yolu üzerinde yüzlerce faili meçhul, ülkede, ne basının, ne kimsenin haberi var.

Gülay Hanım, liberal bayrağını ekranlarda uçururken, işte tam da o günlerde Hizbullah kıtır kıtır yüzlerce insanı doğruyordu ve bundan mutlu, çağdaş, kalkınan basınımızın hiç haberi yoktu. Yine o günlerde, meğer tüm bankalar da soyuluyormuş, şimdi haberimiz oluyor. Ne günlerdi, bizler, mutlu, çağdaş, liberal, Avrupa'ya koşarken Gülay hanımın yazılarıyla... Az daha Besim Tibuk'la mantık evliliği yapıyordu...

Mübalağa etmiyorum, KİT'lerin zararları üstüne en çok yazı yazan kalemdir Göktürk. Özelleştirme yanlısı en çok yazı yazan. Patronları bu sevimsizi bu yüzden seviyordu. Şimdi Gülay Hanım, dinleyin, hiçbir KİT'in açığı-zararı, yetmiş yıl boyu, şimdi patronunuzun boşalttığı özelleştirilmiş bankası kadar büyük olmadı. Neden bugünlerde 'özelleştirme' yazısı yazmıyorsun. Neden özelleştirmeyle patronunuzun beleşten üstüne oturup soyduğu bankadan sözetmiyorsunuz. KİT'ler denince öfkeden kuduruyordunuz.

Bir de dönün bizim yazılarımıza bakın, hukuksuz, vahşi, dizginsiz liberalizme karşıyız dedik, ısrarla, işsizlik, eğitim, sağlık, eğitim sigortaları anayasal teminatlar olmadan yapılacak özelleştirmeler ülkeyi tamtakır eder, dedik. Siz ise, "devlet, çalışmayan, tembel insanlara bakamaz" diye bir de çok bilmiş liberalizm felsefesi yaptınız!

Ekranlarda, gazetelerde fıldır fıldır dönüp durdunuz, sonunda, bir tek insan, patronunuz, tarihin en büyük soygununun kahramanı oluverdi, siz de, basında en çok evi barkı olan yazar, oldunuz. Diyeceksiniz ki, tüm kazancımın hesabını veririm. Tabii ki verirsiniz, sizin o yazılarınıza bol kepçe dolarla maaş veren Dinç Bilgin efendi versin hesabı. Nerden alıyormuş paraları, size kimin parasını veriyormuş, Palulular seni ne yapsın, seni Saddam'a göndermeli!

Utanmaksızın, insan içine çıkılmayacak bu zirzopluğun adına orda üç-beş arkadaş birleşip 'demokrasi' koymuşsunuz. İki yıldır sizin mide kaldırmayan pislik yazılarınızla artık daşşak geçmemek için dergiden anti-medya sayfasını kaldırdık. Çünkü, sizinle dalga geçilen yazıları toplayıp patronunuzun önüne koşuyor, "bakın, en çok benimle uğraşıyorlar, o halde en çok ben okunuyorum" diye, yani, kirlendikçe, çirkinleştikçe, aptallaştıkça maaşınız büyüdü!

Biliyorum, siz de Hıncal Uluç gibi, siz de Süleyman Demirel gibi vicdanınız rahat. Akşamları mışıl mışıl uyuyor, yorganı üstünüze mutlulukla çekiyorsunuz. Tabii bu geçici bir rahatlık sizler için. Türk liberalizmi, Türk demokrasisi sizden uzun yıllar daha hizmet bekliyor! Hukuk önünde, anayasa önünde, insan içinde, kurum içinde, 'eşitlik' sözcüğü neden bu denli ağrınıza gidiyor!

Tabii ki Türk soluna da birkaç lafım var.

Genç Milli Takım antrenörü Serpil Hamdi Tüzün, takım yabancı bir takıma yenildikten sonra, hepsini soyunma odasına çekip, önlerine geçmiş. Sırayla, eliyle işaret ederek: "Senin ananı *ikiyim... Senin de ananı *kiyim... Senin de ananı *ikiyim..."

Yedek kaleciye kadar gelmiş sıra: "Senin de ananı *ikiyim" Yedek kaleci, şaşkın: "Hocam bana niye küfrediyorsun, ben sahaya bile çıkmadım." Hoca; "Olsun, sen de, bu kaleciyi kesmedin, o yüzden ananı *ikiyim.."

Sen de Türk solu, elli yıldır, bu eşkiyalardan iktidarı alamadığın için, senin de...

Çok hoş bir romandı; hoş, bitmiş de değil, ama, çok hoş bağlamış değil mi?

Bağlaç Zarf

Bazı şeyler varki
Beraber olmaz
Buralar da ayrı
Olmamak gerek.

Müzmin Anonim

{lüzumundan da serbest bir denemedir}

Olur..

Hoş söz var ki, hoş söz o kadar olur
Nâdân sözü deler, ok kadar olur
Herkes kendi kabı kadar doldurur
Kiminin kabı bir okka dar olur

Müzmin Anonim

nâdân: bilmez (câhil); nobran, kaba, terbiyesi kıt [kişiler bağlamında kullanılır] okka: 1,282.8 g, [400 dirhem]

Olamadı..

Bir tekil olam dedim; olamadım, çoğuldum
Özüne girem dedim; kabuğu kıramadım
 Kutbunu görem dedim; buzulu yaramadım
Derine dalam dedim; dalamadım, boğuldum..

Hep çoğul olam dedim; olamadım, tekildim
Yolundan sapam dedim; bilinçle sapamadım
 Şüphesiz tapam dedim; kuşkusuz tapamadım
Vuslata erem dedim; eremedim, çekildim..

Ben de var olam dedim; olamadım, yoğudum
İçinden çıkam dedim; çıkamadım, yoruldum
Hüsnüne bakam dedim; bakamadım, vuruldum
Çerağı yakam dedim; yakamadım, soğudum.

 Müzmin Anonim

Tıfıllardan Masallar: Pre-Islamic Göçebe Medeniyetsiz Turks

Bazı masallar vardır ki, duyarsınız, önemsemez geçersiniz.. Üstünde durmağa değmez çünkü.. ama, bir raddeye kadar: Sizin çocukken anlattığınız 'seni leylek getirdi' masalınızı, o çocuk kazık kadar adam olup, mektep medrese gördükten sonra hala daha aynen tekrarlıyorsa; üstelik bunu da suret-i haktanmışçasına ve bilimselmişçesine tekrar ediyorsa, o zaman o velede tam olarak nereden geldiğini anlatmak, göstermek zorundasınız. Eksik kalmış eğitimini ve terbiyesini tamamlamak adına tabii ki.. Ama, uzatıp parmağınızla gösteremeyebilirsiniz her zaman.. bazan ayıp olur, bazan fuzûlidir, bazan da imkânsız.. Yani, burnuna belge dayamak her zaman mümkün olmayabilir demek istiyorum. Fakat, akıldan daha iyi bir delil, bir belge ne olabilir?.. Akıl değil midir, nihayetinde, neyin delil, neyin belge, neyin de lagalüga olduğuna karar veren.. Akılsa eğer, o zaman, işaretlerden de delil çıkarsamak mümkün olur. Yani, ortada, Selimiye Camiinin teknik resimleri, puantajları, irsaliyeleri, faturaları, proje grubunun iş takip raporları, dahili yazışmaları vs yok ise bile, hiç bir aklı başında insanın çıkıp da 'Selimiye bir istiare eseridir. Mimar Sinan her gece istiareye yatardı. Sabah ezanında da ustalara, işçilere gördüğü rüyayı anlatırdı. Ustalar, işçiler rüya tabirinde çok mahir idiler. Böylece, tek sayfa evrak belgeye gerek kalmadan koskoca Selimiye, 7-8 sene gibi rekor bir sürede ayağa dikildi' demesini bekleyemeyiz... Bunu diyebilenlerin olmadığını söylemiyorum; eminim ki vardır, ama ben 'aklı başında' demiştim lafa başlarken... Aklı başında olması önemlidir. Yoksa, anlattıkları fasa fisodur, tıfıllardan masallar sayılmak gerekir. Gelelim şimdi şu 'göçebe' lakırdısına.. Ne demektir 'göçebe'? Benim büyük dedelerimin yaylaları vardı. Yazları, büyükbaş, küçükbaş hayvanlarını yaylalara yollarlardı. Bazan da, kendileri de yayladaki evlerine taşınırlardı. Sonbaharda da, kışlık evlerine dönerlerdi. Şimdi... şimdi benim dedelerim göçebe mi oldu? Peki.. şimdi de benim, ailemin, sülalemin yazlıkları var. yazları oralara gidiyoruz. Kışları bazan orada kalanlar da oluyor, ama, çoğunlukla kışları kışlık evimizde geçiriyoruz. Şimdi... ben ve diğerleri göçebe mi olduk? Ya da, azıcık daha farklı bir örnek vereyim: Akrabamda, arkadaş çevremde, görevi gereği, cümbür cemaat başka ülkelere ya da başka şehirlere taşınan, orada bir kaç sene kalıp daha sonra da geri dönen veya bambaşka bir ülke ya da şehre taşınanlar var.. Bunlar göçebe midir? Ben hiç sanmıyorum. Onlar da hiç öyle düşünmüyorlar. Gittikleri yerlerde kalmaları gereken süre boyunca yerleşik oluyorlar çünkü.. Peki, 'göçebe' nedir? Basit: Hiç bir zaman yerleşik olmayan, yerleşiklik amacı gütmeyen, herhangi bir toprak parçasına kendi malı gibi bakmayan, yurt kavramı olmayan.. Şimdi... Türkler bu tanıma giriyor mu? Türklerin hiç bir zaman yerleşik olmadığını, yerleşiklik amacı gütmediğini, herhangi bir toprak parçasına kendi malı gibi bakmadığını, yurt kavramı olmadığını mı söylüyoruz? Var mı bu tanıma uyan bir örnek? En son örneklerinden birisi Avşar Türkleridir. Onlar da, aynen benim büyük dedelerim gibi kışlak-yaylak arasında gidip gelirlerdi. Başka, ele gelir bir örnek var mıdır? Varsa bile ben bilmiyorum. Dolayısıyla, bu 'bana böyle ezberlettiler, ben de nakarat olarak söylerim' cinsinden bir bilgiçlik sayılmak ve ciddiye alınmamak zorundadır. Gelelim şimdi de, medeniyetsiz ya da barbar Türkler teranelerine. Bu konuda çok fazla laf etmeğe gerek yok bence. Azıcık öğrenmek tecessüsü olan birisinin önüne bir Orta Asya haritası alması yeter. Orada koskocaman bir Tarım Havzası vardır. Oraya bu ismi, sırf bu masalları anlatan tıfıllar okusun diye vermişlerdir. Çünkü, en ezberci tıfıllarımız dahi bilir ki, yerleşikleşme ve akabinde şehirleşme tarımla başlamıştır. Tarım Havzası'ndan haberi olmayınca kişinin, bol keseden medeniyetsizlik, bol kepçeyle de sanatsızlık filan dağıtmak ruhsatı olur; makuldür tabii, ama, malesef herkes Tarım Havzasından bihaber değildir. Mektebinde okumağa davet ederler insanı. Gelelim şimdi de, İslamın medenileştirme etkisine.. Etkisi tabii ki vardır ve önemlidir de.. ama, İslamla karşılaşan Türklerin de sarmaşıklardan sallanan birer baboon olduğunu söyleyecek değiliz herhalde.. Orhun yazıtları ile İslamın doğuşu aşağı yukarı aynı tarihlere rastlar.. O tarihlerde 200-300 kişiyi zor bir araya getirip, güya savaş yapılırken, öte tarafta [İslam'dan tam bin sene önce, MÖ 300 yıllarında] Çin'e Çin Seddini yapmağı zorunlu kıldırtan bir organizasyondan bahsediyoruz. Az biraz aklederseniz, Çin'i Çin Seddini yapmağa ikna etmek için 200-300 kişilik çeteler yetmez... Daha bir cesametli teşkilatlarınız olmalı.. [Küçük bir kesidini burada görebilirsiniz. Toplam boyunun da 6,352 km olduğunu aklınızda tutun. Bunu isteseniz, hakkında onca efsaneler anlatılan Hayber Kalesi ile de kıyaslayabilirsiniz. Hayber Kalesi bir resmini bulabilirseniz bana da bir link adresi verin lütfen. Çin Seddini yerinde gidip gördüm de, Hayber Kalesini hiç görmüş değilim; çok merak ediyorum, ne devasa bir yapıdır bu onca efsaneyi korutan.] Ve, cesametli teşkilatlar da öyle ha deyince kurulamıyorlar. Çok ciddi lojistik destek gerekir. Lojistik destek de medeniyet dediğimiz yerleşik organizasyonlar demektir. Orta Asya'daki geçmişimiz hakkında çok az şey biliyor olduğumuzu kabul ederim, ama, oradan gelirken sarmaşıklardan sallanarak gelmedik. Öyle olsaydı, yol boyunca --mâdem önümüze hep nurlanmış medeniyetler çıkmış-- yolda telef olur, kaybolur giderdik. Öyle olmamıştır. Hareket halindeki bir orduyu destekleyecek herşeyi ile birlikte yola çıkılmıştır. Serseri mayın gibi ortalıkta dolanmak amacı olmadığı da aşikârdır: Yeni bir yurt arayışı vardır. Buluncaya kadar da, dura kalka yola devam edilmiştir. Bunların neresinden kim nasıl medeniyetsiz ve göçebe lakırdılarını çıkardığını bilmiyorum, ama, akıl süzgecinden geçmediği bence çok bariz. Peki de, niye? Yani, bu lakırdıları nasıl da doğruymuş gibi ve niye söyleyebiliyor her yeni yetme --biyolojik yaşı kasdetmiyorum sadece, zekâ yaşı daha önemlidir; ve öncelikle akılla zekâyı karıştırmayacak kadar zeki olmalıdır. Cevabı zor değil. Dünyanın merkezinin Evropa olduğu dönemlerden kalmadır: Tek medeniyet Evropadır. O euro-centric kafa yani. Ama, o tek başına bizimkilerin hâlini açıklamağa yetmez. Başka bir şeye daha bakmak ve görmek lazımdır. Bunun ne olduğuna, geçenlerde yapılan Ceviz Kabuğu'nda Dücane Cündioğlu değinecekti --o çok akıllı Hulki beyimiz izin verebilseydi bir türlü-- ve aslında bu konuda bize kazık atan din kardeşlerimizin isimlerini de sayacaktı. İsimlerini kısaca saydı (Araplar ve iranlılar) ama, detyalı anlatmasına izin verilmedi. Türkleri bir serseri mayın ve barbar olarak tanımlamak tabii ki Evropa'nın işine gelir. Aşağılık duyguları var ve gizlemek ihtiyaçları var. Ama, Arapların ve İranlıların da var. Dolayısı ile, medeniyet takviminden ve tarihinden Türklerin silinmesi onların da çok işine geliyor. Utanacak hallerini yok farzederek geçiştiriyorlar.. Oradan da bizim neo-müslümanlarımıza geçiyoruz.. Evet, neo-müslümanlar... Fikriyatları Evropadan Amarikadandır, ve yeni yeni kapıyorlardır müslümanlığı da.. bir çeşit ihtidadır da muhtediâne bir ihtidadır.. Oedipus kompleksini bir başka şekilde bastırmağa çalışırlar.. Evropanın ezberlerini içselleştirip tekrarlayarak.. Müslüman olmadıklarını söylenemez, ama halen Mankurt olduklarını da eklemezsek eksik tanımlamış oluruz bence.. {bu yazı imâ, ihsas, kinâye, mecaz, kripto vd zararlı ürün içerir. yazarokurlar birliği kodeksine uygundur}

Alâeddin Paşa, Cem Sultan ve kırılmalar..

Ben de, herkes gibi ve bazan da azıcık farklı olarak, Osmanlı tarihinin değişik yerlerini değişik sebeplerle severim.

Benim açımdan, mesela, Osman Bey zamanları o kadar önemli değildir. Nedense Osman Bey'in oraya tayin edildiğini düşünürüm hep; zamanın uleması ve ticaret esnafının tayin ettiği bir kişidir benim gözümde.

Buna karşılık, Orhan Bey, bence, daha bir devlet adamıdır. Ama, ondan daha da bir devlet adamı olan kişi ise, Orhan Bey'in kardeşi Alâeddin Paşa'dır, bence.

Alâeddin Paşa'nın adını sanını bilen de yok denecek kadar azdır, da, Alaeddin Paşa, Orhan Bey'den daha, çok daha, basiretli bir devlet adamıdır benim gözümde. Gerçi, neden öyle düşündüğümü söylersem beni afaroz etmek ihtimaliniz var, ama olsun, yine de söyleyeyim.

Şimdi bana bunu nereden okuduğumu sormayın, hatırlamıyorum ama rüyamda da görmüş değilim; Kâtip Çelebi'nin anlattıklarına göre, Alâeddin Paşa, Orhan Bey'e, bir devşirme düzeni kurmasını öneren ve kurulmasını fiilen üstlenen kişidir...

Peki de, ne var bunda; niçin önemlidir ya da önemi nedir? Bence önemlidir, hatta sizin de önemli bulacağınızı sanıyorum, ama, farklı değerlendiereceğmiz de kesin gibi..

Dar bir ırkçı milliyetçilik, ya da belki de Marksist açıdan negatif bir gelişme bile sayılabilir; fakat, öte yandan, devlet olmak ve onun bekâsına hizmet etmek açısından ise son derece önemldir.

Yapılan şey özetle şudur: O güne kadar Osmanlı Beyliğinin emrindeki ordu esasen gönüllüler ordusudur. Ganimet vb amaçlı gönüllülerin yanısıra Ahiyân-ı Rum (tüccar) , Baciyân-ı Rum (kadınlar), Gaziyân-ı Rum (askerler) ve Abdalân-ı Rum (dervişer) ismiyle de bilinen kesimlerin katılıp oluşturdukları bir amalgam.

Bu kalabalığın kahir ekseriyeti (ezici çoğunluğu) Türk ya da Müslümandır (o devirlerde Türk olmak pek de önemli değildi, Müslüman olmak da bugünkü gibi kurallı değildi); bu iyidir hoştur da, bu kitleye hâkim olmak, onları istenildiği şekil ve zamanda istenen hedeflere yönetmek pek de kolay değildi.

Uzun lafın kısası, kişi kendi köyünde peygamber olamıyordu. O kadar olamıyordu ki, rivayete göre, Osman Bey her sene, zaten pek mütevazı olan evini ahalinin gelip bakmasına açar ve fazla görülen şeylerin alınmasına ('yağmalaması'na) da ses çıkaramazmış.. Yani, bir çeşit mal beyanı. Bu son derece hoş bir şey, ama, bu yolla kimseden köy de olmaz kasaba da. Sermaye, ve güç birikimi şart.

Kendi çekirdek kadrolarını kendi kanından olanlar yerine, iyi seçilmiş ve çok da iyi terbiye edilmiş devşirmelerden oluşturunca, 'sen de kim oluyorsun, biz senin çarıklı günlerini de biliriz' diyecek bir çevreden uzaklaşılmış, emirlere itirazsız itaat eden bir çevre yaratılmış oluyordu.

İşte, bunu yapmağı akıl eden kişi Alâeddin Paşa'dır. Ve, bunu yaparken de, ilginç başka bir nüansa ihtimam gösterdiği söylenir: O güne kadar, geleneksel olarak, Bizans kadroları siyah, Türkler (müslümanlar) da kırmızı başlık (börk, ya da börük) giyerler. Alâeddin Paşa ikisini de seçmez ve beyaz başlığı tercih eder. [Kızılbaş kelimesi zaman içinde çok farklı yorumlansa bile, Türk olmağı temsil eder; tabii, Benim Adım Kırmızı'daki anlamıyla değil. O başka bir şeydir.]

Beyaz başlıkla daha bir beliginleşen fark, kurucu unsurun yönetici elitten (hem şeklen, hem de kanbağı itibariyle) ayrılması anlamına gelir.

Kurucu unsur hala daha Han, Hakan ya da Sultan'a gönülden bağlıdır fakat aradaki yönetici tabakaya itimat etmez; yönetici tabaka da –kuruluş amacı gereği– Han, Hakan ya da Sultan'a gönülden ve beyinden bağlıdır fakat ahaliye itimat etmez.

Han, Hakan ya da Sultan'ın bunlardan herhangi birine itimad etmediğini çıkarsamak da zor olamasa gerek.

Tabii ki, başka dengeler de vardır, ama bu çok önemli bir denge altyapısıdır benim gözümde; ve 600 sene devam etmesinin sırlarından birisi de bence bu olsa gerek..

O bakımdan, sevseniz de sevmeseniz de Alâeddin Paşa'nın uzak görüşlülüğünü takdir etmeniz gerekir bence.

Ardından da, yaptıklarıyla değil ama, yol açtığı kırılmaya bakarsak, Cem Sultan gelir benim gözümde..

Tabii, yaptıklarına bakarsak, tabii ki, Yavuz Sultan Selim gelir. [Kızılbaş kardeşlerim beni mazur görsün, benim Yavuzu takdir edişimin sebebi içerde yaptıkları değil, çok kısa zamanda ülkeyi o kadar büyütebilmiş olmasıdır; fakat o apayrı bir konudur.]

Cem Sultan'ın hayat hikayesi acıklıdır. Babası Fatih'in ölümünde tahta ağabeyi Bayezid geçince, Cem Sultan taht iddiasında bulunup başarısız olunca, Rodos Şövalyelerine ve daha sonra da Papa'ya sığınır.. Ama, bunu takip eden acılklı hikayeyi burada yazacak değilim; bunu benden daha iyi yapanlar çoktur ve bilenler de bilmeyenlere anlatabilirler.

Ben esasen, benim açımdan önemli gördüğüm noktaya değinmek isterim. O da, Fatih Kanunnamelerinde kardeş katlinin vacip kılındığına dair iddiaların doğru olmadığını, bunun daha sonraları o Kanunnamelere bir şekilde eklendiği şüphelerine katılıyor oluşumdur.

Güçlü bir devletin, önemli bir şehzadesi, hasımlardan birinin eline sağ olarak geçtiğinde o devletin elini kolunu bağlayabiliyor. İş başında Sofu Bayezid olsa da olmasa da bu böyle galiba.

Elini kolunu bağlamasının arkasında da, dayanılmaz bir kardeş sevgisinin olduğunu söyleyecek değilim, aksine, taht üzerinde hak iddia edebilen bir şehzadenin varlığı, içerde çıkarabileceği karmaşa açısından da çok ciddi ve önemlidir. Buna bir de –Cem Sultan eğer tevessül etseydi– Papalığın peydahlayacağı bir başka Haçlı Seferi ihtmali daha eklenirse tehlikenin boyutları belki daha kolay anlaşılır.

Ve, bu tür tehlikenin bir daha ortaya çıkmasını engellemek için, bence çok büyük bir ihtimalle Fatih Kanunnamelerinin içine (tabii ki, sonlarına) 'kardeş katli vaciptir' eklemek gerekmiştir. İnsancıl olduğunu söylemiyorum; değildir çünkü. Ama, gerekçesini de anlayabiliyorum.

Tabii, bu daha sonra şirazesinden çıkmıştır. Bu açıdan, bendeniz, Kanunî sıfatlı Süleyman'ı hiç bir zaman affedeMEz.

Hürrem Sultan (Roxelane) fettanı, onun kızı Mihrimah Sultan ve onun kocası (rüşvetçiliğiyle bilinen) Rüstem Paşa namussuzunun aklına uyup Şehzade Mustafa'yı katletmesi affedilebilir gibi değildir. Hele de yerine bıraktığı kişinin Sarhoş (ve Sarı) Selim olduğunu bilirsek..

Aradabir, ruhum sıkıldığında, gecenin saat kaçı olursa olsun, arabaya atlayıp 2-3 saatlik yol da giderek karşısında 15-20 dakika seyredip huzur bulduğum o muhteşem Selimiye'nin, bu Sarhoş Selim tarafından ve Kıbrıs fethinin finansörü Yosef Nassi'nin verdiği paranın üzerine azıcık daha ilave edilerek yaptırılmış olduğunu düşündükçe ne diyeceğimi bilemez olurum..

Neyse.

Kardeş katli uygulaması daha sonraları kendiliğinden hallolur. Osmanlı artık gücünü kaybedince; bir değil on şehzade dahi düşmanın eline geçse bile, pek de bir şeylerin değişmeyeceği devirler gelip, düşman dediklerimiz Osmanlıyı parmağında oynatır olunca; çok şükür (!), bu kardeş katli geleneği de sona ermiştir..

Kaldırılış sebebinin de insancıl gerekçeleri olduğunu düşünmediğimi söylemeğe çalışıyorum. Gerek kalmamıştır.

Çoğumuz, Cem Sultan'ı, gurbet ellerde hasretle ölen bir kıymetli dost gibi hatırlarız (bence de, Bayezid'den bir kaç gömlek daha kıymetlidir) ama, kardeş katlinin kurumlaşmasının sebebi olduğunu pek de düşünmeyiz..

Tıpkı, Alâeddin Paşa'nın Osmanlı'nın belki de devlet olarak asıl kurucusu olduğu gibi.. ve hem Osmanlıyı zaferden zafere taşıyan, hem de daha sonra başına belâ olan Yeniçeri Ocağının da fikir babası olduğu gibi..

Hatırlamış olalım istedim..

Bitirmeden önce, hem Alâeddin Paşa'dan hem de Cem Sultan'dan bir iki söz aktarmak isterdim.

Alâeddin Paşa'dan, malesef, bildiğim kadarıyla günümüze pek bir şey kalmadı. Cem Sultan'dan ise Divân'ı var..

Bu Divân'ın kendisi bende yok, ama, rahmetli Rüşdü Şardağ'ın hazırladığı 'Şair Sultanlar' isimli kıtabı var.. var da, bütün evi aradım, koydunsa bul.. Bulamadım. O yüzden, elimin altında olan bir iki beyitini yazmak isterim.

Çün bilürsin ki periler yiri virâne olur Bir nefes gitme gönülden çü perisün sanemâ

Bildiğin gibi, periler viranelerde yaşar; bir nefeslik ân kadar dahi uzaklaşma gönlümden, çünkü sen sinemin perisisin..

Perilerin harap, viran yerlerde yaşadığına dair inanışa bir göndermedir. Kendi sinesinin harap ve gönlündeki sevgilisinin de bir peri oldugunu dile getirmenin oldukça hoş bir şekli yani.

Çok daha yaygın bilinen bir örnek de, ağabeyi Sultan Bayezid'e yazdığı bir sitem beyitidir:

Sen bister-i gülde yatasın şevk ile hândan, Ben kül döşenem külhân-ı mihnette sebeb ne Sen güllerle döşeli yataklarda keyifle yatadur, ben zahmet ve eziyet içinde küllere bulanayım.. Peki, ama neden?

Sultan İkinci Bayezid'ın cevabu da böyledir:

Çün rüz-i ezel kısmet olunmuş bize devlet, Takdire rıza vermeyesin böyle sebeb ne,

Haccacü'l-Haremeynüm deyüben da'va kılarsun, Ya saltanat-i dünyeviye bunca taleb ne

Bana ezelden devlet [*] kısmetmiş, sen ise kadere rıza göstermiyorsun. İyi de, neden? Hacca gittin kendini temize çıkatmak için, peki de, dünya saltanatı için bunca hırs niye?

[* 'devlet' aynı zamanda saadet, mutluluk demektir.]

Ben, aslında, Cem Sultan'ın "le aley'lil firâka fi'hi şifâ" sözünü sarfettiği mektuptan bir pasaj yazmak isterdim. Yani, 'olabilir ki, ayrılık da şifadandır'..

Bir başka sefere, inşallah..

{bu yazı imâ, ihsas, kinâye, mecaz, kripto vd zararlı ürün içermez. okuryazarlar birliği kodeksine uygundur}