Pandora kutusunda Pandora..

Gelin size kısa bir askerlik hatırası anlatayım.

Sene bilmemkaç.. Bendeniz, Tuzla'da Piyade sınıfında yedeksubay öğrenci –yani, asteğmen adayı... Bölükte görevim de, Silahlık Sorumlusu.. Yani, 160 kişinin silahları benden sorulur. Zimmet filan yüzünden hayli netameli bir iş, ama avantajları da yok değil. Var olan avantajlarından birisi de, bazan, bölük dağ-taş gezerken, siz Silahlıkta tanzim, tertip amacıyla –ayaklarıyla– kalabiliyor ve her Allahın günü (adım adım ezberlediğiniz) Tavşan Tepeye tırmanmak zorunda kalmayabiliyorsunuz.. Kısacası, kaytarmak isterseniz, fırsat yaratabilen bir görev...

Dört aylık dönemin sonlarına yaklaşmışız. Yani, yedeksubay öğrenci taburu (8 Bölük, yani 1280 kişi) dağıtımdan önce 'Yemin Töreni' yapacak, rap-rap yürüyecek ve sonra da ellerini silaha koyup yenin edecek... Bu törende de, çiçeği kepinde bir asteğmen adayı çıkıp bir konuşma yapacak..

Diyanet'in bile hutbeleri merkezden gönderdiği bir ülkede, bu konuşma metninin niçin Ankara'dan gönderilmediğine benim bir cevabım yok. Yanlış hatırlamıyorsam, konuşmayı kimin yapacağı belliydi: Tabur'da birinci gelen kişi idi galiba –gerçi, 'birinci' de, neye göre 'birinci' konusunu hatırlamıyorum. Tabur Komutanı, tellal çıkarıp, konuşma metninin hazırlanmasını emretmişti. Bu iş için de, her bölükten, bölük komutanları, bir-iki kişi seçmişlerdi. Sonunda da, bunlar kendi aralarında elenmiş ve yazar sayısı ikiye filan inmişti.

Neyse, bu yazar arkadaşlar, dışarıda Yemin Töreni hazırlığı için sabbahtan akşama kadar rap-rap oraya, marş-marş buraya yürüyen ve koşan diğer arkadaşlarının konsantrasyon bozucu dinamizminden bir nebze olsun arınmak için, benim de aynı gerekçelerle sığındığım Silahlıkların olduğu binaya gelmişlerdi. Koridordaki masada, oturmuş, metin taslakları yazmağa koşulmuşlardı. O yıllarda da, bugün olduğu üzere, doğru dürüst bir şey yazabilmişliğim yoktu, ama medeni cesaret ve yardımseverlik ağır basmıştı. Vaktim vardı. Yardımcı olmak istedim. Bir de muziplik..

Eldeki taslağa baktığımda, yazan arkadaşların son derece tarafsız, gerçekçi ve transparan bir dünya görüşü sergilediklerini gördüm ve cidden memnun oldum. Ama, hiç de yeterli bulmadım.

Şunu demek istiyorum: Bir yemin töreni, orada yemin edecekler için yapılmaz sadece. Oraya, o yemini edecek olanların ailesi, arkadaşları, siyasi parti mensupları, yereldeki devletlular ve başkaları, sıradan vatandaşlar gelir. Bu bir ritüeldir.

Böyle bir törende, “Valla, n'ossun. Vatan görevi dediler, kanunla da zorunlu kılınmış. Şunun şurasında iki sene var-yok. Yapıp gidecez işte” türünden bir konuşma olabilemezdi... Gelen onca kişi, büyük bir hayal kırıklığı ile ayrılır ve bu da hiç de hoş olmazdı.

Tabii, bu gerekçeleri bu arkadaşlara anlatmak uzun süreceği için, ben doğrudan doğruya noktasal önerilere geçtim: “Şurasına şunu ekleseniz, ve şöyle bir ses tonu ile okunsa; burasına bunu ekleseniz, ve böyle bir ses tonu ile okunsa” diyerek metne, Orta Asya'dan, Malazgirt üzerinden, Viyana kapılarını, ardından da Samsun'u, Erzurum ve Sivas Kongrelerini; Çanakkale ve Sakarya'yı ufaktan ufaktan metnin içine sokuşturdum.. Bunlar yeni şeyler değildi; hepimizin duyarak ezberlediği ritüelistik şeylerdi.

Bu eklentilerle, basbayağı bayağı bir şeylere benzemeğe durduğunda vakit öğleden sonralarıydı. Yazılan metnin nasıl bir şey olduğunu merak eden subaylar [değişik rütbelerdeki komutanlarımız yani], birer birer (ve hep de birer birer) arkadaşlarımızın yanına geliyor ve metne göz atıyorlardı –o sırada ben arazi oluyordum tabii ki.

Gelenler, metne baktıktan sonra, son derece demokratik bir tavırla, kendi önerilerini söylüyorlardı. Bunlar ikiye ayrılıyordu.

Bir grup, bu metne bu kadar hamasi şeylerin yazılmasını anlamsız buluyor ve onun yerine, mesela, 'özgürlük', 'barış', 'insanca yaşama', 'eşitlik' filan gibi şeylerin yazılmasının çok daha uygun olacağını söylüyordu.

Diğer bir grup da, metnin esasen çok iyi olduğunu, fakat, Çanakkale ve Sakarya'dan sonraki safhada eksikleri olduğunu, 'devrimler' ve 'laiklik' anafikirlerinin iyice işlenmesi ve hakkıyla da vurgulaması gerektiğini söylüyorlardı..

Ben de, tabii ki, silahlık odasının kapısının aralığından, TSK'daki bu çok sesliliği işitip haz duyuyordum –kıs kıs güldüğümü iddia eden münafıklara kanmayınız lütfen.

Yazan arkadaşlarımızın ise kafası karışıyordu; fakat çok şükür ki, tarafsız –ve onlarla aynı rütbe ve seviyeden– birisi vardı orada, ve yardımcı da oluyordu. Derhal, konuya el atıp, asıl eksikliğin, metinde 'Ergenekon Destanı'ndan yeterince bahis açılmamış olduğunu söylediğimde, sağolsunlar, bunu da eklediler. Bu sayede, gelip bakanlar daha bir çeşitlendi tabii ki.

Akşama kalmadan, bırakın taburu, bütün alayda subay taifesi bunu tartışır olduydu. Sonunda, yanlış hatırlamıyorsam, konunun Ankara'ya intikal etmesine ramak kalmışken, Okul Komutanı meseleya müdahil oldu ve metnin ordu mensuplarında görülmesi gereken duygu ve fikriyatı tam olarak yansıttığını söyleyerek –ve, bir iki ekleme de yaparak– bu (benim hiiç karışmadığım) arkadaşlarımızın eseri yemin töreninde okundu.

Gelenler konuşma metnine bayıldılar.. Alkış kızıl kıyamet.. gözleri yaşaran babalar, anneler, ağabeyler, kardeşler, sevgilililer..

Bunca duygu seline, seyirciler arasındaki bir iki mektepli zibidi de; işin başından beri 'özgürlük', 'barış', 'insanca yaşama', 'eşitlik' filan gibi 'çağdaş' şeylerin yazılmasını savunanlar da tek kelime dahi edemez oldular..

Ben de, kendi adıma, yapılması gerekenin yapılmasına yardımcı olmuş insanların yaşadığı o dingin içi huzuruyla olanı biteni izledim, tabii ki..

Ardından, tayinim Ankara'ya, Kuvvet Karargahına, çıkınca, bu tür şeylerin pek de istisnai olmadığını; mesela, hatırı sayılır bir grup subayın Harbiye Marşını dahi söylemeği reddettiğini duyacak, görecektim. Galiba, bunların üst limiti İstiklal Marşı idi.. yani, İstiklal Marşını söylemeği reddeden olursa TSK'da kesinlikle kalamıyordu. Şimdi nasıldır bilemiyorum.

Neyse. Şimdi, dönenlim bunu niçin alattığıma...

Neşe Düzel'in artık gelenekselleşmeğe başlayan 'Neden? ' kategorisinde, bu defa da, Mümtaz'er Türköne ile yaptığı söyleşi 'Ordu içinde ordu var... Hatta ordular var' başlığıyla, Radikal Gazetesinde 12 Mart 2007 tarihinde yayınlanmış.

Bu söyleşide, Mümtaz'er Türköne bazı ilginç şeyler söylüyor. Önemli bir kısmına katılıyorum. Ama, bir kısmı da, bence, çok naif.. İçeriği aynı kalmakla beraber, formatını azıcık değiştirdim. Yazının arasına da girip eklemeler yapacağım.

Bugün yaşadığımız bu baskıcı rejimin kurucusu Kenan Evren. Darbeyi yapan, antidemokratik yasaları çıkaran, bu Anayasa'yı yazdıran kişi kendisi. Şimdi, söylediği bir sözden dolayı kendi kurduğu sistem onun hakkında inceletme yaptırıyor. Bu sistem, herkesten, kendi kurucusundan bile şüphe eden bir sistem mi?

Bu sistem Evren'in eseri değil.

1980 darbesiyle ve onun anayasasıyla kurulan bu sistem kimin sistemi?

1980 öncesi de var bu sistemin. Kastettiğim o. Aslında Soğuk Savaş yıllarındaki sistem Türkiye'de hâlâ devam ediyor. Soğuk Savaş dünyada devletleri ve orduları çok ön plana çıkardı. İllegal örgütlenmeler ve ideolojik savaş dahil, ordulara daha önce sahip olmadıkları kadar geniş bir hareket alanı açtı. Ve bizde ordu, Türk siyasi kültüründeki çatlaklardan da yararlanarak burada bir sistem kurdu ve bu sistemin ilk ürünü 27 Mayıs darbesi oldu. Bu sistem 27 Mayıs'la iyice yerleşti. İşte Türkiye hâlâ 27 Mayıs darbesiyle açılan o kulvarda ilerliyor. Ama biz, bir hata da yapıyoruz. Orduyla ilgili çok kolay genellemelere varıyoruz. Oysa ordu içinde ordu var. Hatta ordu içinde ordular var.

İki nokta..

Birincisi, “ordu, Türk siyasi kültüründeki çatlaklardan da yararlanarak burada bir sistem kurdu” deyip geçiyor. Ben bu sistemin ne olduğunu biraz daha açmasını isterdim.

İkincisi, bizlerin orduyla ilgili çok kolay ve abes genellemeler yaptığına katılıyorum.

{YazMAmak için epeyi gayret ettim, ama başaramayacağım.. Tamam, bu yazı Neşe Düzel hakkında değil, Türköne'nin dedikleri hakkında.. Fakat, olur ya, burayı basın yayın camiasından okuyanlar olur, örnek alsınlar diye, yukarıda Neşe hanımın ne denli objektif bir gazetecilik yaptığının altını çizmem gerekiyor.. Sorduğu sorulardan da kolayca görülebileceği üzere, hiç bir şekilde kişisel duygularını mesleğine karıştırmayan bir profosyonel oluyor kendileri.. Ben de 'havle' çeken biri..}

Ordu içinde ordu var ne demek?

27 Mayıs darbesi yapıldığında bir teğmen Genelkurmay başkanını tekmeliyor. Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun darbeciler tarafından tutuklanıyor, hakarete uğruyor. Generaller genç bir teğmenin önünde 'hazır ol'da duruyorlar. Bir yanda emir-komuta zincirine sahip bir kurum, bir ordu var. Diğer yanda, aralarında çete oluşturmuş ve darbe yapan bir grup subay var. Bu iki karşı şey Silahlı Kuvvetler'in içinde yer alıyor. Bu durum, bizim 'ordu' diye genellediğimiz, yekpare bir kurum gibi algıladığımız kurumun öyle olmadığını gösteriyor.

Bir teğmenin bir Genelkurmay Başkanını tekmelemesine bir sistem diyemeyiz. Öte yandan, 'aralarında çete oluşturmuş ve darbe yapan bir grup subay' da bir sistem değil ve yeni bir şey de değil.

Bir ordu yekpare olmak zorundadır. Bir orduyu ordu yapan şey emir-komuta zincirinin işlemesidir, hiyerarşidir, disiplindir. Hiyerarşisi ve disiplini bozulmuş bir ordu çok tehlikeli değil midir?

Elbette çok tehlikeli bir şey bu. Zaten bu tehlikeli şey 27 Mayıs'ta Türkiye'nin başına geldi. Tabii ki ordu içinde orduların olması anormal bir durumdur. Zaten bu durum bize, bugün Türkiye'nin çektiği sıkıntıların sebebini ve sakatlığın nerede olduğunu gösteriyor. Ordu içinde ordunun, orduların olması Soğuk Savaş'ın eseridir. Nitekim 28 Şubat da Soğuk Savaş'ın mantığı, ideolojisi ve refleksleriyle yapıldı. 28 Şubat da, 27 Mayıs gibi ordu içindeki bir ordunun, yani bir çetenin, bir cuntanın yaptığı bir darbeydi. O zaman şu çıkıyor ortaya...

Ne çıkıyor?

Bizde bu çeteler 27 Mayıs'la başlayan bir gelenektir. Bu tür oluşumlar ordunun içinde her zaman var. Çünkü Soğuk Savaş'ın gergin ortamı Amerikan şemsiyesi altında askerlere özgür bir hareket alanı sağladı. İllegalite, kontrgerilla, gayrinizami savaş konsepti, Amerika ve NATO tarafından desteklendi ve bu durum, ordunun içinde bu tür çetelere, çeteleşmelere kanal açtı. Şimdi bu kanalın hâlâ var olduğu görülüyor işte.

Dediklerine esasen katılıyorum, ama, çok ilginç bir şekilde, Türköne'nin –yabancı parmağı olmayan bir ordu– türünden ulusalcılık/milliyetçilik önerdiğini de atlamamak lazım.

Buna katılmadığımı söyylemiyorum, sadece cımbızlanıp ortaya çıkması gerektiğini düşündüm.

Dünyada Soğuk Savaş bitti. İllegal güçler, kontgerilla Türkiye hariç bütün NATO ülkelerinde açığa çıkarıldı, tasfiye edildi. Türkiye'de kontrgerilla bitmedi mi? Ordu içinde ordular, çeteler bitmedi mi?

Geçen yıl gayrinizami savaş, Özel Harp Dairesi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı'yla ilgili bir tartışma yaşandı. Genelkurmay resmi bir açıklama yaptı. 'Bu birim, Soğuk Savaş yıllarında özellikle Sovyet yayılmasına karşı, gayrinizami savaşı örgütlemek için kurulmuştur. Çok önemli görevler yerine getirmiştir' dedi. 'Ama niye hâlâ var' sorusunun cevabını vermedi Genelkurmay. Varlığını ve devam ettiğini kabul etti, gerekçesini de Soğuk Savaş'la açıkladı. 'Peki kardeşim Soğuk Savaş bitti. Bugün bunun ne işi var', sorusu cevaplanmadı. Silahlı Kuvvetler, Soğuk Savaş yıllarındaki kurumsal yapıyı devam ettiriyor. Yani çetelerin nefes alacağı, yerleşebileceği alanları içine alan bir sistemi sürdürüyor.

Bu konda, benim de kendi kişisel kanaatim karmakarışık.. Dolayısıyla, herhangi bir kurumu itham edemiyorum. Çünkü, evet, Soğuk Savaş bitti ama, TC bunun sonucunda şu ya da bu bloğa ait olmadı. Ortada, TC'de bence hala daha çok ciddi istihbari ve yönlendirici faaliyet var –yabancı ülkeler ve güç odakları tarafından.

Bu durumda, TC için neyin bittiğine karar vermek zor. Başka bir şekilde söyleyecek olursam, 'Soğuk Savaş' bitti ama 'soğuk savaş'lar devam ediyor.. Özel Harp Dairesi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı hala daha 'Soğuk Savaş' psikozunda devam ediyorsa yanlış tabii ama 'soğuk savaş' devam ediyorsa (ki, bence öyle), bu birimleri bir kalemde harcamak yerine, mücadele hedeflerini gözden geçirmelerini sağlamak daha akıllıca olur.

Evren'e dönersek... Baskıcı rejimin kendi kurucusundan bile şüphe etmesi aslında paranoyak bir yapıyı gösteriyor. Neden bu kadar büyük bir güvensizlik, korku var?

Çünkü Soğuk Savaş yıllarında oluşmuş, kurumlaşmış bu yapının ve alışkanlıkların artık tükendiği bir evrim yaşanmaya başladı Türkiye'de. Bu ideolojiyle ve araçlarla yol almak, siyaseti yönetmek, toplum üzerinde askeri bir vesayet kurmak imkânsız hale geldi. Bir istihbarat devleti kurmayı tasarlıyorlar ama bugünkü dünyada yapılamıyor bu. 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu kanalıyla fişlemeler yapıldı, olmadı. Şimdi en son gazetecilerle ilgili hazırlanmış bir andıç ortaya çıktı. Bütün bunlar, bugünkü hayatın aklına da aykırı, zamana da aykırı. Hayat bugün öyle karmaşık ve zengin ki... Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi insanların 'dostlar ve düşmanlar' şeklinde sınıflandırılabileceği bir dünya değil bugünün dünyası. Bu iktidarı sürdürmek için 'bölücülüğü ve irticayı' araç olarak kullansanız da, bu askeri vesayet sistemini Soğuk Savaş yıllarındaki gibi sürdürmek imkânsızdır.

Doğru.

Niye?

Çünkü bugün böyle bir istihbarat devletini kurmanız ve yaşatmanız mümkün değil. 28 Şubat'ta bu yapılmak istendi. Hâlâ bu yapılmak isteniyor. Ortaya çıkan andıçlar bu zihniyetin sürdüğünü gösteriyor. Savaş meydanında tatbikat yaparken kuvvetleri 'mavi kuvvetler-kırmızı kuvvetler' diye ayırırsınız ve bunları savaştırırsınız ama bir toplumu mavi ve kırmızı diye ayıramazsınız. Ayırmaya kalktığınızda bile bunun için ciddi bir donanımızın olması gerekir. Askerlerde bu donanım yok. Olmadığı da gazetecilerle ilgili andıcı okuduğunuzda görülüyor zaten. 28 Şubat sürecinde yapılan fişlemelerde de durum aynıydı. Onların mantığıyla o kadar çok sosyal demokrat mürteci olarak fişlendi ki... Ayrıca 28 Şubat darbesi toplumu ikna etmek için kendisine ideolojik araçlar aradı ve ortaya tam anlamıyla Alman tarzı bir nasyonal sosyalizm çıktı.

Bu noktada, epeyi zamandır aradabir söylediğim şeyi tekrarlamak istiyorum. 'Soğuk Savaş' döneminde bizim kurmaylarımız çok fazla zihin tembelliği alışkanlıkları edindiler bence. Hatta, buna 'zihnin dumura uğraması' dahi diyebiliriz belki de. Türköne'nin bahsettiği, 'mavi kuvvetler-kırmızı kuvvetler' halinde (ki, yanlış bilmiyorsam bu da artık 'yeşil kuvvetler-kırmızı kuvvetler'dir) herşeyi ortadan ikiye ayrıştırmak kolaycılığı, gerçekten, TSK'da çok önemli bir zihinsel yetenek kaybı anlamına geliyor.

Oturup kalkmasını beğenmedikleri, ya da karısının başı örtülü olan kişiyi, sırf bu yüzden 'dinci' ya da 'mürteci' diye damgalamak alışkanlığının varlığı ve bunun da andıçlara yansımış olması, analitik açıdan ne denli hantallaşıldığını gösterir ki, bir ordu için bunun var olmak ihtimali bile çok risklidir. 'Ordu için' dediğimi siz 'ülke için' okuyun lütfen; çünkü, bu kadar basit bir konuda bile bu denli hatalı analizler yapan bir ordunun çok daha karışık olacak olan gerçek düşman analizi yapmasını bekleyemeyiz. Analiz yapamayan ordu da, ordu olmak vasfını kaybeder. Acıdır, ama bu böyledir.

Nasıl çıktı bu?

SS subaylarının kasaturalarında ve flamalarında yer alan 'Sadakat şerefimizdir' sözünü bile, bu Nazi sloganını bile taklit ettiler. İstanbul'da ordunun kışlalarının duvarlarına 'Orduya sadakat şerefimizdir' diye yazdılar. Böylece topluma, 'Orduya sadakat göstermeniz lazım' mesajını verdiler. Ordu sadakat odağı olamaz. Ordu devlete, vatana, millete, Anayasa'ya, demokrasiye sadakat göstermelidir. Onun varlık nedeni budur. Ama sistem bu işte...

Doğru. Orduya, ve sadece orduya sadakat beklemek anlamlı değil. Fakat, buradan şunu da çıkarabiliriz belki de: Ordunun biat edeceği bir müessese , galiba yok... Eüer bu doğruysa, bu çok önemli bir problemdir... Ordunun sahibi kimdir?

Korkan ve korkutan bir sistemle mi karşı karşıyayız biz? Buradaki bütün toplumsal ilişkiler korkuya mı dayanıyor?

Toplum üzerinde baskı yaratan, insanları tehdit eden, korkutan illegal savaş teknikleri kullanan bir aparat çok güçlü bir şekilde hâlâ işliyor. Ve ordunun içinde iki eğilim çatışıyor. Bir yanda, statükoyu devam ettirmek isteyenler var. 'Aman PKK siyasallaşmasın, elinde silah bulunsun ve arada sırada da eylem yapsın. Eylem yapsın ki, biz silahlı önlemlerle, askeri tedbirlerle Türkiye'nin bölünmesine engel olabilelim' diye düşünenler var. Bu, statükoyu sürdüren bir düşünce. Şemdinli olayında yaşanan da buydu zaten.

Şemdinli olayı, PKK'yla savaş sürsün, askeri çözüm devam etsin diye mi yaşandı?

Eğer Şemdinli basit bir olay değil de iddia edildiği gibi bir organizasyonun eseriyse... Şemdinli olayı, 'Eğer PKK yapmıyorsa, PKK terörünü de biz yaparız, PKK terörünü bile biz yaratırız' şeklinde bir mantığın eseriydi. Türkiye'nin Kürt politikası iflas etti. Askerlerin eseri olan Kuzey Irak politikası da iflas etti. Bu politikalarla hiçbir yere gidilmiyor. Bu iflası da belgeleyen aslında PKK'nın kendisi oldu. Ateşkes ve ardından silah bırakma tartışmaları, herkesin mevcut durumu, statükoyu sorgulamasına yol açtı. Eğer siz Kürt sorunu için 'askeri çözüm' diye direniyorsanız, PKK'nın silahlı kalkışmaya devam etmesi lazım. Yoksa öbür tarafta siyasetin konuşulduğu, Kürtlerin barış ortamında taleplerini, farklı siyasi çözümleri önerdiği bir evre geliyor.

Orduda iki eğilim çatışıyor dediniz. Diğer eğilim ne diyor?

Diğer yanda, bu statükoyla vatanın ve milletin korunamayacağını, ordunun gücünü, itibarını muhafaza edemeyeceğini görenler var. Genelkurmay'da hazırlanan andıçın, 28 Şubat'taki andıç gibi gazetecilere sızması bu çatışmanın sonucu olsa gerek. Evren, 'Artık Soğuk Savaş kurgularından vazgeçip yeni şartlara ayak uydurmak, açılımlar yapmak gerekir' diyor. MİT Müsteşarı da Evren gibi statükoyu eleştiriyor. 'Bugüne kadar izlenen politikaları gözden geçirmek gerektiğini' söylüyor. Bu arada MİT'in doğrudan PKK'yla mücadele etmiş emekli müsteşar yardımcısı Cevat Öneş de devletin Kürt politikasının yanlış olduğunu, değişmesi gerektiğini açıklıyor. Mehmet Ağar 'dağdakilerin düz ovada siyaset yapmasını' istiyor. Birbirine benzeyen bu çıkışlar tesadüf değil.

Bence de tesadüf değil ve bunu da memnuniyet verici buluyorum.

Peki, Evren'i bile korkutan bu sistemin temsilcisi kim? Kim bu yapıyı temsil ediyor?

Statükoyla birlikte yaşayan karanlık bir bölge bu. Soğuk Savaş döneminde gayrinizami savaş tekniklerini kullanmak için kurulan, örgütlenen ve kendisini hukukla pek sınırlı saymayan ve kanun dışı yöntemleri hâlâ kullanabilen bir yapı bu...

Kontrgerillayı, Özel Harp Dairesi'ni tarif ediyorsunuz siz.

Özel Harp Dairesi... Özel Kuvvetler... Muhtemeldir ki, bunun istihbarat teşkilatında da uzantıları var. Bu gücün hâlâ ciddi bir operasyon yeteneği var. Nitekim Kuvayı Milliye dernekleri diye yapılar ortaya çıkarıyorlar. Bunların 'yeni ulusalcılık' diye bir ideolojisi var. Yeni ulusalcılık, bu gayrinizami yapının, bu çeteleşmenin ürediği yapının ideolojisidir. Toplum içindeki gerginlikleri, kutuplaşmaları, düşmanlıkları kullanan, psikolojik harekâtlarla toplum mühendisliği projeleri yapan ve sivil uzantıları da olan güçler bunlar. Şunu hatırlayın... 28 Şubat'ın öne çıkan bütün generalleri karargâh subaylarıydı. Sahada kıtalara komuta eden, PKK'yla mücadele eden muharip sınıftan general yoktu aralarında.

Burada Türköne ile bir miktar ayrılıyoruz. Evet, büyük bir ihtimalle, Kuvayı Milliye derneklerini bu uzantılar peydahlıyor. Ama, 'yeni ulusalcılık' sadece bu değil.

Daha da ötesi, sadece karargah generalleri demek değil. Yakın zamanda hatıratlarını yayınlamağa başlayan değişik rütbelerdeki general ve alay komutanlarını okursak, onların çok daha farklı bir 'yeni ulusalcılık' yazdıklarını da görürüz. Bu iki 'yeni ulusalcılık' yer yer birbirleri ile çelişiyor tabii ki, ama her ikisinin de ortak bir boyutu var: Giderek güçten düşürülen bir devlet yapısının başımıza da büyük belalar açacağını görmek ve buna karşı mücadele etmek. Birinci 'yeni ulusalcılık'la hemfikir olamasam bile, ikinci 'yeni ulusalcılık'ın çok da yanlış olduğuna emin olamıyorum.

Bu, neyi gösteriyor?

Orduda iki farklı dinamiğin işlediğini ve bunlar arasında ayrışma olduğunu gösteriyor bu. Ordunun bir asıl bünyesi var. Bir de illegaliteye açık olan karanlık bir bölgede ordunun kurumsal kimliğini kendi iktidarı için kullananlar, statükoyu sürdürenler var. Şemdinli'de, Atabeyler, Ergenekon, Sauna gibi çetelerde ortaya çıkan hep bu yapı işte.

Bu ülkede, devletin en tepesindekiler de dahil kendini güvende hisseden kimse var mı?

Yok. Yaşadıklarımıza bakarsak, kimse kendini güvende hissedemez.

Askerler Soğuk Savaş'ın bittiğinin farkında değiller mi?

Soğuk Savaş 18 yıl önce bitti ama asker için bitmedi. Asker için bitmediği için bizim için, Türkiye için de bitmedi Soğuk Savaş. Totaliter bir ideolojiye yaslanan, otokratik, hiyerarşik bir yönetimi kurgulayan, istihbarat devleti ile varlığını sürdürmeye çalışan Soğuk Savaş anlayışı hâlâ devam ediyor. Askerler Soğuk Savaş'ın alışkanlıklarından vazgeçemiyorlar. Bu alışkanlıkların sürdüğünü, fişlemelerde, istihbarat devleti kurma teşebbüslerinde görüyoruz. Çünkü Soğuk Savaş, devletin tek sahibi olma, siyasal alana ve topluma müdahale etme, ideolojiler üretme imkânını sağlıyordu onlara. Oysa askerin siyasete karışmasını önlemek, Atatürk'ün en titiz olduğu konuydu.

En son cümlesini naif buluyorum. MKA'nın ordunun siyasete karışması konusundaki hassasiyetini, ben, hep MKA'nın arzu ettiği istikametin dışında görüş bildirmemek olarak okumuşumdur. Düğer dediklerine katılıyorum.

12 Eylül ülkedeki güvensizlik ortamını iyice sağlamlaştırdı. Ama daha önce de büyük bir güven yoktu toplumda. Bizim toplumumuz nerede sakatlandı?

27 Mayıs'ta sakatlandı. Halk aşağılandı, devletle halk arasına mesafe girdi. Ülkede geliştirilen demokratik tecrübe bıçakla kesildi. Halka dönüp, 'senin seçtiğini biz asarız' dediler. 27 Mayıs, halka verilen bir mesajdı. Türkiye'de birçok şeyin dönüm noktası 27 Mayıs'tır.

Toplumu doğal mecrasından çıkardı.

Devlet, hiçbir vatandaşına güvenmiyor mu?

Silahlı gücün mantığı şudur. Siz bir düşman ve tehlike olduğu için silahlı güce ihtiyaç duyarsınız. Dolayısıyla silahlı güç de kendi durumunu meşrulaştırmak için habire düşman üretir. Askerler hep 'Cumhuriyet tarihinin en tehlikeli dönemecinden geçiyoruz' derler. Genelkurmay Başkanı daha yeni Amerika'da söyledi bunu gene. Bu söz, kalıp halinde her yıl, her ay tekrarlanır bu ülkede. Askerin memleket her an bölünebilir, parçalanabilir retoriğine, edebiyatına şiddetle ihtiyacı var. Çünkü kendi varlığını meşrulaştıracak bir altyapıyı kurması lazım. Düşman üretmesi lazım, sonra da bu düşmanın olduğuna inanması lazım.

Bunlara detayda itiraz etmek mümkün, ama meselenin özünü çok fazla değiştirmez. Özünde katılıyorum.

Yeni bir fikir nasıl cezalandırılıyor bu toplumda? Sadece yargı yoluyla mı yoksa başka metotlar da var mı? Evren neden korktu mesela? Yargıdan mı yoksa başka bir şeyden mi?

Evren'inki cezalandırılma, öldürülme korkusu değil. İtibarını, saygınlığını kaybetme korkusu bu. 28 Şubat'ta Doğan Güreş'e yaptılar bunu. Genelkurmay'dan telefonla arayan askerler, Genelkurmay Başkanlığı yapmış bir orgenerale 'Doğan bey' diye hitap ettiler. Mesela yeni fikirlerin ortaya çıkacağı yer olan üniversitelerde de, eğer tuzunuz kuru değilse, yeni bir fikir ileri süremezsiniz. Sürdüğünüzde, Prof. Atilla Yayla'nın başına gelenler başınıza gelir. Vatan haini, bölen, parçalayan ilan edilirsiniz.

Bu kadarı da fazla.. Hamama giren terler.. Hiç olumsuz tepki gelmeyecek garantisini kim kime verebiliyor ki?

Yeni fikirlere böyle tepki duyarak dünyayla nasıl ilişki kuracağız?

Statükonun, bu askeri vesayet düzeninin kendisi için artık denizin bittiğini fark etmesi gerekiyor.Yaşanan sıkıntı da bu zaten. Bazı şeyler çöküyor işte... Türkiye'nin Kuzey Irak politikası, Kürt politikası iflas etti. Kıbrıs, Annan Planı çerçevesinde hükümet bir açılım yaptı da bir nefes alma şansına sahip oldu. Statükonun ürettiği çözümler, demek ki Türkiye'yi bir yere götürmüyor. Sadece zaman ve enerji kaybettiriyor. Bu korku iktidarıyla artık Türkiye'nin ulusal çıkarları korunamıyor. Sistemin çöktüğünü sistemin parçaları söylüyor. Evren söylüyor, MİT Müsteşarı söylüyor. Mehmet Ağar söylüyor. Bu düzeni devam ettirmek mümkün değil. Ben bu konuda çok umutluyum.

Doğru.. Hayli enteresan bir şekilde, istikamet değişikliği oluyor gibi. Bakalım sonucu nasıl olacak.

Niye umutlusunuz?

Türkiye'de milletin ve devletin çıkarlarını koruyan güçlü bir 'devlet aklı' var. Türkiye bu statükoyu devam ettirerek çıkarlarını koruyamaz. İşte devlet aklı bunu görür. Ayrıca Tayyip Erdoğan ya da AK Partili birinin Cumhurbaşkanlığına seçilmesi de, bu statükonun değişmesi ve hükümetle uyumlu bir politika üretecek olması açısından önemli bir fırsat olacak.

Statükonun değişmesi gerektiği noktasında Türköne'yle hemfikirim ve bu yönde de değişiklikler olacağını bekliyorum, düşünüyorum. Ama, bunun AKP hükümetiyle daha uyumlu bir yapı oluşturacak şekilde tecelli edeceğinden emin değilim. Fakat, yine de, her hal ü kârda, ben de ümitliyim.