Ayıp eden ayıp edene..
Benim doğduğum köyde bülbül yoktu, vardıysa da ötmezdi.. kon bir dala, bebek; öt biraz.. demek gelmiyor değil içimden..
Geliyor aslında, ama toparlayıp Cahit Külebi'nin ustalığıyla söyleyemedikten sonra ne tadı var.
Orası öyle de, öte yandan da, Vatan gazetesine bakalı beri, dikkatimi çeken şu iki yazıyı okuyalı beri, kulaklarımda da hep o şiirin türlü çeşitli nazireleri çınlıyor...
Bunların birisi, Devlet Bahçeli'nin seçim sonucunu değerlendirdiği bir demecinden yapılan bir haber, diğeri de Zülfü Livaneli imzasıyla bir yazı.
Önce Devlet Bahçeli.. şöyle demiş:
İktidar partisinin kamuoyunda itibar kaybettiği son aylar içinde, meclis iradesine yönelik dışarıdan yapılan dayatma ve zorlamaların toplumda kabul görmediği ve iktidar partisine hak etmediği bir desteği sağladığı anlaşılmaktadır
İlaveten, şunları da beyan etmiş:
Milliyetçi Hareket Partisi aziz milletimizin kendisine yüklediği sorumluluğun bilincinde ve farkındadır. Partimiz 23. dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinde, milletinin emrinde ve hizmetinde olmaya devam edecek, mili duruşun, uzlaşmanın, hoşgörünün ve diyaloğun adresi olacaktır. Milliyetçi Hareket Partisi, milli bekamıza ve hassasiyetlerimize yönelik yanlış politikalara müdahale hakkını saklı tutarak, ülkemizin yeni krizlere sürüklenmeden önümüzdeki zor ve sıkıntılı dönemi başarıyla atlatılmasında yapıcı bir rol oynayacaktır.
Buradan hemen Zülfü Livaneli'nin yazısına geçeyim. Birebir iktibas ediyorum.
Seçimler öncesi CHP'ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım.
Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.
Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım.
Bunu bir borç olarak görüyorum:
***
Deniz Bey lütfen hatırlayın:
19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen'in evindeydik.
Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum.
Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan'ın ise Meclis'e girme umudu kalmamıştı.
Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan'ın "milletvekili olmadan başbakan olma" önerisini reddetmişti.
Türkiye'nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz "Tayyip Erdoğan başbakan olacak!" diye tutturdunuz.
Sizi "Çok tehlikeli bir oyun bu!" diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, "Hayır!" dediniz "İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz."
Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: "Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan'ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye'yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek."
İki ay dayanamaz iddianızı, "görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar." tezine oturttunuz.
Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz.
O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan'la seçim öncesinde Beylerbeyi'nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.
Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk.
Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.
Tartışmanın sonunda dediniz ki: "Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rotuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?"
Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.
Ve düşünün; Meclis grubunda "Erdoğan'ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!" diye bas bas bağırmanıza değdi mi?
Erdoğan'la Beylerbeyi'nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)
Başbakan olmak, elbette Erdoğan'ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP'nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan.
Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa'yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan'ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu.
Size o gün söylediğim gibi, Türkiye'nin kaderini değiştirdiniz.
Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. "Öyle değildi. Böyle konuşmadık." deyin.
Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.
Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.
Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim.
Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.
Tayyip Erdoğan'ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz.
Daha önce Refah Partisi'nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti..
Tayyip Erdoğan'ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek'lerin en büyük şansı sizdiniz.
CHP'nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.
Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.
Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP'lileri, eski ANAP'lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.
Size defalarca "Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!" dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.
Sağcıları ve sekreterinizi Meclis'e sokarken, İsmet Paşa'nın Avrupa Konseyi'nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan'ı Meclis dışında bıraktınız.
İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada.
Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.
Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de.
Bad-el harab-ül Basra!
Devlet Bahçeli'nin ve Zülfü Livaneli'nin sözlerini okuduğum zaman, açık söyleyeyim, bir hoş oldum.
Bir hoş oldum; çünkü, --önce Devlet Bahçeli'den başlayacak olursak-- Devlet Bahçeli eğer bu dediklerine inanarak söylüyorsa ben gerçekten üzülürüm.
Üzülürüm; çünkü, Devlet bey hem önemli bir partinin genel başkanı, hem de uzak olmayan bir geçmişte Başbakan Yardımcısılığı yapmış birisi...
Bu tür makamlara her önüne gelen oturamıyor. Kişinin belli bir kalibrede olması lazım. Aksine bir kanaat sahibi olmak zorunda kalırsam çok ayıp edebileceğimi düşünüp üzülüyorum.
Şunu demek istiyorum: Devlet beyin atıfta bulunduğu, sonuçlarından şikayet ettiği, e-muhtıra vakasının neye hizmet edeceğini görmek çok da zor değildi.
Eğer Devlet bey, muhtıranın yayınlandığı günlerde muahalefet etmiş olsaydı, hem ülkenin 'yeterince demokratik' olduğunu tebarüz ettirmiş olacaktı, hem de Recep Tayyip bey bu denli 'mağdur' olmayacaktı.
Daha da ötesi, şimdi olduğu üzere, ağzı olan herkesin MHP'ye 'faşizanlık' yaftasını yapıştırmasına da mâni olacaktı. Yani, azımsanmayacak bir entellektüel seçmen kitlesini hayli zahmetsizce kazanmış olacaktı.
Bunu, gerek kendisi, gerekse de partisindeki en alt kademedeki kurmayların görmemiş olması bence mümkün değil.
Göre göre, değinecek başka birşey kalmamış gibi, 'kürsüden ip atmaca' oynamağı tercih ettiğini farzetmemek için ben anlamlı bir bir sebep bulamıyorum.
Nitekim, bu yolla, MHP, herhangi bir şekilde anlamlı muhalefet yapmamak, alternatif politika dile getirmemek suretiyle, AKP'ye yardımcı olurken; karşılığında da, Recep Tayyip beyin kürsüden benzer şekildeki hitaplarla MHP'yi gündemde tutması, efelenmenin marifet olduğunu sanan belli bir kitlenin MHP'ye oy vermesini sağladı.
Bu bakımdan başarılı bir icra olduğunu kabul ediyorum.
Sonuçta ben de siyasetçi olsaydım, ben de siyaset konuşmaksızın, hesap vermeksizin, elle tutulur vaatlerde bulunmaksızın seçilmek isterdim. Çünkü, bunlar olmadığı zaman, seçmen hem sizi ibra etmiş hem de size açık çek vermiş sayılır.
Başka bir deyişle, hem AKP hem de MHP aklandılar ve açık çek aldılar seçmenden.
Dolayısı ile, sergilenen müsamerenin ziyadesiyle başarılı bir icra olduğunu kabul etmemek büyük ayıp ya da en azından takdirsizlik olur.
Takdirsizlik deyince, hemen Zülfü Livaneli'nin yazısına geçebiliriz.
Zülfü bey, tabii ki, ilginç şeyler söylüyor. Ama, beş sene kadar geç kalmış sayılır.
Üstelik ayıp da ediyor.
Birkaç sebepten dolayı ayıp ediyor.
Birinci ve en önemli ayıbı da, onun bu dediklerinin aşağı yukarı tıpatıp öyle olduğunu beş sene önce görmek mümkündü. Yani, Tayyip beye Başbakanlığı Deniz beyin pırlanta tepside takdim ettiğini görmek için illa o gizli toplantılarda duvardaki sinek olmak gerekmiyordu.
Elemterefiş kemgözlere şiş tekniğiyle, Jetpacı Fadıl beyin apar topar Siirt milletvekilliğinden düşürülmesi de, aslında bir 'yenileme seçimi' olması gereken Siirt seçimlerine zembille Tayyip beyin de dahil edilmesi, bu garabete de, ne (en ufak detaya dahi takabilen) Yüksek Seçim Kurulunun ne de CHP'nin itiraz etmeyişinin hayli manidar olduğunu görememiş olan bir Allahın kulu varsa bu ülkede, onu zekâ testinde sıfırı temsil etmek üzere koruma altına almalıyız.
Ama, bence boşuna uğraşmış oluruz; bence yoktur öyle birisi.
Bu durumda, Zülfü bey, eğer açıklamalarının bugün artık herhangibir kıymeti olduğunu sanmamızı istiyorsa, çok ayıp ediyor bence.
Bunları beş sene önce söyleseydi, eser miktarda da olsa, enteresan olabilirdi belki; fakat bugün söylemesinin bir vakanüvüslik kadar dahi ehemmiyeti kalmamıştır. Bir ex-müzisyen ve (nasıl olduysa) gazetecinin böyle bayat şeyleri dile getirmesinin de ayıp olduğunu söylemeğe çalışıyorum.
Dahası var. Zülfü beyin, hayli gecikmiş olsa da, anlattıklarından CHP'nin kendisini feda ettiğini anlayabiliyoruz.
Konunun doğası gereği, bunu ne CHP halkımıza anlatabildi; ne de --gündelik meşgale yüzünden-- halkımız CHP'nin ne denli büyük fedakârlıkta bulunduğunu tam olarak kavrayabildi. CHP'nin bunca fedakârlığından haberdar edilmeyen bu yüce ve masım halk da, maalesef, takdir göstermedi.
Bu bakımdan, halkımızın, Zülfü beyin dediklerini hatırlayıp, bir sonraki seçimde CHP'ye layık-ı veçhile takdir göstereceğini umsak bile, bu umut bugün Zülfü beyin yol açtığı sıkıntıyı hiçbir şekilde hafifletmiyor.
Hafifletmek bir yana, ağırlaşmasına yol açtığı sıkıntı şudur:
CHP tarafından yapılan fedakârlığın manâ ve ehemmiyetinden bihaber bazıparti-içi küçük oyuncular, halkın takdir etmeyişini ciddiye alıp, durumdan fırsat çıkararak Deniz beye başkaldırmak hazırlığındalar.
Mazallah, bu başkaldırı başarılı olur da, neyin ne amaçla yapıldığından bihaber birileri CHP'de yönetimi ele geçirecek olursa bir çuval incir berbat olur.
CHP farklı bşr partidir. Tayyip bey için biçilmiş kaftan olan formüller CHP'de Deniz bey için kullanılamaz: Deniz beyin devamlılığını sağlamak amacıyla TSK'nın devreye sokulması bir işe yaramaz; çünkü TSK'ya tepki suretiyle, CHP'nin istenileni yapmak ihtimali yok.
İstenileni yapmağı ancak ve sadece Recep Tayyip bey başarabilir.
Yani, ancak ve sadece Recep Tayyip bey Deniz beye şiddetle hucum ederse, CHP'de Deniz bey muhaliflerini ekarte edebilir.
İşte, tam da bu noktada Zülfü beyin densizliği oyuna dahil oluyor.
Sırf seçilemediği için çıkıp ettiği lâflar yüzünden, AKP (Recep Tayyip bey) ile CHP (Deniz bey) arasında danışıklı bir dövüşün varlığının bu derece aleni şekilde dile getirilmiş olması çok sıkıntı yaratacak.
Asıl sıkıntıyı da Recep Tayyip beyin yaşayacağı kanaatindeyim.
Bir sürü sebebi var.
Birincisi, İslam'da ahde vefa diye bir şey vardır. Ahde vefasızlık olacak şey değil.
İkincisi. Daha yapılacak çok şey var. Recep Tayyip beyin Deniz beye daha çok uzun bir süre boyunca ihtiyacı var. Recep Tayyip bey, Deniz beyin CHP'yi yaban ellere bırakmasına razı olamaz.
Belki de, asıl önemlisi, CHP'nin başına başka biris gelirse, Recep Tayyip beyin bir sonraki seçimde --mazallah-- 'mağdur' olmak ihtimali ortadan kalkabilir..
Bütün bunlara bakarak, ülkenin bekasını da dikkate alıp, hep beraber Zülfü beye şunu dememiz gerekiyor:
Zülfü bey, Zülfü bey.. Sanatçı olabilirsiniz, hasb el kader gazeteci, ve hatta kaderin cilvesiyle seçilmiş milletvekili de olmuş olabilirsiniz; ama büyük resmin kesrini dahi görmüyorsunuz.
Görseydiniz bunca sıkıntıya yol açmaz; Başbakanımıza --onca insanın nice fedâkarlıklarla hediye ettiği-- bu 'seçim zaferi'ni yaşamak zamanı bunca sıkıntıyı kendisine revâ görmezdiniz.
Ayıp ettiniz.
Arama motorlarından gelenlere not: Arapça 'Bâd-el harâb-ül Basra' demek, 'Basra harâb olduktan sonra' demektir. 'İş işten geçtikten sonra' anlamında kullanılır.