Ayıp eden ayıp edene..

Benim doğduğum köyde bülbül yoktu, vardıysa da ötmezdi.. kon bir dala, bebek; öt biraz.. demek gelmiyor değil içimden..

Geliyor aslında, ama toparlayıp Cahit Külebi'nin ustalığıyla söyleyemedikten sonra ne tadı var.

Orası öyle de, öte yandan da, Vatan gazetesine bakalı beri, dikkatimi çeken şu iki yazıyı okuyalı beri, kulaklarımda da hep o şiirin türlü çeşitli nazireleri çınlıyor...

Bunların birisi, Devlet Bahçeli'nin seçim sonucunu değerlendirdiği bir demecinden yapılan bir haber, diğeri de Zülfü Livaneli imzasıyla bir yazı.

Önce Devlet Bahçeli.. şöyle demiş:

İktidar partisinin kamuoyunda itibar kaybettiği son aylar içinde, meclis iradesine yönelik dışarıdan yapılan dayatma ve zorlamaların toplumda kabul görmediği ve iktidar partisine hak etmediği bir desteği sağladığı anlaşılmaktadır

İlaveten, şunları da beyan etmiş:

Milliyetçi Hareket Partisi aziz milletimizin kendisine yüklediği sorumluluğun bilincinde ve farkındadır. Partimiz 23. dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinde, milletinin emrinde ve hizmetinde olmaya devam edecek, mili duruşun, uzlaşmanın, hoşgörünün ve diyaloğun adresi olacaktır. Milliyetçi Hareket Partisi, milli bekamıza ve hassasiyetlerimize yönelik yanlış politikalara müdahale hakkını saklı tutarak, ülkemizin yeni krizlere sürüklenmeden önümüzdeki zor ve sıkıntılı dönemi başarıyla atlatılmasında yapıcı bir rol oynayacaktır.

Buradan hemen Zülfü Livaneli'nin yazısına geçeyim. Birebir iktibas ediyorum.

Seçimler öncesi CHP'ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım.

Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.

Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım.

Bunu bir borç olarak görüyorum:

***

Deniz Bey lütfen hatırlayın:

19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen'in evindeydik.

Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum.

Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan'ın ise Meclis'e girme umudu kalmamıştı.

Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan'ın "milletvekili olmadan başbakan olma" önerisini reddetmişti.

Türkiye'nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz "Tayyip Erdoğan başbakan olacak!" diye tutturdunuz.

Sizi "Çok tehlikeli bir oyun bu!" diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, "Hayır!" dediniz "İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz."

Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: "Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan'ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye'yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek."

İki ay dayanamaz iddianızı, "görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar." tezine oturttunuz.

Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz.

O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan'la seçim öncesinde Beylerbeyi'nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.

Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk.

Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.

Tartışmanın sonunda dediniz ki: "Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rotuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?"

Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.

Ve düşünün; Meclis grubunda "Erdoğan'ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!" diye bas bas bağırmanıza değdi mi?

Erdoğan'la Beylerbeyi'nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)

Başbakan olmak, elbette Erdoğan'ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP'nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan.

Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa'yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan'ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu.

Size o gün söylediğim gibi, Türkiye'nin kaderini değiştirdiniz.

Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. "Öyle değildi. Böyle konuşmadık." deyin.

Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.

Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.

Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim.

Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.

Tayyip Erdoğan'ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz.

Daha önce Refah Partisi'nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti..

Tayyip Erdoğan'ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek'lerin en büyük şansı sizdiniz.

CHP'nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.

Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.

Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP'lileri, eski ANAP'lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.

Size defalarca "Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!" dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.

Sağcıları ve sekreterinizi Meclis'e sokarken, İsmet Paşa'nın Avrupa Konseyi'nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan'ı Meclis dışında bıraktınız.

İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada.

Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.

Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de.

Bad-el harab-ül Basra!

Devlet Bahçeli'nin ve Zülfü Livaneli'nin sözlerini okuduğum zaman, açık söyleyeyim, bir hoş oldum.

Bir hoş oldum; çünkü, --önce Devlet Bahçeli'den başlayacak olursak-- Devlet Bahçeli eğer bu dediklerine inanarak söylüyorsa ben gerçekten üzülürüm.

Üzülürüm; çünkü, Devlet bey hem önemli bir partinin genel başkanı, hem de uzak olmayan bir geçmişte Başbakan Yardımcısılığı yapmış birisi...

Bu tür makamlara her önüne gelen oturamıyor. Kişinin belli bir kalibrede olması lazım. Aksine bir kanaat sahibi olmak zorunda kalırsam çok ayıp edebileceğimi düşünüp üzülüyorum.

Şunu demek istiyorum: Devlet beyin atıfta bulunduğu, sonuçlarından şikayet ettiği, e-muhtıra vakasının neye hizmet edeceğini görmek çok da zor değildi.

Eğer Devlet bey, muhtıranın yayınlandığı günlerde muahalefet etmiş olsaydı, hem ülkenin 'yeterince demokratik' olduğunu tebarüz ettirmiş olacaktı, hem de Recep Tayyip bey bu denli 'mağdur' olmayacaktı.

Daha da ötesi, şimdi olduğu üzere, ağzı olan herkesin MHP'ye 'faşizanlık' yaftasını yapıştırmasına da mâni olacaktı. Yani, azımsanmayacak bir entellektüel seçmen kitlesini hayli zahmetsizce kazanmış olacaktı.

Bunu, gerek kendisi, gerekse de partisindeki en alt kademedeki kurmayların görmemiş olması bence mümkün değil.

Göre göre, değinecek başka birşey kalmamış gibi, 'kürsüden ip atmaca' oynamağı tercih ettiğini farzetmemek için ben anlamlı bir bir sebep bulamıyorum.

Nitekim, bu yolla, MHP, herhangi bir şekilde anlamlı muhalefet yapmamak, alternatif politika dile getirmemek suretiyle, AKP'ye yardımcı olurken; karşılığında da, Recep Tayyip beyin kürsüden benzer şekildeki hitaplarla MHP'yi gündemde tutması, efelenmenin marifet olduğunu sanan belli bir kitlenin MHP'ye oy vermesini sağladı.

Bu bakımdan başarılı bir icra olduğunu kabul ediyorum.

Sonuçta ben de siyasetçi olsaydım, ben de siyaset konuşmaksızın, hesap vermeksizin, elle tutulur vaatlerde bulunmaksızın seçilmek isterdim. Çünkü, bunlar olmadığı zaman, seçmen hem sizi ibra etmiş hem de size açık çek vermiş sayılır.

Başka bir deyişle, hem AKP hem de MHP aklandılar ve açık çek aldılar seçmenden.

Dolayısı ile, sergilenen müsamerenin ziyadesiyle başarılı bir icra olduğunu kabul etmemek büyük ayıp ya da en azından takdirsizlik olur.

Takdirsizlik deyince, hemen Zülfü Livaneli'nin yazısına geçebiliriz.

Zülfü bey, tabii ki, ilginç şeyler söylüyor. Ama, beş sene kadar geç kalmış sayılır.

Üstelik ayıp da ediyor.

Birkaç sebepten dolayı ayıp ediyor.

Birinci ve en önemli ayıbı da, onun bu dediklerinin aşağı yukarı tıpatıp öyle olduğunu beş sene önce görmek mümkündü. Yani, Tayyip beye Başbakanlığı Deniz beyin pırlanta tepside takdim ettiğini görmek için illa o gizli toplantılarda duvardaki sinek olmak gerekmiyordu.

Elemterefiş kemgözlere şiş tekniğiyle, Jetpacı Fadıl beyin apar topar Siirt milletvekilliğinden düşürülmesi de, aslında bir 'yenileme seçimi' olması gereken Siirt seçimlerine zembille Tayyip beyin de dahil edilmesi, bu garabete de, ne (en ufak detaya dahi takabilen) Yüksek Seçim Kurulunun ne de CHP'nin itiraz etmeyişinin hayli manidar olduğunu görememiş olan bir Allahın kulu varsa bu ülkede, onu zekâ testinde sıfırı temsil etmek üzere koruma altına almalıyız.

Ama, bence boşuna uğraşmış oluruz; bence yoktur öyle birisi.

Bu durumda, Zülfü bey, eğer açıklamalarının bugün artık herhangibir kıymeti olduğunu sanmamızı istiyorsa, çok ayıp ediyor bence.

Bunları beş sene önce söyleseydi, eser miktarda da olsa, enteresan olabilirdi belki; fakat bugün söylemesinin bir vakanüvüslik kadar dahi ehemmiyeti kalmamıştır. Bir ex-müzisyen ve (nasıl olduysa) gazetecinin böyle bayat şeyleri dile getirmesinin de ayıp olduğunu söylemeğe çalışıyorum.

Dahası var. Zülfü beyin, hayli gecikmiş olsa da, anlattıklarından CHP'nin kendisini feda ettiğini anlayabiliyoruz.

Konunun doğası gereği, bunu ne CHP halkımıza anlatabildi; ne de --gündelik meşgale yüzünden-- halkımız CHP'nin ne denli büyük fedakârlıkta bulunduğunu tam olarak kavrayabildi. CHP'nin bunca fedakârlığından haberdar edilmeyen bu yüce ve masım halk da, maalesef, takdir göstermedi.

Bu bakımdan, halkımızın, Zülfü beyin dediklerini hatırlayıp, bir sonraki seçimde CHP'ye layık-ı veçhile takdir göstereceğini umsak bile, bu umut bugün Zülfü beyin yol açtığı sıkıntıyı hiçbir şekilde hafifletmiyor.

Hafifletmek bir yana, ağırlaşmasına yol açtığı sıkıntı şudur:

CHP tarafından yapılan fedakârlığın manâ ve ehemmiyetinden bihaber bazıparti-içi küçük oyuncular, halkın takdir etmeyişini ciddiye alıp, durumdan fırsat çıkararak Deniz beye başkaldırmak hazırlığındalar.

Mazallah, bu başkaldırı başarılı olur da, neyin ne amaçla yapıldığından bihaber birileri CHP'de yönetimi ele geçirecek olursa bir çuval incir berbat olur.

CHP farklı bşr partidir. Tayyip bey için biçilmiş kaftan olan formüller CHP'de Deniz bey için kullanılamaz: Deniz beyin devamlılığını sağlamak amacıyla TSK'nın devreye sokulması bir işe yaramaz; çünkü TSK'ya tepki suretiyle, CHP'nin istenileni yapmak ihtimali yok.

İstenileni yapmağı ancak ve sadece Recep Tayyip bey başarabilir.

Yani, ancak ve sadece Recep Tayyip bey Deniz beye şiddetle hucum ederse, CHP'de Deniz bey muhaliflerini ekarte edebilir.

İşte, tam da bu noktada Zülfü beyin densizliği oyuna dahil oluyor.

Sırf seçilemediği için çıkıp ettiği lâflar yüzünden, AKP (Recep Tayyip bey) ile CHP (Deniz bey) arasında danışıklı bir dövüşün varlığının bu derece aleni şekilde dile getirilmiş olması çok sıkıntı yaratacak.

Asıl sıkıntıyı da Recep Tayyip beyin yaşayacağı kanaatindeyim.

Bir sürü sebebi var.

Birincisi, İslam'da ahde vefa diye bir şey vardır. Ahde vefasızlık olacak şey değil.

İkincisi. Daha yapılacak çok şey var. Recep Tayyip beyin Deniz beye daha çok uzun bir süre boyunca ihtiyacı var. Recep Tayyip bey, Deniz beyin CHP'yi yaban ellere bırakmasına razı olamaz.

Belki de, asıl önemlisi, CHP'nin başına başka biris gelirse, Recep Tayyip beyin bir sonraki seçimde --mazallah-- 'mağdur' olmak ihtimali ortadan kalkabilir..

Bütün bunlara bakarak, ülkenin bekasını da dikkate alıp, hep beraber Zülfü beye şunu dememiz gerekiyor:

Zülfü bey, Zülfü bey.. Sanatçı olabilirsiniz, hasb el kader gazeteci, ve hatta kaderin cilvesiyle seçilmiş milletvekili de olmuş olabilirsiniz; ama büyük resmin kesrini dahi görmüyorsunuz.

Görseydiniz bunca sıkıntıya yol açmaz; Başbakanımıza --onca insanın nice fedâkarlıklarla hediye ettiği-- bu 'seçim zaferi'ni yaşamak zamanı bunca sıkıntıyı kendisine revâ görmezdiniz.

Ayıp ettiniz.

Arama motorlarından gelenlere not: Arapça 'Bâd-el harâb-ül Basra' demek, 'Basra harâb olduktan sonra' demektir. 'İş işten geçtikten sonra' anlamında kullanılır.

Manzara-i durumiyye

Seçimler yapıldı. Ve, bitti çok şükür.

Âdettendir. Bir süreliğine, kutlamaları filan dinleyeceğiz..

Ama, bütün bunlar o seçim kamyonları, seçim otobüsleri, seçim minibüsleri ve hatta --benim de gözüm olduğu halde uğursuzluğuna hükmetmeğe meylettiğim-- pahalı şehiriçi ve arazi amaçlı seçim özel araçlarıyla yapılan bangır bangır propogandadan daha çekilirdir bence.

Bu kadarla kalmayacak tabii.. hayli bir zaman da seçim sonuçları üzerinde 'fabl'ler yazacak, yorumlar okuyacağız..

'Halk şunu, bunu demiş; ona sille, buna şamar; berikine de mükâfat vermiş' filan gibi..

Bunlar güzel şeyler tabii ama beni sarmıyor pek. Bana daha bir sek, daha bir damardan senaryo lazım; başkası kesmez beni..

Gerçi, senaryonun bini bir para da, sıradan senaryoların peşinde olmadığımı artık söylemem bile gerekmiyordur. Fakat, aradığım türden bir senaryoyu bulamamış olduğumu da söylemek zorundayım.

Bu yüzden, gene iş başa düşüyor.. Yani, oturup benim yazmam lazım..

Manzaraya bakıyorum..

Kara bulutlar var gerçi, ama bulutların altında da herşey toz pembe görünüyor..

Üstelik iyi bir de rüzgar yakalanmış..

Rüzgarın ne yapacağını kestirmek ise zor tabii: Acaba kara bulutları mı dağıtacak, yoksa pembe tozu mu?

Bimiyorum.

Ama, bilmemek senaryo yazmak sözkonusu olduğunda ayıp-mayıp değil. Tersine, insanı daha bir yetkin kılar --bence ve benim durumuma özel olarak.

Matematikten pek fazla anlamam, ama Meclis aritmetiğine baktığım zaman ilginç şeyler görüyor gibiyim.. Fakat, sadece aritmetikle yetinmeyeceğim; bakla falı da faydalı oluyor çoğu zaman.

Uzun zamandır ilk defa Meclis'e 'sizler isterseniz Hilafeti de getirebilirsiniz' diyebilecek bir oy yüzdesiyle geliyor bir parti. Bir de, hayli zamandır Meclis'e girmelerinin luzumlu olmadığına karar verilmiş ama şimdi kimsenin ses çıkarmadığı bir grup var: 'Bağımsız'lar.

Bunca bağımsızın Meclis'e bağımsızlık adına mı girdiğini --girmelerine izin verildiğini-- sormak münafıklık olur. Ben de sormuyorum; onların da hedefinin bu olduğunu düşünmediğim için.

Peki de, hemen bir kaç ay sonra bir de Cumhurbaşkanı ne olsun sorusu çıkacak karşımıza --yani, halka 'Cumhurbaşkanını halk mı seçsin' suali tevcih eylenecek..

Devleti zapt vü rapt altına almak arzu-yi muhaliyle bir partiye bunca oy veren halkın 'sana devleti kimin yöneteceği sorusunu soralım mı?' sorusuna 'Hayır!' diyeceğini pek sanmıyorum --o bir yana, bu kadar abes bir sorunun sorulabileceği aklıma dahi gelmezdi ya, neyse.

Kürk geydirip han bağışlayan; ona sille, buna şamar; berikine de mükâfat veren yüce T**k milleti (şu sırlarda bazı kelimeleri yazmak ırkçlık olduğundan böyle yazıyorum), pek tabii ki 'Evet, bundan böyle bana sorula!' diyecektir.

Yani, başkanlık sistemi.

'Hazır değiliz henüz' gibi mazeretler de anlamlı değil. AB uğruna günde 25 saat çalışan Meclis'imizin, 'milletin emir'i sözkonusu olduğunda tembellik edeceğini hiç sanmam. Yani, ilgili değişiklikler kısa zamanda yapılır. Birileri bu konuda gerekli çalışmaları çoktan kemâle erdirmemişse şaşarım aslında.

İyi de, başkanlık sistemi nedir derseniz, benim baktığım yerden 'çağdaş padişahlık'tır. ['Çağdaş' kelimesini bilerek kullandım; modernite yanlıları da kendilerinden bir şeyler bulsunlar diye.]

'Çağdaş padişahlık' aslında o kadar da kötü bir şey değil.. Vakti çoktan geldi de diyebiliriz.

Kürtlerimiz 'Ne mutlu T**küm diyene!' demekten bıktılar --en azından bunu kendi dillerinde söyleyebilmek istiyeceklerini kabul etmeliyiz. Daha da iyisi, yine kendi dillerinde 'Padişahım çok yaşa!' demek.. Lâf değil, geçmişle kopardıkları bağlarını yeniden kurmuş hissetmek var işin ucunda.

Bu defa Bitlis'ten değil de, Tunceli'den çıkacak, bence, yeniden birlik oluşumuza önayak olacak olan ve mesleği din adamlığı değil, hukukçu olacak. Ha, bir de --az kalsın unutuyordum--: Erkek değil, kadın olacak. Zaman değişti çünkü.

Bir de, tabii ki, yanıbaşımızda --ya da aşağımızda-- Irak ismiyle maruffakattekrar 'Üç Vilayet'liğe rücü etmek üzere olan bir bölge var. Ayrıldığımız tarihten beri çok da günyüzü görmediler --hele de son yıllarda--; dolayısı ile, orada da bir özlem var. Yoksa bile, yaratılabilir.

Bunun haricinde diğer dinamikler de var tabii. Kürtlerimizin haricinde diğer ahali de daha dindar (ve nasıl oluyorsa, daha özgürlükçü) bir hayatın arzusuyla yanıp tutuşuyor.

Daha önce bu konuda bazı hazırlıkların yapıldığını düşündürten şeyler olmakla beraber, bu özlemlere de artık daha kapsamlı bir cevap vermek gerekiyor.

Küresel bakmağı yeterince öğrenen ticaret erbabımıza Hilafet kurumunun canlandırılmasının ters --ya da zamansız-- geleceğini görebiliyorum.

O yüzden, o, yüzde otuz cıvarında bir iskonto ile, yeni ambalajında ve Meclis'in şahsında mündemiç bırakılacak, soran olursa Meclis işaret edilerek geçiştirilecek.

Süratle dünyaya açılacağız. Ekonomimiz hayli iyi olacak. Kısa zamanda 'gelişmiş ülkeler'in gelir seviyelerine erişeceğiz.

Bu yüzden, daha az gelişmiş (yani, fakir) ülkelerin husumetine (pardon, terörizmine) muhatap olacağız ama onlara yeni müslüman kimliğimizle yanaşıp teskin edici görevimizi bilhakkın yerine getireceğiz.

Bütün bu nurlu ufuklar senaryosu, orduevlerine başörtülülerin rahatça girip çıkacağı kehaneti olmaksızın eksik kalırdı. Eksik olmasın.

Evet, başta orduevleri olmak üzre, --eşitlik adına-- erkekler dahil, isteyen istediği yere başörtüsü ile girecek ve isterse çıkacak.

Eve sığmadıkları için Nasreddin Hoca'ya akıl danışıp evin içine ahırdakileri de alan, sonra da yaşadıkları artan sıkıntıyı Hoca'nın tavsiyesi üzerine tek tek ahıra geri gönderip rahatlayan ailenin macerası hiç aklımıza gelmeyecek, çünkü küçük bir lezzet farkı büyük mutluluklar demektir..

Yani, herşey tekrar o eski günlerde olduğu gibi.. güllük gülistanlık olacak..

Şimdii.. 'çağdaş padişah'ımızı kim mi seçecek?

Tabii ki halk.

Halka, hangi istikamette tercih kullanacağı konusunda, her türlü yardımı yapacak olan medyanın kıymetini bilen olmayacak belki; ama, o kadar kusur da kadı kızında bile olur.

Benim planlarımı soracak olursanız: Aruz veznini öğrenmeğe başlamanın vaktidir.

mâziden müstâkbele

mazinin müstakbel şehitleri  
biz, 
bu topraklarda sen 
doğasın diye duâ 
ettik; 
o gün giderken...  

Müzmin Anonim

Dindar ve anarşist..

Anarşizmin ne olduğunu pek bilmeyiz de, 'anarşist' dediğimiz zaman aklımıza toplumun huzurunu kaçırtanlar, soyguncular, katiller, şehir eşkiyâları gelir.

Bu ülkede bütün kötülükleri temsil eder hale gelişi 60'lı yıllarda başlar, 70'li yıllarda da zirvesine erer.. Bu yıllardır, at izi ile it izinin birbirine en fazla karıştığı yıllar.

Yok. Benim amacım o yılların siyasi dalgalanmalarını analiz etmek değil; ben, sadece 'anarşist' üzerinden Anarşizmin kelime anlamının rayından çıktığı dönemin bu olduğunu düşündüğümü söylemek istiyorum.

'Anarşizm'in asıl anlamı ise, kısaca, 'otorite-tanımazlık'tır diyebiliriz herhalde.

Bunu söyleyince, hemen 'otorite'den ne kasdettiğimizi de yazmam lazım.

Buradaki 'otorite' bilim dünyasındaki anlamıyla --konusunu çok iyi bilen, yani 'uzman' demek-- değil; kişiye ne yapması gerektiğini buyuran anlamındadır. Yani 'emreden'e, 'buyuran'a, 'amir'e 'otorite' diyoruz.

'Tanımazlık'ı da, 'kabul etmemek', veya 'reddetmek' hali olarak açıklayabiliriz.

Bu ikinci kelimenin de kabaca tanımı yaptıktan sonra, ikinci bir defa tercüme edecek olursak, 'bir emredenin, buyuranın, amirin varlığını kabul etmemek veya reddetmek'; daha doğrusu, kişinin kendi tercih ve davranışlarına başka herhangi birisinin ya da birşeyin müdahalesini reddetmek üzerine bina edilmiş bir fikir, bir felsefe olduğunu söylemek çok da yanlış olmayabilir.

Başka bir deyişle, 'teorik açıdan mümkün olan, son raddesine kadar özgürlük' talebidir Anarşizm.

Yine de, bu tanımın herkes tarafından eksiksiz addedileceğini iddia edecek değilim: Çünkü, doğası gereği, 'Anarşizm' dışarıdan dayatılan tanımlara da sıcak bakmaz; kişiden kişiye, gruptan gruba değişen türlü çeşitli tanım farklılıkları gösterebilir.

'Otorite'nin ne denli uzlaşmaya yatkın olduğuna bağlı olarak dozu değişebilse de, toplumun, zümrelerin, sınıfların ya da bireyin özgürlüğünü talep eden fikir veya felsefe akımlarının sadece düşüncede kalmasını beklemek çok da gerçekçi olmayabiliyor. Eninde sonunda 'otorite'nin arzuları ile özgürlük talepleri çatışmak zorunda.

Şimdi, geri dönüp, 60'lı, 70'li yıllarda üniversite gençliğinin taleplerine ve eylemlerine bakıyorum da, evet, 'Anarşizm'in kelime anlamına hiç de uzak değillerdi.

'Otorite'ye karşı geliyorlardı.

'Otorite' de onların gözünde, ilk adımda 'devlet', onun arkasında da NATO, ABD vs, ya da kısaca, emperyalizm ve onların yerelde faşizan yöntemler kullanan uzantıları idi.

Ve, kitleler adınaydı özgürlük talepleri.

'Buyuran' olduğunu düşündüklerine karşı, 'ezilen' olduğunu düşündükleri kitlelere arka çıkıyorlar, bu kitlelerin haklarına sahip çıkmaları için onları gayrete getirmeğe, uyandırmağa çalışıyorlardı.

'Ezilen' kitleler de işçi ve köylü idi.

Yani, halk.

Halkın çıkarlarını, özgürlüğünü savundukları için, bir anlamda --bugünkü jargonla bakacak olursak-- 'ulusalcı' oluyorlardı.

Baskıcı, tek-tipçi ve tekelci 'buyuran'lar, yani 'daha fazla özgürlük' taleplerine ayak sürüyenler, fiilen mani olmağa çalışanlar da, 'Faşizm'i temsil ediyordu.

Başka bir deyişle, Anarşizm, ideal demokrasiyi; Faşizm ise dünya üzerinde düşünülebilecek en çekilmez yönetimleri temsil ediyordu.

Öte yandan, çıkar paylaşımı sözkonusu olduğunda, en adil buldukları yöntem ya da sistem sosyalizm ya da onun bir numara büyüğü, yani komunizm idi.

Her ne kadar, hem sosyalizm (daha az olmakla beraber), hem de komunizm, kişinin emeklerinin sonucunu kişiye pek de danışmadan belli şekillerde kullanmak demek idiyse de, bahsettiğimiz dönemde bu çok da önemli bir mesele sayılmıyordu.

İlk ve önemli mesele, önce kitlelerin özgürlüğünü teslim etmek idi; toplum içinde bireyin özgürlüğü radarda yoktu; olsa olsa, inşallah, sonradan kendiliğinden sağlanacaktı.

Geniş halk kitlelerinin aklına kendi özgürlüklerini talep etmek gelmiyordu; dolayısı ile onların bunu istemek gerektiğinin farkına vardırılması (propoganda, tanıtım ve eğitim) gerekiyordu.

Fazla da vakit yoktu. Kısa zamanda olması gerekiyordu bunlar. Dolayısı ile, propoganda faaliyeti önemliydi ve etkili olması için de ses getiren yöntemler seçilmek zorundaydı.

Silahlı propoganda, yani 'otorite'nin kalelerine beklenmedik yer ve zamanlarda fiziksel ve fiili şiddet içeren saldırılarda bulunmak ve 'otorite'nin o kadar da güçlü olmadığını ahaliye göstermek.. Yani, ahaliyi, özgürlük taleplerini daha sesli şekillerde dile getirmek yolunda cesarete getirmek gayretleri...

Buraya kadar herşey --eksiği ile, artığı ile-- iyiydi, hoştu da, ahali, ambalajın içindeki hediyeye --komünizme-- bir türlü yeterince ısınamadı.

Bunun önemli bir sebebi de, hemen yanıbaşımızda, komünist olduğunu iddia eden, tarihten de ezeli rekabet ve düşmanlığımız olan Rusların kurduğu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ismindeki devletin varlığı ve mahiyeti idi.

Daha yanlış bir örnek, aransa da bulunamzdı... Hem tarihsel açıdan 'ezeli düşman', hem de din kurumuna bakışı açısından buradaki ahalinin inanç örgüsüne temelden ters..

Rusya'daki pratikte, ceberrut ve soyguncu Kilise'ye temelden karşı olmak akıllıca idi belki de, fakat buralarda İslam ağırlıklı bir kültür ve inanç coğrafyası vardı; ve, her ne kadar dinsel bazı cemaatler hayli tutucu olsalar da, İslam'ın kendisi Komünizm ile o denli farklı değildi. Yani, bir ittifak sağlanabilirdi.

Bu denenmedi bile.

Din kurumunu da oyuna katmak ve süreç içinde modernize etmek varken, din kurumuna topyekun cephe alındı.

Dahası da var: Topluma özgürlük talebiyle yola çıkıp, ekonomik ve siyasi model hedefine komünizmi koymak --onda da günün modelleri olan SSCB ve Cin Halk Cumhuriyeti pratiğini örnek almak demek-- aslında toplumun özgürlüğünü bir grup 'buyuran'dan alıp bir başka grup 'buyuran'a, Komünist Parti yönetimine teslim etmekti.

Bu iki temel sebeple olsa gerek, 70'li yılların Anarşizmi, hizmet etmek üzere yola çıkmış oldukları halk tarafından yeterince destek bulmadı.

Buna bir de 'buyuran'ların karşı propogandalarını eklersek, 70'li yılların Anarşizminin giderek artan çaresizlikler içinde sağda solda gerçekleştirdikleri silahlı propoganda eylemlerinin halk tarafından 'haydutluk', 'şehir eşkiyalığı' veya en azından 'toplumun huzurunu bozmak' olarak alıgılanır olmasına çok şaşırmamak gerekiyor.

Hem halk, hem de o yılların anarşistleri --karşılıklı olarak-- birbirlerinden hayal kırıklıklarına uğradılar. Kitleler ve 'kitlesel özgürlük talepleri'nde bulunmanın anlamsızlığına hükmedildi.

Sonuç?

'Olabildiğince ve alabildiğince özgürlük talebi' anlamına gelen 'Anarşizm', ve bu felsefeyi güdenlere verilen sıfat, 'anarşist', toplumun belleğine bir tür küfür kelimesi olarak kazındı.

Anarşizm veya anarşist kelimesi müspet anlamda kullanılamaz oldu.

Peki.

Peki de, bugün neredeyiz?

Anarşizm gerçekten hayatımızdan çıktı mı?

İşte bu soru ilginç bir sorudur bence..

Çünkü, Anarşizmin değil çıkması, hayatımıza daha da yerleştiğini; fakat şekil ve hedef değiştirdiğini düşünüyorum.

Artık kitlesel, sınıfsal, toplumsal --yani 'büyük hedefler' uğruna-- değil, bir bireysel Anarşizm dalgasından bahsedebileceğimizi düşünüyorum.

Bireyin özgürlüğü ön plana çıkıyor artık. Buna bir çeşit 'tüketici Anarşizmi' de diyebiliriz herhalde.

Sınırlarını Kapitalizmin çizmesine kimsenin pek de itiraz etmediği bir Anarşizm...

Bugünkü 'anti-devlet'çiliği, ya da anti-'devletçi'liği bu bağlamda anlayabiliyorum; çünkü, 'devlet' dediğimiz mekanizma --sadece düzenleyici olmağa çalışşa bile-- müdahil olmak zorundadır; müdahil olmak da, en azından yeri geldiğinde, 'buyuran' olmak anlamına gelir.

'Anti-devlet'çiliği, ya da anti-'devletçi'liği anlayabiliyorum; ama, ortada tüketici Anarşizminden farklı, yeni ve başka bir dalganın daha varlığını zikretmezsem bu ufuk turunun eksik olacağını düşünüyorum: İnanç özgürlüğü talepleri.

İnanç özgürlüğünü diğer özgürlüklerden ayrı tuttuğum için değil bu yeni dalgayı ilginç buluşum.. Bilakis, inanç özgürlüğü dalgasının nasıl sonuçlar vereceğini merak ediyorum.

Şundan dolayı:

İnanç özgürlüğü talepleri bağlamında yeniden revaç bulmağa başlayan dinler, 'yap/yapma' cinsinden son derece geniş bir kural külliyesi anlamına da gelir.

Başka bir deyişle, din kurumu da aslında bir hayli 'buyurgan'dır.

Böylesine 'buyurgan' olan bir yapı ile, 'olabildiğince ve alabildiğince özgürlük talebi' anlamına gelen 'Anarşizm', ve bu felsefenin bugünkü takipçileri, yani bireysel/tüketici 'anarşist'ler ne zaman çatışmağa başlayacaklar?

Yoksa, çatışma ihtimali yok mu?

Yani, hem dindar hem de anarşist olunabilir mi?

Keyfo Varan - Samsun Institute

Ülkemizde kurmay çalışmalarının yapılmadığı yolunda duyumlar alıyordum uzun zamandır. Bu yaygın söylentilere ben dahi inanmak noktasına gelmiştim ki, durumun hiç de öyle olmadığını, bu tür hayati faaliyetleri yurtdışına ihraç ettiğimiz kıymeti kendinden menkul aydınlarımızın oralarda ürettiklerini ithal etmek yoluyla ikame etmek zorunda olmadığımızı bana bilhakkın gösterdi.

Dolayısı ile, ben, kendi adıma, kurmay eksikliğimizin olmadığını teyid edip huzur buldum. Fakat, huzur da mutluluk gibidir, paylaşıldıkça artar prensibine dayanarak sizin de okumanızı ve huzurda bana katılmanızı arzu ediyorum.

Aşağıda, Haber10 isimli sitede Hakkı Görür isimli (daha önce hiç duymadığım için sıradan bir muhabir olduğunu farzedebiliyorum) tarafından aktarılan kıymetli bir fikir adamı ve analist Keyfo Varan'ın 'Samsun Institute senaryoları' başlıklı oldukça detaylı bir çalışması var.

Ben, herzaman olduğundan farklı olarak, biçeme biraz daha itina ile müdahale ettim. Bu denli detaylı ve itinalı müdahale edişimin sebebi, karargah çalışmalarında genelde sunuma buranın okuyucusunun (tekil) layık olduğu veçhile eğilmek alışkanlığını hala daha edinemediklerini bilişimdir.

Geçen ay yakın arkadaşım Hudson Institute'den Zeyno Hanım'ın zihinsel akrobasi toplantıları kimilerinde gereğinden fazla alınganlık yaptı.

Kıymetli kardeşim Keyfo Varan da bu türden senaryolara kafa yormuş.

Keyfo kardeşim söyle diyor: "Oysa yerli ve değerli bir kurum olarak bize de (yani Çinçin mahallesindeki, Samsun Insitute'e) kulak verilse, Ankara'yı yerinden hoplatacak çok daha yaratıcı senaryoların var olduğu görülecektir."

Bunlardan bir kısmını siz saygıdeğer kamuoyunun dikkatine sunuyor; ilgi ve alâkanızı bekliyoruz:

Samsun Institute senaryoları

Keyfo Varan [*]

23 Temmuz Hükümet Senaryoları:

  • a: En sıradan senaryo:

    • AKP tek başına iktidar,

    • CHP ana muhalefet,

    • bağımsızlar fiyasko çıkar.

      Baraj-altı oylar iki partiye dağıtılınca senaryo şöyle olur:

      • AKP [%47] 386,

      • CHP [%22] 147,

      • bağımsız 17.

    • AKP hükümeti kurar,

    • meclis başkanı ve cumhurbaşkanı seçilir.

  • b: Sıradan senaryo:

    • AKP [%39] 355,

    • CHP [%20] 151,

    • bağımsız 44.

    • AKP hükümeti kurar.

    • Meclis başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı için bağımsızlardan gerekli olan destek alınır.

  • c: Farklı senaryo:

    • AKP [%42] 321,

    • CHP [%20] 115,

    • MHP [%12] 72,

    • bağımsız 42.

    • AKP Hükümeti kurulur.

    • Bağımsız desteği ile meclis başkanı ve cumhurbaşkanı seçilir.

  • d: Daha farklı senaryo:

    • AKP [%37] 271,

    • CHP [%23] 143,

    • MHP [%17] 97,

    • bağımsız 39.

    • Bağımsızların desteği ile AKP hükümeti kurar.

    • Cumhurbaşkanı seçilemez.

    • Referandumda halk, halk seçsin der!

  • e: Muhtemelen kesinlikle gerçekleşecek senaryo:

    • AKP [%34] 273,

    • CHP [%22] 146,

    • MHP [%14] 87,

    • Bağımsız 44.

    • AKP'ye hükümeti kurma görevi verilmez.

    • Cumhurbaşkanı hükümeti kurmak için Baykal'ı görevlendirir.

    • AKP meclis başkanının seçilmesini kilitler.

    • Ankara'da gece 23.15 sularında siber bir hareketlenme yaşanır.

    • Ertesi gün, CHP'den İlhan Kesici'nin başını çektiği 16 kişi partilerinden istifa ederler.

    • İstifaların hikmeti anlaşılmaya çalışılırken, AKP'den de 11 vekil ayrılır.

    • Gündem allak bullak olmuştur.

    • Siber müdahalenin ilk hafta sonunda AKP'den ayrılanların sayısı 28'e ulaşır.

    • Pazartesi günü ayrılan vekiller, Mesut Yılmaz'ın başkanlığında 44 kişiyle beraber hareket edeceklerini açıklarlar.

    • MHP siber gelişmenin ülkeyi böleceği endişesiyle Baykal hükümetinin koalisyon ortağı olmayı kabul eder.

    • Mesut Yılmaz, kurulacak hükümeti destekleyecekleri ve bağımsız adaylardan da benzer bir tavrı beklediklerini açıklar.

    • Ülke hükümetsiz kalamaz! Ve hükümet kurulur.

    • AKP muhalefete düşer.

    • Baykal, Demirel'i Cumhurbaşkanı adayı gösterir.

    • Gündüz Aktan, MHP'den meclis başkanı seçilir.

    • Demirel bir kez daha Cumhurbaşkanı seçilir.

'e' senaryosu hayata geçerse senaryosu:

  • DTP'li vekiller tartışılan çıkışlar yapmaya başlar.

  • AKP, bütün bu tartışmaları, onlarca "Kürt, ama iş adamı" vekiliyle sadece izler.

  • Tartışmalar büyür.

  • Kürt Sorunu tartışmalarını, terör eylemleri hız kesmeyerek izler.

  • Kuzey Irak iyice ısınan bir cadı kazanına döner.

  • Türkiye operasyona hazır bir ülke haline gelmiştir.

  • Yabancı istihbarat servisleri ülkede cirit atmaktadırlar.

  • Ulusalcı çıkışları sağlayacak malzemeler ya verilir ya da bizzat malzeme verilecekler kullanılır.

  • Amerikan Hudson Institute'ten Zeyno Baran, Türkiye'deki Samsun Institute'ün başkanı Keyfo Varan'ın "neoconların Türkiye'de ulusalcılarla, Amerika'da ise Siyonistlerle beraber olduğu" açıklamasını şiddetle kınar.

  • Baran, kendisinin, ömrünü Amerika gibi bir Türkiye'ye, Keyfo Varan'ın ise Osmanlı gibi bir Türkiye'ye adadığını söyler.

  • Keyfo Varan'ın anti-Amerikan senaryolar yazarak, Amerikan planlarını ortaya çıkardığı anlatan bir yazı kaleme alır.

  • Bu arada Zeyno Baran'ın "yeni arkadaşının" ABD yeni Dışişleri Bakanı yardımcısı David Zyrva olduğu dedikodusu da yayılır.

  • Yeryüzünün en ilginç seçim vaadinin sahibi MHP, "iktidarımızda Kuzey Irak'a gireceğiz" iddiasını hayata geçirmek için düğmeye basar.

  • Deniz Bölükbaşı dış işleri bürokrat döneminden kalma belgelerle harekatın kaçınılmaz olduğunu TV'lere çıkarak anlatmaya başlar.

  • Mitingciler bu sefer Kuzey Irak için meydanlara çıkarlar.

  • "Apo idam edilsin" baskısı altında, anayasa değişikliğin ilk adımları atılır.

  • AB sürece sert tepki gösterir.

  • Siber telkinler de hız kesmeden gelmeye devam eder.

  • Artık her ayın 3nc günü, piyasalar kapandıktan hemen sonra, TÜİK enflasyon oranlarını, Genelkurmay da bildirisini açıklar.

  • Kuzey Irak'tan da gelen sert açıklamalar devam eder.

  • Türkmen bölgelerinde yaşanan sıcak gelişmeler de bardağı taşıran son damla olur.

  • Türkmenler 3 ayrı gruba bölünürler.

  • 1nc grup KDP ile beraber hareket eder.

  • 2nc Grup ise Şiilerle beraber hareket eden en güçlü grup olur.

  • 3nc grup ise ITC ile hareket eden en güçsüz gruptur.

  • Türkmenler arasındaki çatışmayı engellemek için, Barzani ile MİT'in görüştüğü ortaya çıkar.

  • Bu arada Kuzey Irak Bölgesel yönetimi meclisinde bir bomba patlar.

  • Neçirvan Barzani yaralı kurtulur.

  • Irak başbakanı bombalamadan Türkiye'yi, Neçirvan Barzani ise İran'ı sorumlu tutar.

  • Türkiye Kuzey Irak'a girer.

  • İlk 10 gün ciddi bir gelişme olmaz.

  • Sonrasında Kerkük'ten kötü haberler gelmeye başlar.

  • Türkiye içerisinde anti-Kürt söylem güçlenir.

  • Toplumsal huzursuzluk had safhaya çıkar.

  • Kuzey Irak'ta çatışmalar PKK ekseninden kayar.

  • At izi it izine karışır.

  • Sadece çatışma haberi gelir, tarafları ayırt etmek bile mümkün değildir.

    • Kasımpaşaspor-Fenerbahçe maçında, Roberto Carlos, Kasımpaşalı sağ-bek 'Kasap Berke'nin attığı tekme ile sakatlanır.

    • Carlos'un futbol yaşamının sona erdiği ilan edilir.

    • Fenerbahçe'nin başındaki felaketler bununla da kalmaz.

    • Sahte çürük raporu aldığı ortaya çıkan Mehmet Aurellio Kuzey Irak'a gönderilmek üzere askere çağrılır.

    • Büyük bir tartışma başlar.

      • Piyasalar allak bullak olur.

      • Sıcak para yavaş yavaş acele edelim moduna girmeye başlar.

      • TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan, "Kuzey Irak'a girmemizi isteyenler bizi nasıl bir felakete sürüklediklerini görsünler.

      • Türk medyası dünyanın en sorumsuz ve provakatif medyası" şeklinde sert bir açıklama yapar.

      • Genelkurmay "biz sadece faydalı olur" demiştik der.

  • Sınırın de facto olarak ortadan kalkmasıyla Kürdistan coğrafyası birleşmiştir.

  • 1990'larda birbirleriyle çatışan Kürt hareketleri de bütün bölgede kader birliğine doğru hızla ilerlemeye başlamışlardır.

  • Güneydoğu'da yeniden olağanüstü hal ilan edilir.

  • Bu gelişme dış dünyaya Türkiye'yi içeride savaş ve dışarıda işgal halinde yansıtır.

  • Ekonomide dengeler yapısal olarak bozulmaya başlar.

  • Hükümetin kuruluşunun 11nc ayı dolmuştur.

    • Özdemir İnce, Kuzey Irak sorunun arkasında yatan imam hatip gerçeğini açıklar.

    • Serdar Turgut ise "pis, pasaklı, medeniyetten nasibi almamış Kürtlerin aslında ölümü hak etmediklerini söylemenin zor olduğunu" iddia eder.

    • Bu çıkışına delil olarak da "Afganlılarla Kürtler arasındaki benzerlikleri" gösterir.

    • Kürtlerin de kadınlarına dokunulmaması ama erkeklerinin öldürülmesinde sakınca bulunmadığını yazar.

  • Millette huzursuzluk giderek büyümektedir.

  • Cumhurbaşkanı Demirel Kuzey Irak felaketi için "Türkiye büyük ülkedir, cumhuriyetimiz bütün kurum ve kurallarıyla ilelebet yaşayacaktır" der.

  • Başbakan Deniz Baykal ise "Türkiye laiktir laik kalacak, cumhuriyetin değerlerini tartışmayız, tartıştırmayız" der.

  • Başbakan yardımcısı Bahçeli ise "İmralı'daki bebek katilini besleyenler, terörün arkasındaki güç odaklarıdır" der.

    • Bağımsız milletvekili Ahmet Türk ise "Benim zaten soyadım Türk" savunması yaparak "ne mutlum Türküm diyene" diyemez.

  • Irak'ta işler çığırından çıkar.

  • Amerika-İran gerilimi had safhaya çıkmıştır.

  • Her an bir noktasal Amerikan bombalanması beklenmektedir.

  • İran üzerindeki baskıları kırmak için, Irak'taki ve Suudi Arabistan'daki Şiileri harekete geçirecek provake adımlar atar.

  • Gerginlik petrol fiyatlarının 96 doları görmesine sebep olur.

  • Cem Uzan Türkiye aleyhine açtığı tahkim davasını kazanır.

    • Türkiye 19 Milyar dolar ödemeye mahkum olur.

    • Bu konu hakkında yorumları sorulan Uzan "Namussuzum, Mazot 1 YTL olacak!" der.

  • Doğu Perinçek İstanbul Atatürk havaalanından Hacca giderken yırttığı mayo ilanları yüzünden göz altına alınır.

  • Perinçek bu tutuklamanın bir "Amerikan komplosu" olduğunu söyler.

  • 2004 sonrası gelen yabancı yatırımlar sıkıntı içerisindedir; küresel baskı da artar.

  • Sıcak paranın yarından fazlası ülkeyi terk etmiş durumdadır.

  • Doğrudan yabancı sermaye akışı geçen bir yıl içerisinde tamamen durmuş, önceki senelerde gelen doğrudan yabancı yatırım da çıkmaya çalışmaktadır.

  • Cari açık finansmanın da ciddi sıkıntılar bulunmaktadır.

  • Faizleri %34'ü görmüş olması da yabancıları tutmaya yetmemektedir.

  • Hükümet Kuzey Irak'ta daha fazla kalmanın maliyeti altında ezilmeye başlar.

  • Sınır ötesi operasyonun 13nc ayında, hükümetin 17nc ayında, geri çekilme kararı alınır.

  • Operasyondan geri dönülmesi hükümeti kurtarmaz, sıkıntılar devam eder.

  • Ülke içindeki toplumsal barış iyice bozulmuştur.

  • Demirel, cumhurbaşkanının niçin 5 çarpı 5 modeline göre seçilmesi gerektiğini izah etmeye çalıştığı bir TV programında rahatsızlanır ve görevi bırakmak zorunda kalır.

  • Yerine Gündüz Aktan vekâlet eder.

  • Aktan "Kuzey Irak için tek çözümün Türkiye'deki Kürtlerin Irak'a tehcir edilmesi; Irak'taki Türkmenlerin de Türkiye'ye gelmesiyle mümkün olduğu" çıkışını yapar.

    • Bu önerisi "vatana ihanet" suçlamalarıyla tepki görür.

    • Tepkiler üzerine "benzer bir öneriyi Özal'a da yaptığını, hatta Özal için yazdığı Fransızca kitapta da 'Türk-İslam medeniyetinin fasa fiso olduğunu, Anadolu'da kurulan Helen medeniyetinin asıl hedefimiz olması gerektiği aktararak: Maturidi ilmihalini, Eşari siretiyle beraber idrak edemediğimiz sürece laikliği ve Kuzey Irak önerisini" anlamamızın mümkün olmadığını söyler.

  • Ana muhalefet lideri Erdoğan iktidarın ülkeyi içine soktuğu durum için "çok çirkin bir yönetim" der.

  • Mart 2009 yerel seçimleriyle beraber erken genel seçim kararı da alınır.

  • Kararın ertesi günü Erkan Mumcu basın toplantısı düzenleyip, 3 saat 15 dakika yeni Türkiye vizyonunu aktarır.

  • Kendisiyle ilgili olarak "sağın Murat Karayalçın'ı iftirasını Mesut Yılmaz'ın attığını" iddia eder.

  • Ağar ve Mumcu rutin olduğu üzere birleşir ve ayrılır.

  • Bu sefer gerekçe, YSK'ya listeleri götüren partililerin hastanede Demirel'i ziyaret ederken geç kalmasıyla baş gösteren krizdir.

  • Sinan Aygün iki genel merkez arasında mekik dokurken topuk dikeni hastalığına yakalanır.

  • Seçimlerde %53 oy alan AK Parti iktidar olur.

  • Seçim akşamı Tuncay Özkan TV Programında fenalaşıp hastaneye kaldırılır.

  • Emekli ilahiyatçı ve siyasetçi Yaşar Nuri Öztürk Paşa önderliğinde Cumhuriyet mitingleri başlar.

  • Türkan Saylan "çocuklarımız Kuzey Irak'a gitmesin, bale yapsınlar" der.

  • Yaşar Hoca ekler: "Bale derslerini aksatmamak ve Türkçe olmak kaydıyla namaz da kılabilirler.

  • "Hürriyet gazetesi internet sitesinde "porno yayınları kaldıracağını" 14nc kez ilan eder.

  • Hürriyet Gazetesine porno yayın yapmadığı için yılın basın onur ödülü Ali Kırca'nın elinden Ertuğrul Özkök'e verilir.

  • Erke Dönergeci'nin tamamlandığı basına duyurulur.

  • Dönergecin arkasındaki isimler ortaya çıkar.

    • Fikir: Haydar Baş,

    • Tasarım: Bedri Baykam,

    • Mühendislik: Cüneyt Arcayürek.

  • Ancak küçük bir sorun vardır: Kamuoyu hâlâ bu mucizevî Türk icadıyla müşerref olamaz.

  • Nihaî tanıtımın 2055 yılına sarktığı dedikoduları yayılır.

    • Mayıs 2009'da Demirel'i GATA'da ziyaret eden Rahşan Ecevit misyoner tehlikesine dikkat çeker.

    • Bunun üzerine Sinan Aygün...

[*: Samsun Institute, Karayipler Araştırma Masası Koordinatörü. Senaryoda geçen isim benzerlikleri tamamen bir tesadüf sonucudur. Gerçek hayattaki şahıslarla bir alakası bulunmamaktadır. Bulunduğunu iddia edenler ispatlamakla yükümlüdürler.]

Bunca detaylı olmasına karşılık, bu analizde hala daha eksikler yok mu?

Tabii ki var.

Hem de haddinden fazla.

Mesela, ilk akla gelen, birilerinin çıkıp önüne geleni öldürmeleri sonucunda siyasi tablonun alabileceği muhtemel şekiller ve böyle bir şeye itiraz edenlerin gizledikleri hesaplarının ne olacağı konusunda bir analiz bulamadım..

Ama, ben bu eksiklikleri höşgörmek gerektiği kanaatindeyim. Ne de olsa, bu tür senaryo çalışmaları oldukça yenidir ve eksikleri yüzlerine vurarak morallerini bozmanın uzun vadede bize faydadan çok zararı olabilir.

Efsaneler ve bozulası ezberler..

Fırsat düştükçe Cemil Meriç'in kitapları göz gezdiririm.. Özellikle de, 'Bu Ülke' ve 'Mağaradakiler'e..

Kitaplarda, bir de 'Kanaviçe' ismiyle bir ek bölüm vardır. Kavram ya da isimler hakkında, kısa başlıklar halinde, yazarın özetlediği --komprime ettiği-- bilgilerden oluşur bu bölüm...

Somurtuk yüzlü olmayan bir ansiklopedinin bir parçasını okumak lezzeti verir. Rastgele bakmak hem mümkündür hem de daha eğlencelidir.

Şöyle bir gezinirken, gözüme bu başlık çarptı. Gerek İnternet, gerekse de başka yerlerde anlatılanlardan daha farklı bilgileri bir araya getirmiş.

Belki siz de okumak istersiniz diye düşündüm..

Penelop:

Kitap şöyle diyor:

"Yirmi yıl boyunca uzaklarda olan kocasına bağlı kaldı ve sarayına zorla yerleşen bütün taliplerinin tekliflerini geri çevirdi.

Onlara, örmekte olduğu büyük bir tülü bitirmeden evlenmeyeceğini söylüyordu.

Gündüz dokuduğu tülü gece söker, böylece tül hiçbirzaman tamamlanmazdı.

Daha sonraki efsanelere göre ise, Penelop, bütün taliplerine teslim olmuş ve Ulis döndüğü zaman onu kovmuştur.

Hattâ, Tanrı Pan'ı doğurduğu söylenir."

Homeros'a göre faziletli zevce. Yunanlı, bu fındıkçı dilberi bir iffet abidesi olarak göklere çıkarır. Oysa, bazı yazarlara göre, taliplerle evlenmeyişi, kendisini tek insana bağlamamak içindir.

Güzel Penelop, yavuklularının hepsi ile gönül eğlemek ister.

Bu belâlı aşıklar, kocasının keçilerini kestirip bir güzel atıştırır, mahzendeki şarapları gövdeye göçürtürken, dilber Penelop, aralarında dolaşıp çeşitli cilvelerle arzularını tutuşturur.

Oğlunu da, fazla rahatsız edilmemek için, yirmi yıldır haber alamadığı kocasını aramağa yollar.

Belâlıları oyalamak için, karşılarına geçip binbir işve içinde örer gibi yaptığı meşhur 'tuval' kayınpederinin kefenidir. Bir türlü bitmez. Çünkü, kitabın dediği gibi, gündüz ördüğünü gece söker.

Pausanias'a göre, evi meyhaneye çeviren, Penelop'un kendisi imiş. Belâlıları o toplamış kocasının ülkesine. Ülis, döndüğünde, hayâsız zevcesini hakaretle kovmuş v.s.

Şair Ovidius'a göre, babasının keçilerini otlatırken, Tanrı Merkür tarafından iğfal edilmiş. Teke kılığına girmiş Merkür. Ve, Penelop, Pan'ı doğurmuş.

Başka bir an'aneye göre, Pan, bütün taliplerin ortak çocuğu. Bunun için, Pan denmiş adına.

Ama, "Pan'ın annesi periydi. İtak Kraliçesi Penelop ise benî âdemdir" diyenler de var.

[Cemil Meriç. Bu Ülke. 26nc baskı. ISBN 975-470-281-0]

Antartika: Yavru vatan..

Mahir Kaynak. Star gazetesi. 7 Temmuz 2007

Siyasetin anlamı

Seçimlerin yaklaştığı, cumhurbaşkanlığı seçiminin bir bilmeceye dönüştüğü ve herkesin kendine göre yorumlar yaptığı günlerde genel eğilime uymak içimden gelmedi ve bir fantezi sayacağınızı bildiğim şeyler söylemek istedim.

Bana göre siyaset yerle göğün birleştiği bir alandı.

Bunu duyan dindar siyasetçilerin memnun olacaklarını ve doğru yerde durduklarını düşüneceğini tahmin ediyorum.

Oysa insanların Yaradan’a atfettikleri düşüncelerin çoğu alabildiğine dünyeviydi ve en büyük gücün kendilerininkilere benzeyen davranışlar sergilediklerini düşünüyorlardı.

Yıllar önce, gençlik yıllarımda sorguladığım bir konu aklıma geldi: Acaba dini saydığımız bir çok eylemlerimiz aslında tamamen dünyevi amaçlara mı hizmet ediyordu?

Mesela, kendi adlarına büyük anıt mezarlar, günümüzde bile harika sayılan piramitler dünyevi amaçlara mı hizmet ediyordu? Bu insanlar, ruhların zaman ve mekanın dışında olacağını ve tüm alemin içinde eriyeceğini ve bu bütün içinde anlamsız sayılabilecek bir yerde, dünyamızda duracak maddi bir yapının ruhları için bir anlam taşımayacağını bilmiyorlar mıydı?

Şu soruya cevap aradım: Eğer yönetenler bu piramitleri inşa etmeseydi burada çalışan insanlar geçimlerini nasıl sağlayacaktı?

Mevcut teknoloji başka bir yerde istihdam edilmelerine imkan vermiyordu. Krallar, bu yapıları inşa ederek bir çok insana, en alt düzeyde de olsa, yaşama imkanı sağlıyordu.

Eğer bu büyük yapılar inşa edilmeseydi insanlar üst tabakanın günlük hizmetinde kullanılacak, kimisi yelpaze sallayacak, bazıları da evlerde icat edilecek anlamsız hizmetlerde kullanılacaktı.

Mesela üst düzeydeki kadınların saçının bir yanını bir köle diğer yanını başka bir köle tarayacak, ayaklarını bu işte uzmanlaşmışlar yıkayacaktı.

Yani dünyevi saymadığımız, inançlar ya da güç gösterisi amacıyla yapıldığını sandığımız bir çok şey aslında dünyevi amaçlara hizmet ediyordu.

Bunları düşünürken, piramit inşasının giderek yaygınlaştığını, kendisini kral sananların çoğaldığını ve her birinin benzer davranışlar sergilediğini gördüm.

Artık kolumuzdaki saat sadece zamanı göstermiyordu. Üzerindeki marka sizin diğerlerinden ne kadar üstün olduğunuzun simgesi olmuştu. Her biri bir servet olan mücevherler bir piramit yavrusu sayılmaz mıydı?

İnsanlar yaşamak için gerekli olan imkanları sağladıktan sonra hemen piramit inşasına başlıyordu ve giderek yaşmakla piramit inşası iç içe giriyordu.

Mesela, eğitim de markalı bir eşyaya dönüşmüştü. Parası olan pazarda on beş liraya aynı işi gören çantaya binlerce lira verirken çocuklarını marka okullara gönderiyordu. Okullar da marka olma peşindeydi.

Siyaset bu akıma karşı koyamadı ve onlar da işlevlerini, yapacaklarının ne olduğunu bir yana bırakıp markalaşmaya başladılar.

Kimi tesettür modasına uyarken diğerleri modern kıyafetleri seçti.

Oysa dünya piramitlerin, marka eşyaların dışında bir seyir izliyor.

Şu soruya bir cevap bulamadım: Gideceğimiz yer önceden belli mi yoksa buraya onu biz mi taşıyoruz?

Ama bir sorunun cevabı belli. Dünya piramitçilerin yolunda gitmiyor ve üstün akılların kararlarıyla yol alıyor.

Siz piramitçi misiniz yoksa üstün aklın bir parçası mı?

Bu ülkede üstün akıl sahibi olanlar da olmak zorunda.. Dünyanın bütün vasat akılları sadece bu ülkede toplanmış olamazlar..

Olamazlar diyorum, ama elimde bunu destekleyecek kaynak, kanıt ya da yok..

Aramadım değil. Aradım.

Kişi başına düşen akıl konusunda işe yarar bir istatistik ve orada Türkiye'nin yerini gösteren bir çalışma bulamadım.

Kişi başına düşen IQ istatistiklerini aradığım zaman da bir liste bulamadım.

Bütün bulduğum, kişi başına düşen en yüksek IQ'nun Antartika'da olduğuydu..

Kıtanın neredeyse tüm nüfusunun orada araştırma yapan bilim adamlarından müteşekkil oluşuymuş bunun sebebi..

Acaba, diyorum, buradaki üstün akıllılar topyekun Antartika'ya mı gittiler?..

şirin allame..

Aşağıdaki yazı, haftalık Agos gazetesinde, Baskın Oran imzası ile ve 'Yargıtay, Quo Vadis?' başlığıyla 29 Haziran 2007'de yayınlanmış. Agos gazetesinden link veremiyorum çünkü abone olmak gerekiyor. Onun yerine, bianet.org'dan okuyabilirsiniz.

Yargıtay, Quo Vadis?

"Ekümen"lik, Ortodoks Kiliseleri arasında dinsel protokolde önde gelmek anlamında. "Yargıtay, Lozan'a göre Fener'in ekümeniklik iddiasının geçersiz olduğuna karar verdi." Biz Ortodoks İlahiyatı'na nasıl karışıyoruz? Diyanet İşleri Başkanlığı mı bu?

BİA (Ankara) - Bu sabah gazeteyi açar açmaz yüzümde, hatta Türkiye hukukunun yüzünde patlayan tokat şöyleydi: "Yargıtay, Lozan'a göre Fener'in ekümeniklik iddiasının geçersiz olduğuna karar verdi". Yargıtay 1971 ve 74'te Türk vatandaşlarının kurduğu gayrimüslim vakıflarını "Türk olmayan" ilan ettikten sonra şimdi bir de bu kararı verdi maalesef.

Genel tarih bilgileri

Dünyada üç temel Hıristiyan mezhebi var: Kronolojik sıraya göre Katolik, Ortodoks, Protestan. Papa, birincisinin kesin egemeni. Üçüncüsünün hiçbir egemeni yok. Ortodokslukta ise Fener, dünya Ortodoks Kiliseleri için "primus inter pares" (= eşitler arasında birinci). Diğer Ortodoks kiliselerine emir verme durumu yok ama bu "ekümenik" (= evrensel) durum onların ayinlerde Fener Patriği'nin adını anmalarını ve kendi seçtikleri dinsel yöneticileri Fener'in onayına sunmalarını gerektiriyor. Kısacası "ekümen"lik, Ortodoks Kiliseleri arasında dinsel protokolde önde gelmek anlamında. Birkaç yıl önce, Fener'in ekümenik olduğunu Papa da resmen kabul etti.

Papanın neyi kabul ettiği 'Papalık' denen siyasi yapının meselesidir. Papalık, Türkiye adına herhangi birşeyi kabul edemez. Türkiye, uygun bulduklarını kabul eder, ya da etmez. Tıpkı Papalık gibi.

Buna karşı çıkan başlıca iki kilise var: Atina Başpiskoposluğu ve Moskova Patrikliği. Tabii, bir de Türkiye var. Lord Curzon bu patrikhanenin dünyevi siyasal niteliklerden yoksun, sırf bir dinsel kurum olarak kalmasını önermiş, İsmet Paşa da bu sözü senet saydığını belirten bir açıklamada bulunmuştur. Hepsi o kadar.

Evet. Doğru. Hepsi o kadar.

Kimse çıkıp itiraz etmemiş. Karar da öyle alınır. O bir karardır artık.

Dava Yargıtay'ın önüne şöyle geliyor: İstanbul'daki Bulgar Ortodoks Kilisesi (Haliç'teki "Demir Kilise") rahibi Konstantin Kostoff, bir yıl öncesine kadar yapageldiğinin aksine, artık ayinlerde Fener Patriği'nin adını anmamaya başlıyor. Bunun üzerine Fener onun "ruhanilik sıfatı"nı kaldırıyor ve Bulgar Vakfı dinsel kurallara aykırı hareket ettiği için Rahip Kostoff'un iş akdini feshediyor.

Savcı bu durumda "Kostoff'un din özgürlüğü ihlal edildi" diye kamu davası açıyor. Kostoff da "Fener Patriği ve Sen Sinod üyelerinin cezalandırılmasını talep ediyorum" diyor.

Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2007/5603 sayılı bir karar veriyor. Diyor ki: Kostoff'un din özgürlüğü ihlal edilmemiştir. Cebir veya tehdit unsuru da yoktur. Nitekim bu sıfatın kaldırılmasına ilişkin kararın üzerinden bir yıldan fazla süre geçtiği halde Kostoff ayinlerine devam etmiştir.

Bundan sonrası ilginç. Kararın canalıcı yerlerini siyah puntoyla alıyorum.

Not: Biçemdeki bu değişiklikleri kaldırdım. İsteyen yazının orjinaline bakabilir.

Yargıtay'ın ezberini bozalım

Bozalım bakalım..

1) Fener'in, diğer bir Ortodoks azınlık olan Bulgar kökenlilerinin kilisesi üzerinde dinsel ve hukuksal hiçbir yetkisi yoktur. (karar s.1)

Yanlış. Hukuksal yok ama dinsel yetkisi var. Eğer Türkiye mahkemeleri dünya Ortodoks ilahiyatına da karışıyorsa, bunu da bilmemiz lazım.

Yanlış.

Bulgar kilisesi, Fener'in dinsel otoritesini reddettiği için, Fener, hukuksal çözüm aramış.

Yani, dinsel yetkisini hukuka tesçil ettirtmek, ve yaptırım güçü kullanmak istemiş. Hukuk da, yetkisi olmadığını söylemiş.

Baskın beyin bu kadarcık olsun okuma yazması olmasını beklerdim: Türkiye mahkemeleri durup dururken maydanoz olmuş değil. Karışmasını isteyen bizzat Fener'dir.

2) Lozan Barış Antlaşması ve eklerinde Fener sadece bir azınlığın kilisesi olarak belirtilmiştir. (s.2)

Yanlış. Bir kere, antlaşma metninde Fener hiç geçmez. İkincisi, "Lozan Antlaşması'nın ekleri" diye bir şey yoktur. Sadece, "Lozan'da teati edilen mektuplar" diye bir şey vardır ve onun da "Lozan eki" sayılıp sayılmaması doktrinde tartışmalıdır. Kaldı ki, "eklerin" neresinde? Üçüncüsü, Lozan'da hiçbir azınlığın adı geçmez; sadece "gayrimüslimler" diye geçer. Türkiye'deki en feci ezberlerden biri budur. Lozan'da Rum, Ermeni, Yahudi diye azınlık ismi geçtiğini söyleyen 2. sınıf öğrencim 3'e geçemez.

Baskın beyin öğrencisi olmak ister miydim sorusuna evet diyemiyorum.

Dolayısı ile, kimi bir sonraki sınıfa geçirteceği konusu ve diğer hüsn-ü kuruntuları beni ilgilendirmiyor.

Lozan'da "gayrimüslimler" olarak geçmesi, o ibarenin egemen devlet (merak edenler için açıkça yazayım, Türkiye) tarafından yorumlanacağı anlamına gelir.

Nitekim, Baskın bey de --daha okula henüz başlamamış öğrenciler gibi-- bilir ki, "gayrimüslimler" tek bir çatı altında toplanmamışlardır. Bunu ne onlar istemişler, ne de Türkiye bu konuda bir adım atmıştır.

3) Fener, sadece belli bir azınlığa mensup kişiler üzerinde dinsel yetkileri haiz olan dinsel bir kurumdur. (s.2)

Yanlış. Bir kere, yukarıda da belirttiğim gibi, Lozan'ın hiçbir yerinde "belli bir azınlık"tan bahsedilmez; "gayrimüslim azınlıklar"dan bahsedilir. İkincisi, Fener bu ülkede Rum olmayan Ortodokslar üzerinde de "dinsel" yetki sahibidir: Ortodoks Bulgarlar, Ortodoks Araplar, gibi. Üçüncüsü, Fener dünya Ortodoksları için 1 numaralı dinsel makamdır. Dedim ya, Papalık bile bunu kabul ediyor.

Yanlış. Lozan'da açıkça zikredilmesi şart değil. Bu bir.

İkincisi, yanyana duran iki "gayrimüslim"in aynı inançta olacağını da farzedemeyiz. Dolayısı ile, "gayrimüslimler" bir genel gruplandırma ismidir.

Fener'in kimin üzerinde ne gibi dinsel yetkisi olduğu da muhatap olan ilgili cemaatin kararıdır. Böyle bir yetkiyi kabul ediyorlarsa, böyle bir yetki vardır; etmiyorlarsa da yoktur.

Yetkiyi, Fener adına, TC'nin dayatmak zorunluluğu yoktur.

Son olarak da, Papalık, müslümanları kafir kabul ediyor diye bunu burada uygulamak zorunda değiliz herhalde.

Papalık neyi kabul ediyor ya da etmiyor meselesi TC'yi bağlamaz. Başka kimseyi de bağlamaz.

4) Egemen bir devletin kendi topraklarında yaşayan azınlıklara kendi vatandaşlarından farklı bir hukuk uygulayarak çoğunluğa dahi tanımadığı birtakım ayrıcalıkları onlara tanımak suretiyle özel bir statü vermesi, Anayasa'nın 10. maddesine (eşitlik) açıkça aykırıdır. (s.2)

Yanlış. Üstelik, "çoğunluğa dahi" deyişi vahim. Negatif-pozitif hak ayrımını bilmiyor. Azınlıklar hukukunda negatif hak çoğunluğa hatta ülkede bulunan herkese verilen haklardır: seyahat, vs. Pozitif hak ise yalnızca dezavantajlı gruplara (burada: azınlıklara) verilir; çoğunluğa verilmez: kendi okulunda ve kilisesinde kendi dilini ve dinini okutmak, vs.

Yanlış.

Baskın beyin etrafında dolandığı anlamsızlık bulutundan yola çıkarsak, herhangi bir Sünni 'otorite'nin fetvası üzerine --mesela-- Alevilerin o otoriteye tabi kılınması gerekecek.

Böyle bir saçmalık ne mümkündür, ne de anlamlı...

Birden, Anayasa Mahkemesi'nin 1994 DEP'i kapatma kararı aklıma geldi. Orada da negatif-pozitif hak ayrımı bilmezlikten geliniyor ve üstelik, çoğunluğa mensup vatandaşlar 1. sınıf, azınlığa mensupları da 2. sınıf sayılıyordu (bkz. benim Türkiye'de Azınlıklar kitabım, s.96). Demek ki bu durum yüksek yargı mensuplarımız arasında çok yaygın.

Okumadım. İlişkiyi de göremiyorum.

Diğer yandan "özel statü vermek anayasaya aykırıdır" diyor. Hiç anlayamadım. Türkiye'de gayrimüslim azınlıklara bu "özel statü" Lozan'ın 37. ilâ 44. maddeleri arasında zaten verilmiş.

OK. Verildiği kadarıyla verilmiş. 'Ekümeniklik' (her ne demekse) bunların arasında zikredilmemiş. Lozan'da olmayandan daha fazlasını vermek zorunda değiliz.

Bunu anlamak bu kadar mı zor?

Kişi prof. olunca mı zorlaşıyor?..

Yoksa siyasete atılınca mı?

5) Bu nedenle, Patrikhanenin ekümenik olduğu iddiasının yasal bir dayanağı bulunmamaktadır. (s.2)

Zurnanın zırt dediği deliğe geldik sonunda. Yarabbi, biz Ortodoks İlahiyatı'na nasıl karışıyoruz? Diyanet İşleri Başkanlığı mı bu? Ankara Valisi N.Tandoğan, huzuruna komünizmden getirilen bir gence 1930'larda "Ulan, komünist olmak gerekirse önce biz oluruz, sen kim oluyorsun!" demiş bu ülkede ama, "Ortodoks olmak" konusunda da aynı şeyin üstelik 2007'de söylenebileceğini doğrusu düşünemezdim...

Armutlarla elmalar...

Baskın beye göre, Türkiye hukuğunda, acaba Fener'e tanınmış ne gibi dinsel otorite makamı vardır?

Daha da ötesi, Baskın bey de pekala biliyor ki, konunun ilahiyatla filan zerre kadar alakası yoktur.

Kimin ekümenik olduğu meselesi siyasi/idari bir konudur ve ilahiyatla uzaktan yakından ilişkili değildir. Hiristiyanlık tarihinde ortaya çıkmış olan kurumları Hiristiyan ilahiyatının bir parçası saymak zorunda değiliz.

Nitekim, Fatih Sultan Mehmet, egemen devletin başı olarak, son derece siyasi sebeplerle, Rum Patrikliği’nin yeniden açılmasına izin vermiş; ayrıca bir Yahudi hahambaşlığı ile bir Ermeni patrikhanesi kurdurmuştu.

Bunların hangisinin ilahiyatla alakası olduğunu da, bütünleme sınav sorusu olarak Baskın beye bırakıyorum.

Ezbercilikten vazgeçip, daha çok çalışması gerektiğini düşünüyorum.

Not: Baskın Oran'ın, kasıtlı değilse, temel cehalet ve tutarsızlıklarına bu ilk örnek değil. Başka bir konuda olmakla beraber, daha detaylı bir analiz için şu yazının okunmasını da öneririm.

sen yana..

Hep böyle deli deli esemeyecek rüzgar 
Saçlarımda dünyamı sen dağıtırcasına 

Ve ıslatamayacak sulusepken yağan kar 
Ayağımın altından süzülmeyecek deniz 

O gün bulaşacağım feleğin fırçasına 
Gör, neler çizeceğim alemin tualine 

Mesela seni bir put şeklinde çizeceğim 
Ve yüzlerce portreni yanyana dizeceğim 

Ya da üstüste koyup tapınak yapacağım 
Sonra seni terkedip şeytana tapacağım 

Ardından cehennemden zebani alacağım 
Senden merhametlidir onunla kalacağım 

Bana çektirdiklerin gözlerinden yağacak 
Benim gecem biterse sana sabah doğacak  

Tan yeri ağarırken bedduan edilecek  
Ben seni unuturken yağmur seni silecek 

Güneş seni sevecek sıcak sıcak bakacak 
Beni sevdiğin gibi seni güneş yakacak 

Kurda kuşa yem edip hatıranın leşini 
Denizde boğacağım aşkının ateşini 

Küllerin savrulurken kalmasa da benden iz 
Geçip kurulacağım tablonun ortasına 

Feryatla gülerken ben ikimizin haline 
Gökler aldırmayacak; üzülmeyecek deniz..
 
Müzmin Anonim