Manzara-i durumiyye

Seçimler yapıldı. Ve, bitti çok şükür.

Âdettendir. Bir süreliğine, kutlamaları filan dinleyeceğiz..

Ama, bütün bunlar o seçim kamyonları, seçim otobüsleri, seçim minibüsleri ve hatta --benim de gözüm olduğu halde uğursuzluğuna hükmetmeğe meylettiğim-- pahalı şehiriçi ve arazi amaçlı seçim özel araçlarıyla yapılan bangır bangır propogandadan daha çekilirdir bence.

Bu kadarla kalmayacak tabii.. hayli bir zaman da seçim sonuçları üzerinde 'fabl'ler yazacak, yorumlar okuyacağız..

'Halk şunu, bunu demiş; ona sille, buna şamar; berikine de mükâfat vermiş' filan gibi..

Bunlar güzel şeyler tabii ama beni sarmıyor pek. Bana daha bir sek, daha bir damardan senaryo lazım; başkası kesmez beni..

Gerçi, senaryonun bini bir para da, sıradan senaryoların peşinde olmadığımı artık söylemem bile gerekmiyordur. Fakat, aradığım türden bir senaryoyu bulamamış olduğumu da söylemek zorundayım.

Bu yüzden, gene iş başa düşüyor.. Yani, oturup benim yazmam lazım..

Manzaraya bakıyorum..

Kara bulutlar var gerçi, ama bulutların altında da herşey toz pembe görünüyor..

Üstelik iyi bir de rüzgar yakalanmış..

Rüzgarın ne yapacağını kestirmek ise zor tabii: Acaba kara bulutları mı dağıtacak, yoksa pembe tozu mu?

Bimiyorum.

Ama, bilmemek senaryo yazmak sözkonusu olduğunda ayıp-mayıp değil. Tersine, insanı daha bir yetkin kılar --bence ve benim durumuma özel olarak.

Matematikten pek fazla anlamam, ama Meclis aritmetiğine baktığım zaman ilginç şeyler görüyor gibiyim.. Fakat, sadece aritmetikle yetinmeyeceğim; bakla falı da faydalı oluyor çoğu zaman.

Uzun zamandır ilk defa Meclis'e 'sizler isterseniz Hilafeti de getirebilirsiniz' diyebilecek bir oy yüzdesiyle geliyor bir parti. Bir de, hayli zamandır Meclis'e girmelerinin luzumlu olmadığına karar verilmiş ama şimdi kimsenin ses çıkarmadığı bir grup var: 'Bağımsız'lar.

Bunca bağımsızın Meclis'e bağımsızlık adına mı girdiğini --girmelerine izin verildiğini-- sormak münafıklık olur. Ben de sormuyorum; onların da hedefinin bu olduğunu düşünmediğim için.

Peki de, hemen bir kaç ay sonra bir de Cumhurbaşkanı ne olsun sorusu çıkacak karşımıza --yani, halka 'Cumhurbaşkanını halk mı seçsin' suali tevcih eylenecek..

Devleti zapt vü rapt altına almak arzu-yi muhaliyle bir partiye bunca oy veren halkın 'sana devleti kimin yöneteceği sorusunu soralım mı?' sorusuna 'Hayır!' diyeceğini pek sanmıyorum --o bir yana, bu kadar abes bir sorunun sorulabileceği aklıma dahi gelmezdi ya, neyse.

Kürk geydirip han bağışlayan; ona sille, buna şamar; berikine de mükâfat veren yüce T**k milleti (şu sırlarda bazı kelimeleri yazmak ırkçlık olduğundan böyle yazıyorum), pek tabii ki 'Evet, bundan böyle bana sorula!' diyecektir.

Yani, başkanlık sistemi.

'Hazır değiliz henüz' gibi mazeretler de anlamlı değil. AB uğruna günde 25 saat çalışan Meclis'imizin, 'milletin emir'i sözkonusu olduğunda tembellik edeceğini hiç sanmam. Yani, ilgili değişiklikler kısa zamanda yapılır. Birileri bu konuda gerekli çalışmaları çoktan kemâle erdirmemişse şaşarım aslında.

İyi de, başkanlık sistemi nedir derseniz, benim baktığım yerden 'çağdaş padişahlık'tır. ['Çağdaş' kelimesini bilerek kullandım; modernite yanlıları da kendilerinden bir şeyler bulsunlar diye.]

'Çağdaş padişahlık' aslında o kadar da kötü bir şey değil.. Vakti çoktan geldi de diyebiliriz.

Kürtlerimiz 'Ne mutlu T**küm diyene!' demekten bıktılar --en azından bunu kendi dillerinde söyleyebilmek istiyeceklerini kabul etmeliyiz. Daha da iyisi, yine kendi dillerinde 'Padişahım çok yaşa!' demek.. Lâf değil, geçmişle kopardıkları bağlarını yeniden kurmuş hissetmek var işin ucunda.

Bu defa Bitlis'ten değil de, Tunceli'den çıkacak, bence, yeniden birlik oluşumuza önayak olacak olan ve mesleği din adamlığı değil, hukukçu olacak. Ha, bir de --az kalsın unutuyordum--: Erkek değil, kadın olacak. Zaman değişti çünkü.

Bir de, tabii ki, yanıbaşımızda --ya da aşağımızda-- Irak ismiyle maruffakattekrar 'Üç Vilayet'liğe rücü etmek üzere olan bir bölge var. Ayrıldığımız tarihten beri çok da günyüzü görmediler --hele de son yıllarda--; dolayısı ile, orada da bir özlem var. Yoksa bile, yaratılabilir.

Bunun haricinde diğer dinamikler de var tabii. Kürtlerimizin haricinde diğer ahali de daha dindar (ve nasıl oluyorsa, daha özgürlükçü) bir hayatın arzusuyla yanıp tutuşuyor.

Daha önce bu konuda bazı hazırlıkların yapıldığını düşündürten şeyler olmakla beraber, bu özlemlere de artık daha kapsamlı bir cevap vermek gerekiyor.

Küresel bakmağı yeterince öğrenen ticaret erbabımıza Hilafet kurumunun canlandırılmasının ters --ya da zamansız-- geleceğini görebiliyorum.

O yüzden, o, yüzde otuz cıvarında bir iskonto ile, yeni ambalajında ve Meclis'in şahsında mündemiç bırakılacak, soran olursa Meclis işaret edilerek geçiştirilecek.

Süratle dünyaya açılacağız. Ekonomimiz hayli iyi olacak. Kısa zamanda 'gelişmiş ülkeler'in gelir seviyelerine erişeceğiz.

Bu yüzden, daha az gelişmiş (yani, fakir) ülkelerin husumetine (pardon, terörizmine) muhatap olacağız ama onlara yeni müslüman kimliğimizle yanaşıp teskin edici görevimizi bilhakkın yerine getireceğiz.

Bütün bu nurlu ufuklar senaryosu, orduevlerine başörtülülerin rahatça girip çıkacağı kehaneti olmaksızın eksik kalırdı. Eksik olmasın.

Evet, başta orduevleri olmak üzre, --eşitlik adına-- erkekler dahil, isteyen istediği yere başörtüsü ile girecek ve isterse çıkacak.

Eve sığmadıkları için Nasreddin Hoca'ya akıl danışıp evin içine ahırdakileri de alan, sonra da yaşadıkları artan sıkıntıyı Hoca'nın tavsiyesi üzerine tek tek ahıra geri gönderip rahatlayan ailenin macerası hiç aklımıza gelmeyecek, çünkü küçük bir lezzet farkı büyük mutluluklar demektir..

Yani, herşey tekrar o eski günlerde olduğu gibi.. güllük gülistanlık olacak..

Şimdii.. 'çağdaş padişah'ımızı kim mi seçecek?

Tabii ki halk.

Halka, hangi istikamette tercih kullanacağı konusunda, her türlü yardımı yapacak olan medyanın kıymetini bilen olmayacak belki; ama, o kadar kusur da kadı kızında bile olur.

Benim planlarımı soracak olursanız: Aruz veznini öğrenmeğe başlamanın vaktidir.