çaresizlikten kaçış ve self-tasfiye..

Sedat Laçiner, USAK (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) ve ODAM (Ortadoğu Araştırmaları Merkezi) Başkanı imiş.. Talihsiz diyebileceğim kısaltmalar seçmişler sanki.. Hele de sloganları (mottoları).. 'USAK... Dünya Döndükçe...'

Onursal Başkan da Tayyibe Gülek imiş.. siyaseten tanıdık bir yüz.. ilgiyle kaydediyorum.

Neyse.. bunlar lüzumsuz teferruatlar.. Kendilerini nasıl tanıttıklarına bakmak lazım..

Sedat beyi kısaca tanınak istersek şuradan başlayabilriz:

USAK ve USAK-Ortadoğu Araştırmaları Merkezi başkanıdır. Davos Economic Forumu Young Global Leaders tarafından "Entellektüeller" (Intellectuals) dalında 2006 yılı Genç Küresel Lideri seçilmiştir.

2004 yılında ise Ankara'da Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu'nun (USAK) kurucu başkanı oldu. Halen USAK Başkanlığı görevini yürütmektedir.

Buradan, kıymetli bir genç arkadaşımız olduğunu anlıyorum. USAK hakkında da şunları okuyabiliriz:

USAK bir sivil toplum kuruluşudur (STK - NGO). Bir siyasi görüşün, partinin ya da devlet organının uzantısı değildir. Faaliyetlerini üyelerinin aidatları, bağışlar ve aldığı projeler yoluyla karşılar. Dernek şeklinde yapılanmıştır.

İdari yapılanması dışında araştırma merkezleri vardır ve buralarda akademisyenler, araştırmacılar ve uzmanlar gönüllülük esasına göre veya tam zamanlı olarak görev almaktadırlar.

Seçtikleri logo (amblem) de ilginç ve manidar.. ya da ben mi münafıklık ediyorum da bana manidar geliyor, bilmiyorum.. Her neyse, kararı ben verecek değilim, seçilmiş zaten. Aşağıda:

Bunun da açıklamasını yapmak gereği duymuşlar, sağolsunlar:

Çınar ağacı yaprağı köklü bir geçmişe olan bağlılığı, renkli duruş çoğulculuğu, yaprağı saran çember ise dünyayı ve evrenselliği temsil eder. Çemberin üzerinde yer alan "Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu" yazısı USAK'ın dünyayı kucaklama ve evrensel olma arzu ve hedefini ortaya koyar.

USAK'ın İngilizce isminin açılımından alınan kısaltması ise ISRO'dur. Başka dillerde herhangi bir logo çalışması yapılmamıştır.

Logo evrensel değerler ve standartlarda kaliteli araştırmanın markası olabilmek amacıyla uzun bir ekip çalışmasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yaklaşık 3 aylık bir çalışmanın ürünü olan logo, onlarca örnek arasından Blue Ajans ile ortaklaşa gerçekleşen uzun bir mesainin sonunda seçilmiştir.

Bunları okumamış olsam, ambleme bakıp, üç çeyreklik bir Kanada bayrağının geri kalan bir çeyreğine US ve AK kelimelerinin yazılmış hali olduğunu düşünecektim. İyi ki okumuşum.

Şimdi... 'US' kelimesini görür görmez konuyu hemen ABD ile ilintilemek de doğru olmaz.

Olmaz çünkü, usak.org.tr (Türkiye) ve usak.org.uk (İngiltere) siteleri var. İspanyolca yayınları olmakla birlikte usak.org.es siteleri henüz yok galiba. Almanca henüz başlatılmamış, dolayısı ile usak.de sitesinin olmayışını yadırgamıyorum.

Neyse. Önemli olan o değil. Benim ilgimi Neşe Düzel'in Sedat Laçiner'le yaptığı söyleşi çekti. Söyleşinin tamamını, yersizlikten dolayı, buraya almıyorum. İlgilendiğim kısmı (paragraf ayrımları bana ait) şurası :

[...] Daha önce Türkiye'nin karşısında bir PKK vardı. Yani birkaç bin adam vardı. Ama şimdi bu açıklamalar sonucunda, Türkiye'nin karşısında AB, ABD, Barzani, Talabani, Bağdat var, tüm dünya var.

Siz bir devletin, hem ülkenizde terörü desteklediğini söyleyip, hem de onunla müttefik olamazsınız. Eğer bu kadar açık meydan okuyarak, ABD'nin ve AB'nin terörü desteklediğini söylerseniz, karşılığını alırsınız.

PKK'nın eline öylesine etkili bir silah verirler ki, öyle bilgiler aktarırlar ki, siz Irak'ın kuzeyine girdiğiniz anda 300 askerinizi kaybedersiniz.

Hatta Barzani'nin adamları ve İsrail'in oradaki istihbarat görevlileri, size PKK kılığında öyle zararlar verirler ki, şaşkınlığa uğrarsınız.

Evet, önemli şeyler söylüyor Sedat bey.

Orası öyle de, nedense okuduğum zaman, 'aba altından sopa göstermek' gibi bir tonu olduğunu düşünmeden edemedim.

Yani, sanki, bizim değil de başkalarının diyeceklerini söylüyor gibiydi.. Çaresizliğimizi ve çözümsüzlüğümüzü kabul etmemiz gerekiyor der gibi sanki...

Öte yandan, yani daha bir beri yandan, konuya bakanlar yok mu diye, merak da etmdim değil...

Çok sık okumak fırsatım olmasa da, Milli Gazete gazetesine yolum düştü.. Saadet Partisi genel başkanı Recai Kutan ise aşağı yukarı aynı şeyleri, bambaşka bir perspektiften, söylüyordu.

Son dönemlerde tırmanan terör olayları konusuna yönelik de değerlendirmede bulunan Kutan, bir dönem Türkiye'nin himayesi ile yaşamını sürdüren Talabani ve Barzani'nin şimdi Türkiye'ye kafa tutar konuma geldiğini söyledi.

Kutan, şöyle konuştu: "Peki nasıl olundu da bu konuma gelindi. Kuzey Irak'lı aşiret liderlerinin ardında ABD, AB ve İsrail bulunmaktadır. Kuzey Irak'a füze rampaları yerleştiren bu emperyalist güçler, Türkiye'nin Kuzey Irak'a girmesini istememektedir. Ancak bizim Başbakanımız Erdoğan ise, hâlâ ABD'ye 'Stratejik ortağımız' derken, BOP'un eş başkanlığını da sürdürmeye devam etmektedir" şeklinde konuştu.

Son dönemlerde tırmanan terör olayları konusuna yönelik de değerlendirmede bulunun Kutan, bir dönem Türkiye'nin himayesi ile yaşamını sürdüren Talabani ve Barzani'nin şimdi Türkiye'ye kafa tutar konuma geldiğini söyledi.

Kutan, şöyle konuştu: "Peki nasıl olundu da bu konuma gelindi. Kuzey Irak'lı aşiret liderlerinin ardında ABD, AB ve İsrail bulunmaktadır. Kuzey Irak'a füze rampaları yerleştiren bu emperyalist güçler, Türkiye'nin Kuzey Irak'a girmesini istememektedir. Ancak bizim Başbakanımız Erdoğan ise, hâlâ ABD'ye 'Stratejik ortağımız' derken, BOP'un eş başkanlığını da sürdürmeye devam etmektedir" şeklinde konuştu.

Durdum.. düşünmek zorunda kaldım.. Acaba, Davos Economic Forumu Young Global Leaders tarafından 'Entellektüeller' (Intellectuals) dalında 2006 yılı Genç Küresel Lideri seçilmiş bir kıymetli entellektüelimiz mi yeni ve önemli şeyler söylüyordu, yoksa Recai Kutan mı?..

Cevaplamadan önce üzerinde düşünmek gerekiyor.. Düşünmek de en zor şeylerden biri tabii ki..

Neyse.

Daha sonra, yolum Taha Kıvanç'ın şu yazısına düştü.. 'Eski bir olay' başlığı altında anlattığı kısa öykü ilginçtir.

Bilinmeyen bir hikaye değildir de Taha Kıvanç'ın şimdi anlatması ilginçtir. Neden ilginç olduğunu bilmiyorum. İlişki kuracak bilgiye sahip değilim çünkü; fakat sonundaki cümleleri seçerek oraya yazmadığını sanmıyorum.

Şunları yazmış:

Genelkurmay Başkanının oğlu Haşmet Orbay mahkemece suçlu bulunur, önce idama mahkûm edilir, cezası sonra 20 yıla düşürülür...

İşte bu olay sebebiyle hatırladım Kazım Orbay'ı...

Acaba ne demek istedi diyerek bakınırken, yan tarafında 'Yeniçerilik hortlar mı?' başlığıyla --bugüne kadar pek okumuş olmadığım-- Sami Hocaoğlu'nun bir yazısı dikkatimi çekti.

Meseleye 'Vak'a-i Hayriyye'den girmiş.. İlginç..

Okurken, bugüne kadar niçin Sami beyi okumamış olduğumu da aşağı yukarı çıkardım...

Osmanlı'daki üç sınıfı 'ilmiyye', 'kalemiyye' ve 'seyfiyye' olarak adlandırılması gibi şeyler yüzünden olsa gerek.. 'Kalemiyye' değil de 'mülkiye' olması gerektiğini ya bilmiyor ya da atlıyor.

Başka şeyler daha var atladığını düşündüğüm.. Mesela, 'seyfiyye'nin 'ilmiyye'den kılıç zoru ile istediği fetvayı aldığı iddiası.. Bence genelde tersidir bu: 'İlmiyye', aklına estiği zaman, 'seyfiyye'yi isyana sevketmiştir.

Neyse. Yazıyı okuduğum zaman, nedense, bu yazının tarih özeti olmak gibi bir anafikri olmadığını düşündüm..

Sonundaki şu dramatik sahneyi okuduğum zaman sanki, evet, bu da bir tür 'aba altından sopa göstermek' okuyormuş gibi oldum..

Tabii ki bütün bu süreçte olan millete olurdu. En sonunda milletin gözbebeği olan ordu, milletin gözüne batan çöpe dönüşmüştü.

Millet, kendi ekmeğinden kısarak beslediği yeniçerinin, gözlerini oyan karga rolünü oynamasına daha fazla dayanamadı.

Zira değerlerini savunsun diye beslediği güç, değerlerine düşman olmuştu.

Bunu gören halk, sonunda dayanamayıp "benden ekl ü bel' ettiklerin gözüne dizine dursun" dedi.

Halkın verdiğini haram etmesi, annenin hayırsız evlada sütünü haram etmesi gibi bir şeydi.

Tarihler 15 Haziran 1826'yı gösterdiğinde, Dersaadet'te tarihin en dramatik tasfiyelerinden biri yaşandı.

Olan şuydu: Millet yeniçeri bebeğini göğsünde emzirerek büyütmüştü. Millet bağrına bastığı yeniçeriyi her türlü yaramazlığına karşı sonuna kadar korudu.

Ancak bir noktadan sonra yeniçeri hayırsız evlatlığa soyundu ve silahını kendini besleyen millete doğrulttu. Millet de emzirdiği sütü ağzından burnundan fitil fitil getirdi.

Tarihe, bence isabetsiz bir adla "Vak'a-i Hayriye" olarak geçen olayın hikayesi buydu.

Allah yazdıysa bozsun! Ne yeniçerilik hortlasın, ne de "Vak'a-i Hayriye" tekerrür etsin.

Tarihten dersler almak lazım tabii ki..

Fakat, 'kanlı mı olacak, kansız mı olacak?' sorusuna cevap sayılabilecek bu tür romantizmlerin içinde başka şeyleri kaçırıyor olabilir miyiz acaba..

Mesela, tasfiye edilen neydi?

Sizi bilemem, ama be galiba şöyle cevap verirdim: Düşmanla savaşmak yerine, halkı ile 'uğraşan' bir ordu..

Bugüne benziyor mu?

Buna 'evet, kısmen' diyebilirim. Başörtüsü meselesi yüzünden bilhassa.

Peki, ama aydınımızın amacı nedir? Yani, aydınımız da mı kendine sadece bir 'iç düşman' bellemiştir: Ordu..

Aydınımızın 'tehdit' algılaması bu kadar mıdır?

Bu sorunun cevabı da malesef evettir bence.

Tehdit değerlendirmesi dumura uğramıştır aydınımızın. Yoktur bir dış tehdit, aydınımıza göre. Önlerindeki yegane engel de ordudur..

İşin acı tarafı, ordunun dış tehdit değerlendirmesi var; bununla hemfikir olursunuz fakat olmazsınız, ama var. Ordunun, gereğinde, savaşmak azmi de var. Aydınımızda ise, ne o var ne de ötekisi..

Tıpkı, yeniden bir Tanzimat aydını dönemi bu bence.. 'Ne istiyorlarsa ucuz pahalı demeyelim ve verelim, yeter ki rahat bıraksınlar bizi' mantığı ve rahat bırakmalarını sağlamak için de 'gelme düşman su serperiz' teknolojisinden medet ummak..

Ordumuzun halkı ile ters düşmesinin alternatifi bu olmamalı bence.

Halkın galeyana getirilerek silahlı bir unsuru ortadan kaldırması hoş ve romantik bir dille anlatılır bir hikaye olabilir; ama, sorumsuz ilmiyyenin (aydınımızın) tasfiyesi ve yerine işe yarar bir yenisinin getirilmesi meselesi ne ve nasıl olacak?