Üç buçuk yazı
Gelin sizinle ik-üç yazıya bakalım.. Hepsi de Star gazetesinden. Aşağı yukarı aynı gün (02 Haziran 2007) yayınlanmış..
İlk bakacağımız, 'Gümrükçüler ne yapıyor?' başlığıyla Murat Kelkitlioğlu imzasıyla yayınlanmış. Tamamını değil, ilgilendiğim kısmını buraya alıyorum.
İran’dan Suriye’ye giden bir tren Bingöl yakınlarındaki patlama nedeniyle devrildi ve trenin içinde bir vagon dolusu silah olduğunu öğrendik. Söz konusu tren, Van’daki Kapıköy gümrük kapısından Türkiye’ye girdi. Bir vagon dolusu silahla ilgili şu ana kadar yetkililerden doyurucu bir açıklama gelmedi. Sadece yapılan yorumlar, söz konusu silahların Türkiye’ye karşı kullanılacağı yolunda.
Olayın en trajik yönü, silahlarla dolu vagonun inşaat malzemesi olarak beyan edilmesi ve bu şekilde Kapıköy gümrük kapısından geçmesi. Bu nasıl bir çelişkidir ki, prosedürlere göre, vagon kontrol edilmesi gerekirken, kontrol işlemi yapılmadan Türkiye’ye sokuluyor?
Böyle bir durumda, "iyi ki patlama olmuş da, vagonun içinde silah olduğunu öğrendik" demekten kendimizi alamıyoruz.
Zaman zaman bu köşede gümrüklerde yaşanan içler acısı duruma yer verdim. Koltuk savaşlarının, rant kavgalarının yaşandığı bu kurum, neredeyse iş yapamaz hale geldi. Türkiye’nin sınırları açısından çok büyük bir öneme sahip gümrüklerde, yetkililer, birbirleriyle didişmekten, gerçek vazifelerini yapamaz hale geldiler.
Evet.. Murat bey, anlaşılan, konunun klasik bir polisiye hattâ idari problem olduğunu düşünüyor.. Gümrükçüler, ah o yaramaz gümrükçüler, kendi aralarında didişmese olmaz.. Didişmeği bir kesseler, güvenliğimiz kat be kat artacak..
İşte son durum!
"Türkiye’ye karşı kullanılacağı" iddia edilen bir vagon dolusu silah, tesadüfi şekilde, bir patlama sonucu ortaya çıkıyor. Türkiye’ye giriş yaptığı Van Kapıköy gümrük kapısından hiçbir kontrole tabi tutulmadan geçiyor. Bütün bunlar yaşanırken Ankara’daki gümrük yetkilileri, koltuklarındaki yerlerini sağlamlaştırmak için çareler arıyor!
Bakın onlar koltuk kavgası yaparken, Bingöl’de devrilen trendeki vagondan neler çıkıyor:
"297 atış rampası, 1032 havan topu mermisi, 135 sandık patlayıcı, 762 Kanas marka suikast tüfeği, 54 makineli tüfek, 120 sandık havan mermisi, 775 sandık askeri malzeme, 161 çatı kaplama malzemesi, 50 balya yalıtım malzemesi...".
Gerçekten çok ilginç.. Onca silah ülkeye giriyor --hem de demiryolu üzerinden. Kimse farketmiyor. Bunları her kim böyle demiryolu gibi, son derece riskli bir yolla TC'den geçiriyorduysa, büyük bir ihtimalle, ya çok cesur, ya dünyadan habersiz, ya da başka bir bildiği olmalı..
Seçime 10 gün kala!
Şimdiden renkler belli olmaya başladı, ancak 22 Temmuz’da yapılacak seçimlere 10 gün kala tavırların çok daha netleşeceği kanısındayım. 4.5 yıllık AK Parti iktidarı döneminde, olabildiğince dengeli davranmaya çalışan bazı medya gruplarının, nasıl bir tavır takınacaklarını merak ediyorum doğrusu.
Çok değişeceklerini ben de düşünüyorum.. Daha önce de çok değişmiştiler; şimdi de tekrar çok değişecekler gibi..
Bu işler böyle işler..
Kulislerde, oldukça hummalı çalışmaların yapıldığı konuşuluyor.
Baksanıza, servisler bugünden başladı bile!
Bir devlet lisesinde namaz kılan öğrencilerin görüntülenerek, bu görüntülerin kimi yerlere servis edilmesi bunun en önemli kanıtı. Bu görüntüler, dolaylı olarak birilerini hedef alıyor. Bu görüntüler ve yapılan bu servis, psikolojik savaşın başladığını gösteriyor.
22 Temmuz tarihine yaklaştıkça bu ve buna benzer servislerle daha çok karşı karşıya kalacağımızı tahmin ediyorum.
Orası öyle de, bazı kadrolar da çok acemi.. İl Eğitim Müdürünün bunu sahiplenmesi bir talihsizlik olsa gerek. En azından acemilik.
Servis yapmak konusuna gelince.. Bence değişen çok şey yok. Daha önceleri, 'bir şiir okuduğu için' kahramanlaştırılma sürecine sokulanlar şimdi tersi bir işleme doğru götürülüyor gibidir. Önceki ne derece doğal idiyse bu da o kadar doğal aslında.
Neyse.
Şimdi de iki yazı daha. İkisi de Mahir Kaynak imzasıyla yayınlanmış.
İlki, aşağıda, 'Tesadüf' başlığıyla olanı, yukarıda Murat beyin bahsettiği vagon dolusu silahlara değiniyor.
Güneydoğuda tren yoluna yapılan sabotajda patlamanın trendeki patlayıcılara sirayet etmemesi, sadece birkaç vagonun yoldan çıkmasına neden olması büyük bir şans. Böylece trenin yükü hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olabildik ve yük el değmemiş gibi hasarsızdı. Halbuki uygun miktarda olsa ve uygun zamanda patlatılsaydı sadece bir enkazla karşılaşacaktık. Şansımız yaver gitti ve kimin ne yaptığını öğrenebildik. Gerçi İran tarafı bunun bir komplo olduğunu iddia ediyor ama eldeki deliller aksini söylüyor. Tesadüfler bizden yana. Bütün bu rastlantılarda art niyet aramak, birilerinin projeleri olup olmadığını sorgulamak komplo teorisi üretmektir.
Evet.. gerçekten de büyük bir tesadüf eseri, patlayıcılar filan dolu bir vagon raydan çıkarılıyor, devriliyor fakat vagonda patlama gerçekleşmiyor.
Bu da son derece normaldir. Eğer patlayacak olsaydı, raydan çıkarılması yerine, mesela roket saldırısına uğrardı.
İnsanın aklına herşey geliyor tabii ki.İki gün önce bir radyo programı sonrasında bir dinleyicim 2002 seçim sürecinde iktidarın, seçimi kazansa bile, AKP’ye verilip verilmeyeceği sorusuna ‘ABD’nin bölgede operasyonlar yaptığı bir dönemde İslamcıların iktidarda olması muhalefette olmalarından daha iyidir. AKP’ye iktidar verilecek ve onların operasyonlara desteği sağlanacaktır. Ancak iki üç yıl sonra durumun değişeceğini ve İslamcı iktidarın devrileceğini düşünüyorum’ dediğimi hatırlattı ve süreç konusunda olmasa bile zaman konusunda yanıldığımı söyledi. Acaba şimdi, beklenen sonuç alındığına göre, AKP’ye karşı bir tavır alınabilir miydi? diye soruyordu.
Bu sorunun cevabını bilsem, ah bir bilsem.. :)Bu soru başka bir sorunun cevaplandırılmasını gerektiriyor. Acaba dünyadaki siyasal gelişmeler herhangi bir gücün yönlendirmesi olmadan ve onların projelerine dayanmadan kendiliğinden mi oluşuyor yoksa yönetilen bir dünyada mı yaşıyoruz?
Şüphesiz her şey tüm ayrıntılarıyla planlanamaz ama ana çizgileri bir projenin ürünü müdür? Türkiye’deki tüm siyasi gelişmeler bir ajandanın sayfalarında yazılı mıdır yoksa halkı iradesi temel belirleyici midir?
Dedim ya, bu sorunun cevabını ben de çok merak ediyorum.
Öte yandan, kamuoyu yoklamalarının amacının 'kimin daha popüler' olduğunu, 'kimin daha çok sevildiğini' tespit etmek yerine, 'kimin halka daha iyi pazarlanmış olduğu'nu, 'kimin daha iyi sevdirilmiş olduğunu' belirlemek amacı taşıdığını düşünüyorum..
Bu sözlerim demokrasi karşıtlığı olarak algılanmamalıdır. Ancak halkın iradesini yönlendirecek etkileri kim yapabiliyorsa olayların akışına onun yön verdiğini söylemek istiyorum. Mesela önümüzdeki seçimin sonucunu ya da siyaseti etkileyecek diğer girişimlerin neler olacağını tahmin ederken sadece halkın tercihlerinin değil onları etkileyebilecek eylemlerin de tahmin edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Katılıyorum. Bunu eskiden siyasetçiler yapardı --doğrudan doğruya--, halkın hosşuna gidecek şeyleri söyleyerek. Şimdi ise, basın yoluyla ve yaratılan olaylar yoluyla bunun yapıldığı ortada.
Böyle bir değerlendirme yapmak için Bilderberg toplantısından Putin-Bush görüşmesine, Pakistan’daki iktidar mücadelesine, Çin-ABD ilişkilerine kadar bir çok şeyi içine alan genel bir model kurmak ve Türkiye’yi bu genel tablo içinde değerlendirmek gerekir.
İlginç. İlginç de, bütün bunları bir arada harmanlayacak kaç beyin var bu ülkede? Ya da dünyada?
Önümüzdeki dönem için tahminim şöyleydi: İki farklı yol izlenebilir. Ya AKP’nin yerine başka bir parti getirilir ya da AKP kendi içinde değiştirilir. Bu değişim zannedildiği gibi inanç ve ideoloji ekseninde olmayacaktır ve güç odaklarının böyle bir problemi yoktur. Ancak dünyadaki küreselci eğilimin dışına çıkarılması beklenebilir ve bu sonuç parti içindeki güç dengelerindeki değişmeye bakılarak anlaşılır.
Evet.. Acaba Gül'ün seçilmeyişi, Abdüllâtif Şener'in de aday bile olmayışı bunlarla alâkalı mıdır
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın renkli devrimlerden ve ülkenin içeriden fethedilmesinden söz ettiğini duyunca bu konudaki öngörülerimin doğru olduğunu düşündüm. Ortada dolaşan söylemlere bakmayın. Asıl sorun ülkemizin dünya ölçeğinde hangi gücün yanında yer alacağıdır.
Eğer o sözler bir ipucu ise, hangi tarafa meylettiğimizi azıcık kestirmek mümkün galiba
Neyse.
Üçüncü ve sonuncu yazı da bu. 'Farklıyız' başlığıyla yayınlanmış.
ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in Bilderberg toplantısı nedeniyle ülkemize gelişi ve sözleri bir magazin haberi kadar bile ilgi görmedi. Siyaset seçim hazırlıkları, partilerin birleşmesi ya da işbirlikleri düzeyinde konuşuldu. Dış politika, terör eylemleri, askerlerimize yönelik tacizlerin gölgesinde şekillendi.
Oysa Kissenger dünya dengelerinden ve ülkemizin burada oynayabileceği rolden söz ediyordu. Bu konuda ne farklı bir model ne de kabule işaret eden bir tavır sergilendi.
Mesela eğer AB üyeliği gerçekleşmezse boşluğun ABD ittifakı ile doldurulabileceğini söylüyordu. Bu söz bile üzerinde ciddi tartışmalara yol açması gereken bir yaklaşımdı. Kissenger AB ve ABD’nin iki farklı adres olduğunu söylüyordu ve bizim yıllardır AB üyeliğimizi ABD’nin desteklediği biçimindeki ikisini birbirinden ayrı görmediğimiz anlayışımızla çelişkiliydi.
Değil mi? Daha önceleri, AB ile ABD arasında, coğrafya hariç, pek bir fark yoktu diye biliyorduk. Hatta, demokrasiler arasında temelden çekimelerin olamayacağını da duymuştuk..
Zor sorular..Çin için ya anlaşırız ya da savaşırız sözlerinin ne anlama geldiği, hangi konuda bir uzlaşma istendiği, savaşın sebebinin ne olacağı bilinmiyordu. Acaba uzlaşma ya da ihtilaf Uzak Doğudaki nüfuz bölgeleri için mi yoksa uygulanacak ekonomik politikalarla mı ilgiliydi?
Karşılaşılan problem, geçmişte olduğu gibi, coğrafya üzerinde miydi yoksa dünyadaki mücadelenin sebepleri aynı olmakla birlikte, kullanılan araçlar mı değişmişti? Yani ekonomi artık arka plandaki bir sebep olmaktan çıkıp bir savaş aracı haline mi gelmişti? Çin ile ABD arasında bir çatışma çıkarsa cephede askerler mi görecektik yoksa ekonomik araçlar bir silah olarak mı kullanılacaktı. Eğer böyleyse Çin ne yapabilir ABD nasıl karşılık verirdi?
Çin ile ABD'nin savaşabileceğini, bu ihtimali bile şu sıralar kim düşünebilirdi..
Rusya ile bir yakınlaşmanın tarihi tersine çevirmek olacağını söylüyordu. Bu Rusya’ya karşı bir tavır olarak mı algılanmalıydı yoksa iki tarafın üzerinde uzlaştığı bir denge modelinin sonucu muydu? İkinci Dünya Savaşı’nda müttefik olan bu iki ülkenin Dünyayı paylaştıktan sonra iki hasım haline gelmesine benzer bir durum mu vardı yoksa henüz bu paylaşım gerçekleşmemiş miydi?
Gerçekten.. 'Hangi tarih'i tersine çevirmek.. 11 Eylül'ü mü yoksa Yalta'yı mı kastediyor acaba?
Türkiye siyaseti dünya ölçeğinde ve stratejik boyutta düşünmemeye kesin kararlı gözüküyordu. Davranışımız etkilere tepki göstermek şeklinde özetlenebilirdi. Sarkozy’den Barzani’ye kadar değişen çizgide kim ne beyanat verirse onu kendi süzgecimizden geçiriyor, olumlu bulduğumuzu alkışlıyor, beğenmediğimize tepki gösteriyorduk. Olumluluk ya da olumsuzluğun kriteri de belli değildi.
Ama, bizim 'olumluluk kriteri'miz hep bellidir: Birisini seviyorsak, ne derse desin, biz ona toz konduramayız. Biz, herbirimiz, gönül insanlarıyız. Bizim yüzümüze gülsünler yeter.. ağzımıdan değil ekmeğimizi, canımızı bile alsalar gıkımız çıkmaz..
Ancak bizim için asıl önemli olan ekonomiyi siyasetten bağımsız görmek, sermaye hareketlerinin sadece ekonomik hesaplar sonucunda yönlendiğini düşünmektir. Yani, eğer teşhisim doğruysa ve ekonomi bir mücadele aracı olarak kullanılıyorsa, izlediğimiz ekonomik politika hem ittifaklarımızı hem de bu mücadelede sahip olduğumuz gücü gösterir. Bizim politikamız tarafsızdır, sadece ekonomik gerekçelerle hareket ediyoruz biçimindeki sözlerimiz kabul edilmez. Ayrıca iç politikadaki yakınlaşma ve ayrışmalar bu açıdan değerlendirilirse görünenden farklı bir tabloyla karşılaşılır. Sağla solun birbirine karıştığı bir ortamda, insanlar farkına varmasa bile, başka bir kritere göre saflarını yeniden belirliyorlar.
Geçenlerde bir AB uzmanıyla sohbet etmiştim; o da aşağı yukarı bunları söylüyordu. Türkiye'de iktisatçıların abesle iştigal eylediklerini, asıl ilgilenmek gereken şeyin dış siyaset olduğunu söylüyordu --gerekçelerini de sıralayarak.
İç siyasetimizin de, ekonomimizin de, dış dünyada, bizim üzerimizde (çünkü biz ilgilenmemekte ısrar ediyoruz) cereyan eden bir siyasette belirlendiği kanaati bende de aşağı yukarı pekişiyor...
Fakat, sorun, o platformun ne olduğu ve ne dediğini iyi dinleyebilmekte galiba...
Büyüyünce inşallah onu da yapacağım..
Ama, fırsat vermiyorlar ki.. İnsanın kafasını karıştıran karıştırana.. Buyrun size bir örnek:
Eski Cumhuriyet Savcısı Gültekin Avcı ile yapılmış bir söyleşi. Orjinali 'Gerçek Hayat' isimli bir dergideymiş.
Şimdi.. alt alta iki paragrafta neler deiğine bir bakar mısınız?
Karışıklıklarda ABD'nin payı var mı?
Ankara ve diğer kentlerdeki bombalamaların arkasında ABD'nin olmadığı görülüyor. Çünkü ABD muhtıraya karşı tavrını koydu. Genelkurmayın Kuzey Irak'a müdahale fikrine de fevkalade karşı. Hükümet ise Kuzey Irak'a askeri müdahale konusunda Genelkurmay kadar aceleci ve net bir tutum sergilemedi. ABD bu konuyu AKP ile çözüme ulaştırabileceği kanaatinde. Bu değerlendirmede İsrail istihbaratını ve bizim derin illegal unsurları bombalamaların faili olarak düşünmemiz isabetlidir.
Evet.. ABD'nin parmağı yokmuş bu olaylarda. Nedenmiş? Çünkü ABD muhtıraya karşı tavrını koymuş (bunu ne zaman yaptıysa artık; çünkü, benim duyduklarım pek de o yönde değildi). Dolayısıyla, bu işleri yapsa yapsa bizim illegal derin devletimiz yapmış olmalı... o anlama geliyor.
Peki de, bir de şu paragrafa bakalım --hemen sonraki paragrafa yani
Fakat Başbakan, Kuzey Irak'a müdahale konusunda Ordu'ya inisiyatif tanıdı.
Müdahale konusunda ABD yeşil ışık yakmadan, bölgedeki Kürt yönetimiyle asgari seviyede işbirliği sağlanmadan gerçekleştirilecek bir askeri harekâtın kesin başarı elde etmesi zor. Buna rağmen Tayyip Erdoğan'ın, "Genelkurmaydan bu yönde bir talep gelmesi halinde, hükümetin bu yönde bir karar alabileceğini" ifade etmesi hatalı bir çıkıştı. Seçim arifesinde, askere Kuzey Irak'a askeri müdahale talimatını veren bir Başbakan, seçim şansını zora sokuyor demektir. Eğer ABD, AKP'yi gözden çıkardıysa durum farklı tabii. ABD önümüzdeki süreçte bir koalisyon veya bir ihtilalle, Genelkurmayla olan problemlerini çözebileceğini düşünüyorsa, AK Parti'yi ekarte edebilir. O zaman şimdiki durum için; hem ABD ve İsrail'in istihbarat operasyonları hem de Türk illegal derin devlet unsurları devrededir ve önümüzde genel bir Şemdinli manzarası vardır dememiz gerekir.
Eveeet.. Anahtar cümle galiba "Eğer ABD, AKP'yi gözden çıkardıysa durum farklı tabii".. İyi de, bu analizi yapmaksızın onca lâfı etmek de ne oluyor?
Kafa karıştırmak değilse ne?..