Ayıplı dostlar ve sopayla kovalamak..
Aşağıdaki yazı, Mevlevi neyzen Kudsi Erguner ile yapılmış söyleşidir; Fatih Vural imzasıyla 11 Haziran 2007 tarihli Aksiyon dergisinde yayınlanmıştır. Yazının biçemini değiştirdim, içeriği aynıdır.
Bence okunması, iyi okunması, gereken çok şey var bu söyleşi metninde. Aklıma gelen bazı şeyleri not düşeceğim, ama araya girerek değil, söyleşinin sonundan sonra..
Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi'nin doğumunun 800. yılı nedeniyle Kültür Bakanlığı'nın düzenlediği sempozyumda en ilginç sunumlardan birini yaptınız: "Türkiye'nin modernleşme sürecinde değişen Mevlevilik."
İnsanın içinde olduğu bir şeyi tenkit etmesi zor. Ben bunun hem içinde hem dışındaydım. Biraz paraşütle indim sempozyumun içine. Orada çok sivri konular da konuşuldu.
Tarikat pirlerinin Mevlânâ'yı okuması güzel de, şu anki sorunun temeli, modern Türkiye'nin Mevlânâ'yı kendine nasıl adapte ettiği. Modern Türkiye'de Mevlevilik olabilir mi, olamaz mı? Bunlar önemli sorular.
Orada hep dün konuşuldu; hâlbuki tasavvufun temeli, 'o ân'ı dinlemek. Bugünü iyi yaşayabilmek için dünü de iyi yaşamak lazım. Biz dünü iyi yaşayamadık. Bugün ciddi bir kişilik problemi var Türkiye'nin.
Herkes ekonomik meselelerden bahsediyor. İnsanın parası olmaz; ama bir şahsiyeti olur. En çok intihar, ekonomik refahın en fazla olduğu İsveç'te oluyor. Dünü anlamak bize yardımcı olabilir; ama bu sempozyumlarda anlaşılmıyor.
Bahsettiğiniz travma, Cumhuriyet'in Osmanlı'ya karşı reddiyeye uzanan bakış açısından mı kaynaklanıyor?
Reddetmeniz için geçmişe sahip olmanız gerekir. Ama üç, dört nesildir Türkiye'nin insanı ona sahip değil.
Bizim sorumuz, 'Dünümüzden bugüne yarayacak bir malzeme bulabilir miyiz?' olmalı. Mevlânâ da bunlardan bir tanesi.
Fakat 'dün, bugünden daha iyidir' kavgasına girince, faydası olmuyor. O zaman Mevlânâ'yı anlamaya çalışmıyor, bir polemik çıkarıyorsunuz.
Sempozyumda herkes ney hakkında konuştu. Ama o günün akşamı, Çırağan'daki yemekte, ney hakkında konuşan insanların hiçbirisi neyi dinlemedi.
Yaşamadıkları bilgiyi taşımalarının, Mevleviliğe ters düştüğünü söylüyorsunuz.
Evet. Hazreti Peygamber, "Faydalı olmayan ilimden, sana sığınırım Allah'ım." der. Bu bilgiler kullanılmadıkça faydasız.
Vaktiyle bir tarikat şeyhine sormuşlar: "Fakrın manasını bize anlatır mısın?" Hiç cevap vermeden gitmiş. Birkaç saat sonra fakirlik üzerine bir nutukla geri gelmiş. Demişler ki, "Bu soruyu soralı onca zaman geçti. Neden şimdi cevap veriyorsunuz?" "Siz, bu soruyu sorduğunuzda benim cebimde biraz para vardı. Böyle bir hâlde fakirlikten bahsedemezdim. Bu parayı tasadduk ettim, geldim. Şimdi konuşuyorum." cevabını vermiş.
Tasavvuf, bir hâl meselesidir. Yoksa nakledilen bilgiden bir şey çıkmıyor. Mesnevi'de bir yerde Mevlânâ hazretleri, "İsa'nın söylediği sözü sen söyle, bir işe yaramaz. Çünkü ona İsa'nın nefesi lazım." diyor. Sözün doğruluğu değil, söyleyenin doğruluğu önemli. Türkiye'nin ihtiyacı da bu.
Fransa'da yıllardır yaşayıp, Mevlânâ düşüncesinin Batı'daki filizlenmesinin tanığı olarak, nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz?
Bunu Batı, Doğu diye düşünmemek lazım. Bir insan, Kuran'ı kendini düzeltmek için de okur, kendini teyit etmek için de... Mesnevi de aynı. Din, bence insanın kendini düzeltmesi için bir nasihattir. İnsanların çoğu ise kendini teyit etmek olarak görüyor.
Bugün herkes diyor ki, "Vaav, Mevlânâ'nın kitapları ABD'de best seller olmuş." Peki, o tercümelere hiç baktınız mı? O kitaplar, en çok Kaliforniya'da satılıyor. Niye? Çünkü Divan-ı Şems-i Tebrizi'yi sümme hâşâ, iki homoseksüelin arasındaki geçen aşkın şiiri diye okuyorlar. Los Angeles'a gittiğiniz zaman toplumun yüzde 60'ı homoseksüel. Öyle takdim ederseniz, öyle okurlar.
Kendilerini teyit ediyorlar...
Tabii, nasıl ki Türk insanı da aynı şekilde okuyorsa, hatta okumuyor da! Sempozyumda tevhid örneğini verdim.
Mevlânâ, birleşelim dedi! Birleşmeden kasıt nedir? Tevhid. Tevhid'den kasıt nedir? Allah'ın birliğini bilmek. Yalnızca bilmek değil, onunla yaşamak. Biz buna muvahhid diyoruz. Mevlânâ bundan bahsediyor. Birleşelim demiyor ki! Bu parti sloganı değil ki!
Kitabınızdaki üsluptan hareketle, doğru bildiğini esirgemeyen yanınız öne çıkıyor. Yaşananları içinize sindiremiyor musunuz?
Türkiye'nin problemlerinden biri de kolun kırılıp yenin içinde kalmasıdır. Yanlış gördüğünüzü söylemediğiniz müddetçe o yanlışlar devam eder.
Eflaki Dede'yi okuduğunuzda Hz. Mevlânâ'nın Sadrettin Konevi ile mücadele ettiğini görürsünüz. Bazı insanlar, diğerlerine misal olma durumunda. O zaman karşınızda binlerce kişi oluyor. Böyle bir insanın yanlışlarını tenkit ettiğiniz vakit, bu bir sevap.
Bakın bir misal vereyim. Şimdi Mevlevi şeyhi diye ortalıkta dolaşan Hasan Dede diye biri var. Bu adama, Mevlevi semahının nasıl olduğunu bizler öğrettik. Ömründe hiç Mevlevi semahı görmemiş bir adam. Niye? Üsküp'ten gelmiş, çocukluğunda Üsküp Mevlevihanesi'ni görmüş.
İtibar ettik adama. Üç gün sonra şeyhliğini ilan etti. Ama adamın yaptığı yanlışlıklar var. Bana geliyor, "Mevlevilikte namaz kılınmaz. Bu nerden çıktı?" diyor. Bunun yalan olduğunu söylemezseniz, buna iştirak edersiniz. Mesela, bir hafız arkadaşı davet etmişler, onun meclisine. Kur'an'a başlarken Euzü Besmele çeker çekmez, "Bizim aramızda şeytan yok." demiş.
Bunun bir eşeklik olduğunu söylemezsem, ben de eşeğim.
Çok farklı Mevlânâ algıları oluşmaya başladı. Oryantalist söylemden beslenerek Mevlânâ'yı hümanist, panteist hatta şaman olarak gören anlayışlar var...
Doğrusunu söyleyince, sen yobaz oluyorsun. Mevlânâ'nın kendi sözlerini oku, böyle şeyin olmadığını görürsün.
İslamiyet'ten bağımsız bir Mevlânâ'dan bahsedilebilir mi?
Mümkün değil. Olur mu öyle şey?
Tarikatların hepsi gemi gibi. Bunların denizi de din. Din olmasa nereye gideceksin? Tarikatın temeli İslam. Mevlânâ'nın sözlerinde Müslüman olmayanlara da yarayacak şeyler var. Çünkü İslam'ın bir manası var, bir de ameli var. O söylenen sözler İslam'ın manası. Bazı insanlar o manayı düstur edindikleri takdirde farkında olmadan Müslüman da olabilirler.
Peki, Müslüman olmadan Mevlevi olunabilir mi?
Bir insan kimi severse ona benzer. Mevleviliği seversen, Mevlânâ'yı seversin. Mevlânâ'yı seversen, Resulullah'ı seversin. Resulullah'ı seversen, Müslüman olursun.
Mevlânâ'ya yüklenen şeyler, toplumun görmek istediği şeyler. Mevlânâ değil, o.
Bugün gelseydi, bütün söylenenleri dinleseydi, hepsini sopayla kovalardı.
Mesnevi'yi Fransızcaya çeviren Eva Meyerovitch bir gün bana dedi ki, "Mesnevi'de açık hikâyeler var. Bunları yazmaya utanıyorum. Bunları Latince yazacağım." Dedim ki, "Eva Hanım, bunu Hz. Pir söylediyse düzeltmek sana düşmez. Belli ki bir maksadı var."
Beni dinlemedi, o sözleri Latince koydu. O sözlerin arkasında gayet güzel manalar vardı. Utanacak ne var!
Bakın, eğer Avrupalılar ilgilenmeseydi, Mevlânâ bugünkü konumuna gelmezdi. İslam'ı da bize Avrupa öğretsin diye bekliyoruz. Hâlbuki tam tersi olmalı. İnternete girin, ne saçmalıklar bulacaksınız.
30-40 senedir, her gece en az 10-15 sayfa Hz. Pir'in eserini okuyan bir adamım. Eşim bana "Evlendiğimizden beri aynı kitapları okuyorsun." der. Böyle biri olarak eminim ki Mevlânâ hakkında söylenenlerin yüzde 90'ı yanlış ve kasıtlı.
Mevlânâ imajı, neden kolay kullanıbilecek bir figür olarak üretildi?
Birincisi, Mevlânâ Farsça söylemiş.
Bugünkü İran halkı, bizde olduğu gibi ulusal bir dönemi yaşamış. Mevlânâ'yı da bir millî şair yaptılar. Dolayısıyla İranlıların Mevlânâ'yı gerçek hâliyle anlamaları mümkün değil.
Arap âleminde pek bilinmese de, Fars dilinin etkisi altında kalan yerlerde sürekli okunan bir zat. Ve hepsinde ayrı algılanıyor.
Biz ve bütün dünya, tarik-i Avrupai'ye mensubuz. İslamiyet'te reform diyorlar ya, bunları ancak bu tarikatta yer verebildiğiniz sürece yaşatabiliyorsunuz. Hâlbuki bunların bir alternatif olması lazım.
Yani "Bir de böyle medeniyet var." demek lazım. Batı'nın da böyle bir alternatife ihtiyacı var. Türkiye'de Avrupalılaşmış insanların da...
Onlara, Mevlânâ'yı kabullendirerek iyi yapacağımızı sanıyoruz.
Nasıl?
Onlara benzeterek. "Mevlânâ, Müslüman değil, filozoftu." diyeceğiz.
Bunu musiki için de yapıyoruz. Makamlarla bestelenmiş musikimiz çok sesli yapılmaya çalışılıyor. Avrupalılarınkine benzesin diye... Yoksa geri kalacak!
Avrupa'da oryantalizm bitti. Şimdi kendini Mevlevi şeyhi ilan eden ABD'li Yahudiler, İsviçreli insanlar var. Kendilerine Mevleviliği ileri götürmek gibi bir misyon edinmişler.
Bugün oryantalist biz olduk. Kendi değerlerimize egzotik bakıyoruz.
'Ayrılık Çeşmesi' adlı kitabınızda yaptığınız bir yorum dikkat çekici: Mevlevilik yordamına uydurulsun diye 'şeriat, tarikat, hakikat ve marifet' dörtlemesinde şeriat en baştan en sona taşındı.
Eskiden insanlar mensup olduğu tarikatın, şeriata uygunluğunu ispatlamak zorundaymış. Bugün ise tersini yapıyoruz. Oraya ait olmadığını, çağdaş medeniyete ait olduğunu ispatlamaya çalışıyoruz.
Ne şeriata, ne moderniteye ait olduğunu ispat etmeye gerek yok. Mevlânâ öyle bir şahsiyet ki, herkes onda kendini görebiliyor.
Türkiye'de tarikatlar zaten kapalı. 1925'ten 1970'lere kadar kimse tarikatı düşünemiyordu. Özal'dan sonra ruhani enflasyon başladı. Mevlevi oldu, sufi oldu.
Ama olma iddiası dışında, olma hâli de başlasa keşke.
Şu anda bir Mevlevi tarikatı yoktur ve kimse bir mensubiyet iddia edemez.
Mevlânâ'ya bağlı olabilirsiniz; ama Mevlevi tarikatına bağlı olamazsınız.
Peki bundan sonra böyle bir mensubiyet oluşturulabilir mi?
Katiyen, mümkün değil.
Çünkü bir silsile meselesidir tarikatlar.
Silsile Hz. Ebubekir'e ya da Hz. Ali'ye, oradan da Peygamber Efendimiz'e dayanacak. O zincirin halkası üç nesildir koptu.
Bu, bir seyr-i süluk, yani insanın yetişmesi meselesidir. Onu görmesi için de tarikatların açık olması lazım.
Seyr-i süluk gören insanlar 50'li, 60'lı yıllarda öldüler. Mevlevi tarikatı, Osmanlı toplumunda en elit sınıfın tarikatıdır. Baktığımız vakit, bu insanlara en son misal Ahmet Avni Konuk'tur. Hafız olmuş, İslamî ilimleri öğrenmiş, Farsça öğrenmiş, musiki öğrenmiş, Mesnevi öğrenmiş, hepsinden icazet almış. Ölümü de 1938.
Osmanlı toplumunun Batılılaşması sürecinde o elit de Batılılaştı. Bunun içinde Mevleviler de var.
Yenikapı Tekkesi'nin şeyhi Osman Dede, mesela yobazlara kızıp, İttihat ve Terakki'nin adamı oluyor. İlerici, çağdaşlaşmayı savunan bir adam.
Başka bir şeyh, Mevlevi ayinine piyano konmasını istiyor. Onlar elit insanlar ve Avrupacılık, Osmanlı elitinde var.
Dolayısıyla kopukluk Cumhuriyet'in öncesinde başlamış. O kopukluğa rağmen, tekkeler olduğu için bir usul, erkân var. Bir gelenek yaşıyor. O kapıyı kapattığınız anda yetişen insan da açıkta kalıyor.
Tekkeler kapatılınca, elit kitlenin marjinalleştiğini iddia ediyorsunuz...
Bir kısmı marjinalleşti.
Din gerçekten de folklora mı indirgendi?
Hıristiyanlığa mensup insanlar, Hz. İsa'yı misal alarak yaşıyorlar. Hz. İsa bir insanın tabii ihtiyacı olan şeylere meyletmemiş. Hıristiyan papazların hayali de İsa gibi olmak. Toplumun dışında yaşıyorlar. Hiç kimse, başı örtülü bir rahibeye "Aç başını." demiyor. Bir dünya hayatı var ve din de bu hayatın dışında.
Bizim dinimiz ise bunu ayırmıyor. Doğru olan da bu.
Batı'da olunca dindar, bizde niye hayatın dışına itiyorsun?
Laik olmak ve olmamak, din ve dünyayı ayırmaktır esasında. Din ve devleti ayırmak değil.
Hâlbuki bizde din ve dünya aynı. Müminlik, hayatın her anını inandığın üzere yaşamak içindir. Dünya, ahiretin tarlasıdır.
Ama Hıristiyanlıkta dünya ayrı, din ayrı. Laikliği din ve devlet arasındaki ilişki gibi görmek, devletin bütün dinlere eşit bakmasını gerektirir. Bu mümkün değil. Çünkü bizde devlet, "Dindar isen git başka yerde yaşa." diyor.
Fransız tipi laiklikte ise bu tam tersi. Maksadı, devleti din ile kurmamak, dini de devletle zedelememek. Bunun temeli de din ve dünyanın Hıristiyanlıkta birbirinden ayrılmış olmasıdır.
Mevlevi müziği için de 'Folklara mı indirgendi?' diye soracağım; ancak 'sufi müzik' terimini kabul etmiyorsunuz...
Sufi müzikte, dinleyenin de sufi olması lazım. Dinlerken sufilerin zevk duyduğu müzikten bahsediyoruz.
Mevlevi müziği, klâsik Osmanlı müziğinin zirvesindedir. Farsça bestelenir. Osmanlı klâsik müziğinin en büyük formu kârlardır. Itri'nin Nevakâr'ını çalarsanız bugün 15 dakika sürer. Ama öyle bir eser besteliyorsunuz ki bir saat sürüyor. Büyük bir kompozisyon bu.
Bir zamanlar insanlar bunu dinlerken zevkleniyorlar idi. Şimdi semayı soruyorsunuz, 'gökyüzü' diyorlar.
Sema, 'dinlemek' demektir Arapça. 'Semi'ül-basir' diyoruz ya!
Yani dinlediğin zaman aşka, cûşa geleceğin bir musiki olması lazım.
Adam bütün gün Sezen Aksu dinliyor, ayin yaparken de İsmail Dede dinliyor. O zaman onun cûşu da olmuyor, vecdi de...
Musikinin vecde getirmesi lazım. Mevlevi geleneğinde buna 'tevacid' deniliyor, yani vecde davet. Bu olmayınca, folklor oluyor.
Devletin bu alanda müdahil olmasına nasıl bakıyorsunuz?
Devlet, Moğol ordusu gibi geçtiği yeri kurutuyor.
Bazı insanlar, Kültür Bakanlığı'na sığınıp duruyor. Keşke böyle bir kurum olmasa...
Bu halkın kendi hâlinde gelişmeye ihtiyacı var. Kültürel, dinî hayatta, devletin yönlendirme fonksiyonu olmamalı. Uhrevi duygular devletin işi değil.
Ben, Türk halkının aptal olduğuna inanmıyorum. Ama aptallaştırılmış bir toplum olduk. Bundan da kurtulmak mümkün.
Şimdi camilerde faksla hutbe okuyor adamlar. Böyle şey olmaz. Devlet, cami imamına ne söyleyeceğini nasıl dikte eder? Bir paranoya bu.
Neyde bir Erguner ekolü var. 'Kutbün nayi' sayılan dedeniz Süleyman Erguner, babanız Ulvi Erguner, siz ve kardeşiniz Süleyman Erguner.
'Kutbün nayi' kavramını bizim birader icat etti. Ben ona tamamıyla karşıyım. Çünkü öyle 'kutbün nayi' gibi bir tarafı yok. Kardeşim kitabında yazmış, neyzenler üçe ayrılır diye. Kardeşim de yazsa, böyle bir gelenek yok. İnsanlara öyle mertebeler verilmez. Benim dedem iyi bir neyzendi. Hepsi bu.
Kardeşiniz Süleyman Erguner'in sizden dedenize kadar uzanan çizgide yetişmediğini söylüyorsunuz...
Evet; ama onun tavrı da bizim tavrımızdır. Aynı gelenek devam ediyor. Hocaları farklı da olsa, aynı üslupta çalıyor.
Sizi o geleneğin bir temsilcisi olarak görmemesine ne diyorsunuz?
Şahsi meselelerle başka şeyler karıştırılıyor.
Erguner ekolüne 'tekke ekolü' adı verebilir miyiz?
Bu da büyük bir yalan. Bunu bizim birader icat etti. Mevlevi geleneğinde neyin iyisi, kötüsü diye bir şey yok. Son devrede yaşayan üç büyük neyzen vardır. Bir tanesi Hayri Tümer'dir, bir tanesi rahmetli dedemdir, bir tanesi de Halil Dikmen'dir. Hayri Tümer'in tavrı, Neyzen Tevfik'te de gördüğümüz gibi çok eskide çalınan ney tavrıdır. Süslemeli, hareketli nağmeler yapar. Dedem bunu daha uzun seslerle icra etmiş. Halil Dikmen, Avrupa'ya gitmiş. Bakmış insanlar vibrato kullanıyor, onu neye tatbik etmiş. Kendi zevkine uymayana kötü demek doğru değil. Ben, Mevlevilikle ilgili konularda insanları tenkit ederken, doğrunun sana, bana göre değişmeyeceğini esas alıyorum. Biz musikiden bahsediyoruz, insanların zevklerinin farklı olması normaldir. Bu da bir zenginliktir.
Ergunerlerin çalış karakteri için ne diyebiliriz?
Makamda seyir dediğimiz çok uzun sesler kullanmış dedem. Vibrato kullanmamış.
Dedeniz, İstanbul Radyosu'nun ilk neyzeniydi. Ardından da İstanbul Radyosu Türk Müziği Bölümü'nün müdürlüğünü yapan babanız geldi. Bu bağlamda, koro mantığının usulü yok ettiği gibi önemli bir saptamanız var. Halktan ve tarihten kopuk bir koro anlayışından dem vuruyorsunuz.
Devlet bundan elini çekse de çekmese de, musiki kalmadı ki!
Türk sanat müziğinin bugüne gelme sebebi, Avrupalılaştırılabilme ihtimalinin sürmesidir.
Hâlbuki bizim klâsik müziğimiz, Mesut Cemil Bey'in, Nevzat Bey'in (Atlığ) korosuna ait değildir. Bu, Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupalılaşma çerçevesinde oluşturduğu bir estetik.
Eskiden fasıl diye bir form vardı. Peşrev çalınacak, kâr çalınacak, ağır semai çalınacak, aksak semai çalınacak, yürük semai çalınacak falan... Ve kârlar mutlaka Farsça sözlerle olacak.
O formda bir musiki nasıl okunuyor? Buna biz cumhur okuma diyoruz; yani beraber okuma. Bunda aranılan illa çok homojen bir şeyi yakalamak değil. O nedenle Osmanlı müziği 'heterofonik' bir müziktir. Tek sesli değil, çok sesli de değil.
Nevzat ve Mesut Bey'in korosu, bunu homojen bir hale getirdi. Coşkuyu, zevki, heyecanı kaldırdı. O zaman da zaten bir şey kalmadı. 'Ah nideyim' derken öyle bir 'ah' edeceksiniz ki dinleyen de bir 'ah' edecek.
Aynı şey tasavvuf müziğinde de var. Ahmet Özhan'ın, Ankara'da Ahmet Hatipoğlu'nun yaptığı tasavvuf koroları var. Bunlar, smokinli tasavvufçular. Bence, devlet korolarının yaptığının daha kötüsünü yapıyorlar. Çünkü ilahiler, küçük melodiler zaten.
Bunu 90 kişilik koroyla okumanın âlemi yok. Okuyacaksan tekkedeki coşkuyla oku.
Ney çaldığından ötürü radyoda kovulmaktan beter edilen bir çocuk olarak geleneksel müziğin dışlanmasını bizatihi yaşadınız...
Bunu son zamana kadar yaşadık. Dedem, 1945 senesinde Itri'nin Segâh Ayini'ni radyoda enstrümantal olarak çaldığı için, vali telefonla programı kapattırıyor. "Ayin çalıyor, bu herif." diye...
63 senesinde rahmetli babam, İstanbul Radyosu'nda ilk defa ramazan programı yapıyor. İlahiler okutuyor. Okuttuğu ilahiler Zekai Dede'nin, İsmail Dede'nin okuttuğu o şatafatlı eski ilahiler. Mahkemeye verildi devlet tarafından. Muammer Sun, o zaman TRT Müzik Daire Başkanı. Üç ay mahkeme sürdü, zabıtlar bende duruyor.
Sonra, UNESCO, Konya'da icra edilen ayinin bandını Türkiye adıyla yayımladı ki babamın yaptığı plaklardan biriydi. Nevit Kodallı, bu plağı yayımladı diye UNESCO Daire Başkanı'na hakaret ediyor.
Sonra benim bir plağımı yayımladı UNESCO, aynı hakareti yedim.
Bir plağım çıktı, 75 senesinde. O zaman Kültür Ataşesi olan Melih Cevdet Anday'a hediye ettim. Adam bana üç saat nasihat etti, "Böyle saçma sapan şeylerden kendini kurtar." diye.
Sonra arkamızı bir döndük, herkes Mevlevi olmuş!
1937-38 yıllarında geleneksel Türk müziği yasaklanıyor. 50'lerden sonra Suphi Ezgi, Saadettin Arel, Rauf Yekta Bey, Osmanlı müziğini notaya dökmeye başladılar. Saadettin Arel, Mesud Cemil, Nevzat Atlığ gibi isimler de bu müziği devlete kabul ettirme çabası içine girdiler. Devletin Osmanlı müziğiyle yüzleşmesi sancılı oldu mu?
Nevzat Atlığ'ın bir anısını okudum Hürriyet gazetesinde. Çok güldüm. Nevzat Bey adına da utandım. Kenan Evren bir konser istemiş. Nevzat Bey'in korosunu dinlemeye gidiyor. Konser bitince Evren, "Ya öldürdün bizi doktor." demiş. "Bir daha neşeli bir şeyler yapın."
Bir konser daha olmuş, çıkmadan diyor ki Nevzat Bey, "Çocuklara söyledim, atış serbest." Sonraki ifadeleri şu: "Rahat çaldılar, pek de güzel oldu. Paşanın da hoşuna gitti."
Burada çok önemli şeyler çıkıyor ortaya. Müzisyenleri dizginlediğini kabul etmiş oluyor. Demek ki kendi kabahatini kendisi ikrar etmiş oluyor.
İkincisi, devlet kabul ediyor; ama pek de zevk alıyor. Üçüncüsü de, devlet 80'lerden sonra "Oynak bir şeyler çalın." diyor.
Eski ve yeni dil arasındaki makas açılırken, eskinin müziği nasıl anlaşılabilir?
Okuyan da anlamıyor, anlasa doğru düzgün telaffuz edecek.
Uzun heceleri açmıyor, telaffuzu olmadığından. Bir yandan müzikal, bir yandan kültürel problem.
Kimse açıp da Baki'nin, Nebi'nin Divan'ını mı okuyor? Batı klâsik müziğinde adam, yüzyıllar önce Versay Sarayı'ndaki bir balo için bir müzik bestelemiş. Bugün Versay Sarayı'nda aristokratlar balo mu veriyor? Şimdi olmayan bir dans için 'menuet' besteliyorsunuz.
Demek ki bu, yaşamayan bir kültürün prestiji hâline gelmiş. Niye? Çünkü Avrupalı kendi kültürüyle iftihar edebiliyor.
Biz "Osmanlı kültürünü yaşatacağız." diyoruz. Yaşatamazsın, yok böyle bir şey. Bitti.
O zaman ne yapıyorsun? Halka indiriyorsun, ilahiyi oyun havası gibi çalıyorsun. Sıkıcı diye besteleri atıyorsun, Osmanlı'nın son zamanlarında bestelenmiş zıbıdık şarkıları okuyorsun.
Bir popülerleştirme hareketi var ki, o da müziği aşağıya indiriyor.
Büyük şehirler her zaman rafine bir kültür üretmiştir. Bunun en güzel örneği Necdet Yaşar'dır. Antepli bir bağlamacı... Ama İstanbul'a geliyor, tanburi Necdet Yaşar oluyor. Fahrettin Çimenli'yi tanıdığımda bizim komşuya bağlama dersine geliyordu. Ama Fahrettin Çimenli, tanburi oldu.
Bugün öyle değil. İstanbul'un tanburisi şimdi bağlama çalıyor. Tersine döndü.
Dar'ül Elhan'da bir tasnif heyeti kuruluyor. Zekai Dede'nin oğlu Ahmet Efendi, Rauf Yekta Bey, Saadettin Heper'in üstlendiği görev Mevlevi ayinlerini, ilahileri, naatları tasnif etmek. Rauf Yekta Bey'e diyorlar ki "Üsküdar'da Gülşeni Tekkesi'nde natı şu şahıs biliyor. Yanına git ve kayda al." Adamı buluyor, "Ben Rauf Yekta, siz o dönem okunan şu natı bilir misiniz?" diye sorunca, adam "Yok efendim, bu da nereden çıktı?" diyor etiketlenme korkusundan. Ve adam ikna edilemiyor.
Bir, iki sene önce orkestra şefi Cem Mansur'la birlikte bir gazeteye röportaj veriyoruz. Cem Mansur dedi ki, "Biz, Atatürk istediği için var olan bir müziğin temsilcileriyiz." Sonra bana sıra geldi, ben de dedim ki "Biz de Atatürk 'olmasın' dediği halde var olan bir müziğin temsilcileriyiz."
Avrupalılara göre alaturka müzik, halen ürkütücü bir müzik. Kulakları bozacak, çağdışı bir müzik olarak görüyorlar.
Müzikte bir aşağılık kompleksi yaşıyoruz. Peter Gabriel'le çalıştığı için o Türk müzisyen değerli oluyor. Keşke bizim insanımız, neyi Peter Gabriel'den önce keşfetseydi.
Türkiye'de yaşamaya devam etseydim, birkaç sene hapiste yatmış bir adam olurdum.
Hayatım boyunca ney satın almadım. Bir şey öğrenmek için kimseye de para vermedim. Şimdi kalkıp da satın almadığım şeyi satmaya, para vermediğim şeyden para talep etmeye hakkım yok.
Önce, bu söyleşiyi yazıya döken kişinin liyâkatini sorgulamak istiyorum. Kudsi Erguner'in şikâyet ettiği herşeyi taamüden yapmış: İnceltme işaretlerini yok saymış. O kadar çok örneği var ki, düzeltmek demek yeniden yazmak demek olacak..
Yazının/söyleşinin geri kalan kısmına gelmeden önce kısa bir şerh (disclaimer) düşmem gerekebilir:
Benim kişisel kanaatim, tarikatların aslında öyle çok da zenginlik filan olmadığı yolundadır. Bir taraftan 'tevhid', 'muvahhid' vb demek, öte taraftan da sayısını ve mahiyetini kimsenin pek de bilmediği 'tarık' ve 'fırka'lara cevaz vermek –her ne kadar 'demokratik' gibi görünse de– bence bir çelişkidir.
Ortak paydalarını İslâm olduğunu kabul edersek, İslâm'ı bu 'tarık' ve 'fırka'ların 'federasyon'u haline getirmiş oluruz.
Buna, bir de, bir kısmının yekdiğerinin ortak paydasının İslam olduğunu pek de kabul etmediğini eklersek, elimizde nasıl bir yapı olduğuna iyi bakmak ve doğru olup olmadığına –tarikatler-üstü düşünerek– karar vermek gerekebilir.
Öte yandan, adına 'tasavvuf' dediğimiz, ve İslâm-içi olduğu da iddia edilen yapıya da iyi bakmak lâzım. Tamam, bütün dinler nihai olarak, kulların Allahı bilmesi ve tanıması amacını güderler.
Fakat, bu bağlamda, ben, 'vahdet-i vücud' kavramının nasıl olup da din-içi kabul edildiğini bir türlü anlayabilmiş değilim. Her nasıl olursa olsun, Allah ile bir vücud olmak iddiası bana kabul edilmesi çok zor (imkânsız) geliyor.
Kabul edilmek noktasında da, dini (dolayısı ile de Peygamber[ler]i) bypass etmekten bahsetmiş oluyoruz –bence. Kısacası, felsefi platformda, bu benim kabulde çok müşkilat bulduğum bir meseledir..
Bunlar benim kişisel görüşierim, kimseyi bağlamak ya da ikna etmek peşinde, iddisında değilim; içlerindeki eksik ya da boşluğu dolduran olursa, müteşekkir olurum.
Gelelim sadede:
Yukarıda düştüğüm şerh benim açımdan geçerli olmakla birlikte, Kudsi beyin söylediklerinin çoğuna –bir kısmına da, içim cız ederek– katılıyorum.
1938 yılında aramızdan ayrılmış olan, 'seyr-i süluk'e vakıf, Ahmet Avni Konuk bey ile Mevlevi geleneğinin de gömülmüş olduğu gerçeğini hem bir yere yazmak, hem de hatırladıkça üzülmek, hayıflanmak durumundayım.
Bu üzüntüm de tamamen bencil gerekçelere dayanıyor: Bilgi aktarılmış olabilseydi, benim müşkülât çektiğim konularda belki istifade edebilirdim.
Başka şeyler de var.. Felsefi itirazlarım olabilmesine karşılık, bir çok ürününü takdir ettiğim bir gelenek ve onun işaret ettiği bir medeniyetten bahsediyoruz... Bunların, aşağılık komplekslerimiz yüzünden/sayesinde bu denli tahrif ve tahrip edilmiş olmasını çok esef verici buluyorum... Kudsi beyin dediği "Bugün oryantalist biz olduk." sözü bir tespit olmakla beraber, isabetli bir hakarettir de aynı zamanda.
Daha başka şeyler de var.. Şems-i Tebrizi ile Mevlâna arasındaki ilişki konusu.. Tartışmalı bir konu olduğu ortada. Kişileri kutsallaştırmadığımız zaman, daha bir serin kanlı bakabildiğimiz zaman, işaretlere baktığımız zaman farklı, öteki türlü farklı kanaatlere varabiliyoruz.
Bugünkü normlarımızın geçmişte de aynen var olduğunu farzetmek kolaycılığımız herzaman oldu; ama gerçekten öyle mi idiler sorusunun cevabı farklı olabiliyor. Hem, sonra, kişiler arasındaki ilişki bizim bugün yadırgayacağımız bir tür olsa ne olacak?
Doğrudan bir benzerliği hiç olmadığı halde, örnek vermiş olmak için bahsedecek olursam; Sezar'ın, Avgustus'un, Neron'un, Kaligüla'nın hayat tarzlarına mı bakarak Roma Medeniyetinin ürünlerini kullanmak ya da reddetmek kararı veriyoruz? Roma hukuğunu reddediyor muyuz?
Ya da, bugün, mitolojisinde yüz kızartıcıdan öteye temel unsurlar bulacağımız, Antik Yunan'ı bir kalemde çizip atıyor muyuz?
Hayır. 'O başka, bu başka' deyip geçiyoruz.
Geçmeliyiz.
Hem, 'ayıpsız dost arayan dostsuz kalır' diyen kimdi?
Neyse. Kudsi beyin diğer tespitleri de ilginç ve önemli bence..
Usûl ve erkân nispeten devam ediyor olsa da, Mevlevilikte kopukluğun Cumhuriyet'ten önce ortaya çıkmış olmasını dile getirmesi bence bir dürüstlüktür.
Aynı nefeste, bugün gelinen noktada Mevleviliği temsil eder gibi durnaların en azndan bir kısmın artık 'smokinli tasavvufçular' olduğunu da söyleyebilemek önemlidir. "Mevlânâ'ya bağlı olabilirsiniz; ama Mevlevi tarikatına bağlı olamazsınız." diyebilmek de..
Daha da ötesi, '[Mevlânâ] Bugün gelseydi, bütün söylenenleri dinleseydi, hepsini sopayla kovalardı.' diyebilmek..
Her hâl ü kârda, ben Kudsi beyin söylediklerini, hem içeriği hem de tarzı itibariyle takdir ediyorum. Özeleştirinin özden olanı makbûlümdür.
Darısı diğer tarikat ve cemaâtlerin başına..