noktalı-noktasız
kader defteri durdu
duvar sonsuza surdu
kabak tatlisi yarim
kapris hasret oldurdu
bil kim kimi kusturdu
Müzmin Anonim
Rüzgârı yoksayarak.. ya da rüzgâra karşı...
kader defteri durdu
duvar sonsuza surdu
kabak tatlisi yarim
kapris hasret oldurdu
bil kim kimi kusturdu
Müzmin Anonim
Hayatımda iki ayrı Misket; ve her ikisinin de apayrı hikayeleri var.. Birisincisini anlatmayacağım.. nazar değer diye korkuyorum.
Diğerinin, yani aşağıdaki güzelim türkünün yakılış hikayesi buruktur, acıklıdır.. İşaretleri yanlış okumanın ne denli nahoş sonuçlara yol açtığını anlatan, elemle bitmiş bir sevda türküsüdür..
Misket türküsünü çok --yani, ziyadesiyle-- severim.. hem türkünün hikayesinde bahsi geçen, tasvir edilen, duygular açısından hem de bestesi açısından, çok asil bir eserdir bence.
Güvercin uçuverdi Kanadın açıverdi El oğlu değil mi Sevdi de kaçıverdi A benim aslan yarim Duvara toslan yarim Duvar cefa götürmez Sineme yaslan yarim Güvercinim uyur mu Çağırırsam duyur mu Yar orada ben burda Böyle hiç oluyur mu A benim hacı yarim Başımın tacı yarim Eller bana acımaz Sen bari acı yarim Cami müezzini yok İçinin düzeni yok Çok memleketler gezdim Misket'ten güzeli yok Dapdaracık sokaklar {'Daracık daracık sokaklar' galat-ı meşhurdur} Misket şeker topaklar Pul pul olsun dökülsün Seni öpen dudaklar Caminin ezan vakti İçinin düzen vakti Ben Misket'i yitirdim Senenin hazan vakti Gökte yıldız sayılmaz Çiğ yumurta soyulmaz Misket'in sevdasına Bir ömürde doyulmaz[Son kıtanın son iki mısraını azıcık değiştirdim. Bence böylesi daha doğru ve güzel. Değiştirmek ruhsatını nereden mi aldım? Kendimden.
Benim yaptığım bu değişikliğin, bu hikayeyi bilir bilmez çıkıp şıkkada şıkkada gerdan kırıp göbek atanlara kıyasla daha anlamlı olduğunu düşünüyorum]
Misket, ufacık tefecik bir elma türü... Huriye de, Ganizadelerin ufakcık tefecik, şipşirin kızlarının adı.
Huriye, sık sık evlerinin önündeki elma ağacına tırmanır, yolu gözler; sebep, Osman Efe...
Ankara'nın sayılı efelerinden Osman, genç, yakışıklı, geniş omuzlu, burma bıyıklı... Huriye'nin gönlü bu Osman Efe'de. Osman Efe, evin önünden geçiyor; Huriye atlıyor bahçeye, tırmanıyor Misket ağacına. İkisinin de yüreğinden ılık bir şeyler akıyor. Osman Efe, Huriye'yi adıyla çağırmıyor hiç, 'Misket' diyor Huriye'ye.
Yörenin ünlü ağalarından Kır Ağa, bir gün Huriye'yi su doldururken görüyor çeşme başında. Aradan bir hafta geçmeden Kır Ağa, Huriye'yi istetiyor. Babası, 'Kır Ağa, yiğit insandır, malı mülkü yerindedir' diyerek Huriye'yi vermek ister. annesi, Huriye'nin ağzını arar, fakat Huriye 'Ölürüm de Kır Ağa'ya varmam' cevabını verir.
Huriye, akşamı zor eder. Bahçeye çıkıp, Osman Efe'nin yolunu gözler. Uzaktan atını görünce, tırmanıp çıkar elma ağacına. Durumu bildirir Osman Efe'ye.
Osman Efe, çılgına döner. Kır Ağa'ya haber gönderir, 'Kendini sever, sayarım. Yiğit kişi bellerim. Yolumdan çekilsin. Sonu iyi olmaz' der. Haberi Osman Efe'den Kır Ağa'ya götürenler, bire bin katarak anlatırlar 'Osman diyor ki, Kır Ağa kim oluyor da benim yavuklumu alacak. Leşini sererim' diye...
Kır Ağa, 'demek dünkü çocuk bize meydan okuyor. Kendine güveniyorsa, karşıma çıksın' diye Osman Efe'ye haber gönderir. Tabii haberi götürenler Osman Efe'ye de bire bin katarak anlatıyorlar. Osman Efe, Kır Ağa'ya; Kır Ağa, Osman Efe'ye kinlenir. Sonunda kıran kırana kavga etmeye, sağ kalanın Huriye'yi yani Misket'i almasına karar veriyorlar.
Belirlenen gün ve yerde karşılaşıyorlar. Bıçaklar çekiliyor. Huriye ise, çaresiz, durumu merakla bekliyor. Çıkmış elma ağacı üstüne, yoları gözlüyor. Bir yandan da Osman Efe için dua ediyor. Osman Efe ise Kır Ağa karşısında aslanlar gibi dövüşüyor. Kır Ağa birden duruyor. 'Benimle böylesine boy ölçüşen yiğide, ben kıyamam. Koç olacak kuzuya bıçak çekemem. Vur bıçağını bağrıma. Misket senin olsun' diyor. Osman Efe önce şaşırıyor, sonra oda bıçağını yere atıyor ve koşup ellerine sarılıyor Kır Ağa'nın.
Kadın-kız da yollara dökülmüş uzaktan görünen kalabalığı bekliyor. Misket ise çıktığı elma ağacında duramıyor heyecandan. daldan dala geçip, gelenleri seçmeye çalışıyor. Derken kalabalık yaklaşır, önde Kır Ağa, arkasında kalabalık.
Gözleri Osman'ını arıyor, göremiyor...
Birden başı dönüyor, gözleri kararıyor, tepe üstü ağaçtan aşağı düşerek cansız yere yığılıyor.
Çok geçmeden kalabalık elma ağacına ulaşınca, bir feryattır kopuyor.
Osman Efe, sığmıyor oralara.
Kadınlar kızlar perişan.
Misket kızın yani Huriye'nin hikayesi dilden dile dolaşıp türkü oluyor.
[Kaynak: Yaşar Özürküt; 'Türkülerin Dili'; Ankara Kültür Kurumu Yayınları]
Şimdi de, bu asil türkünün bir kaç değişik icraından örnekler vermek isterim:
Nida Tüfekçi ustamızdan sadece saz ile bir icra... | |
Bu, modern tarzda enstrümental bir icra... | |
Bu da Gülşen Kutlu tarafından güzel bir icra... |
Son olarak, konuyla alakası yok çok, ama söylemeden geçemeyeceğim...
İnternet'te 'misket elması' aradığınızda karşınıza hep Amasya ile ilgili yazılar çıkıyor. Misket türküsü ise bir Ankara türküsü olarak bilinir.
Geçmişte Ankara'nın Amasya'nın bir parçası olduğuna dair bir şey de bulamadım. Tersine, bulduklarım, hem Ankara'nın hem de Amasya'nın birer sancak olduklarını gösteriyor. Yani, Ankara Sancağı ile Amasya Sancağı ayrı ayrı (birbirinin bir parçası olmaksızın) var olmuşlar.
Ankara'da yakılmış bir türküye ismini vermiş olmasına rağmen, Ankara'da 'misket elması' pek yok gibi --en azından bugünlerde yok gibi.
Acaba Ankara'da nesli tükendi de Amasya'da mı devam ediyor?
Gerçi, anladığım kadarıyla, gerçek 'misket elması' artık Amasya'da da pek kalmamış, nesli tükenmekte olan bir elma çeşidiymiş..
O kadar ki, bir resmini, buraya koymak istediğm halde, bulamadım. Bütün bulabildiğim şey ise neye benzediğine dair yazılar. Mesela Amasya Valiliği şöyle bir şeyler yazmış:
Amasya denilince akla ilk olarak 'misket elması' gelir. Türkiye'nin neresinde olursanız olun, eğer mevsimiyse, mutlaka 'misket elması' 'Amasya Elması' olarak karşınıza çıkar.
Amasya adıyla bütünleşen misket, özelliğini yine Amasya'nın coğrafi yapısında alır. Söylendiğine göre Amasya vadisi, misketin yetişmek için tam aradığı ortammış. Boğazın esintisi elmaya ayrı bir tat verir. Kokusu da burada gizlidir.
Misketin en büyük özelliği bir yıl meyve verirse diğer yıl vermemesidir. Bir yüzü kırmızı, diğer yüzü ise sarı ila yeşilimsi bir renk taşır. İnce kabuklu, hoş kokuludur. Sert ve dayanıklıdır. Uzun süre saklanmaya elverişlidir. Amasya elmasının iki türü vardır. Daha küçük ve tatlı olanına Misket elması denir. Daha iri ve aşılı olanına ise 'kabak elması' adı verilir. 'Amasya elması' meyveye geç yatar ve 8 - 10 yaşından önce ürün vermez.
Kabak elmasını sevenlere de afiyet olsun; fakat, Misket'in yerini tutmaz bence.
Aşağıdaki habere 30 Mart 2007 tarihli Yeni Şafak gazetesinde rastladım. Siyahlandırılmış kısımlar benim tarafımdan yapılmıştır.
Türkiye İmar ve İnşa Hizmetleri Kamu Görevlileri Sendikası (Türk İmar-Sen) tarafından, gişe çalışanlarının sorunlarına dikkat çekmek amacıyla Fatih Sultan Mehmet (FSM) Köprüsünde sabah başlatılan iş yavaşlatma eylemi sona erdi.
FSM Köprüsü gişeleri önünde, ellerinde "Köprü ve otoyollar satılamaz", "Fiili hizmet hakkımız", "Köprü para basıyor, memur aç geziyor" yazılı dövizlerle toplanan sendika üyesi grup adına, Türk İmar-Sen Genel Başkanı Necati Alsancak açıklama yaptı.
Sözlerine, yavaşlatma eylemi nedeniyle tüm sürücülerden özür dileyerek başlayan Alsancak, Türkiye topraklarının yol, köprü demeden satıldığını ileri sürdü.
Alsancak, Boğaz köprülerini inşa eden ve bakımını yapan Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü arsasının satıldığını, lojmanların boşaltılmak istendiğini ifade ederek, "Karayolları Müdürlüğü, bünyesinde çalıştırdığı nitelikli personel ile dünya standartlarında kaliteyi hedeflemiş ve otoyol çalışanlarıyla devlete trilyonlarca gelir sağlamıştır ve sağlamaya devam edecektir" şeklinde konuştu.
Gişe çalışanlarının, Asya-Avrupa arasındaki kara yolu bağlantısını kapsayan yol ağında uluslararası trafiğin güvenli biçimde akışını sağlamak için gece gündüz vardiya usulü çalıştığını aktaran Alsancak, "Döner sermaye, ek tazminat ve fiili hizmet zammının yasalaşmaması, devlet kurumları arasında en düşük maaşla, her türlü iklimde ve zor şartlar altında çalışan hizmet kolu çalışanlarını adeta nefes alamaz duruma getirdi" diye konuştu.
Eylemlerini diğer illerde sürdüreceklerini açıklayan Alsancak, konuşmasının ardından, basın mensuplarına gişe çalışanlarının hangi şartlarda çalıştığını gösterdi.
Çeşitli sloganlar atan grup, daha sonra dağıldı.
Sabah başlatılan iş yavaşlatma eylemi, açıklamanın ardından sona erdi.
Haberde öne çıkan kişi Türk İmar-Sen Genel Başkanı Necati Alsancak ismindeki bir zat-ı muhterem.. Sendika başkanı olduğundan dolayı da çalışanların haklarını savunmak da onun en doğal hakkı --daha doğrusu görevi.
Herşey iyi ve hoş da, yemekte en az bir adet sinek var..
Bu eylemin yapılışının Karayolları 17. Bölge Müdürlüğünün Levent'teki arsasının satılmasının hemen ardından olması ilginç. Bir başka ilginçlik de, sendika başkanının --lafın arasında-- temas ettiği bir nokta:Anlaşılan, o arsada lojmanlar varmış; ve o lojmanlarda da oturan karayolları personeli..
Bu arsanın kısa hikayesi şu: 96,500 m2 ve geçenlerde 800 milyon dolara satıldı. Bu fiyatı baz alırsak, arsanın metrekaresi 8,290 dolar ediyor.
Bu yazıyı okuyan kaç kişinin bu kadar kıymetli bir yerde oturduğunu cidden merak ediyorum.
Benim asıl merak ettiğim, o lojmanların eşdeğer kiralarının ne olacağıdır. Yani, orada Karayollarının bir çalışanı değil de, herhangi bir vatandaş oturmağa kalksaydı, ayda ne kadar kira ödemeğe razı olacaktı?
Bu sorunun cevabını tabii ki bilmiyorum. Ama, azıcık bakındım ve Levent'te ayda 2,500 dolara 85 m2'lik dairelerin olduğunu gördüm.. Lokmanların kaç m2 olduğunu bilmiyorum, ama 85 m2'den az olacağını da hiç sanmıyorum.
Neyse.
Bu soruyu soruş sebebim farklı. Normal olarak, özel sektörde, bir çalışanınıza lojman vermeğe kalkarsanız, o lojmanın aylık kira karşılığını onun maaşına eklemek zorundasınız. Aksi halde vergi kaçırmış pozisyona düşersiniz. Lojmanın eşdeğer karşılığını maaşa eklemek de hayli sıkıntılı bir iştir; üstelik de vergi vb yüzünden astarı yüzünden pahalıya gelir. O yüzden, özel sektörde bu çok nadir tercih edilir.
Devlette de bunun --amiyane tabirle-- suyu çıkarılır. En mutena yerlerde, en pahalı arsalarda, ve bazan da en lüks standardlarda lojmanları vardır devletin değişik kurum ya da kuruluşlarının.
Konuyu azıcık değiştirmek pahasına, benim gördüğüm en lüks lojmanlar Türkiye Elektrik Kurumunun Ankara'da Gölbaşı'daki konutlarıydı. Elektrik bedava, su da esasen bedava, yemek içmek de olağanüstü sübvansiyonlu.. Hala daha öyle midir bilmiyorum, ama o yıllarda gördüğüme cidden imrenmiştim.
Neyse. Konuya dönecek olursak: Sendika başkanı neyi savunuyor burada?
Olağanüstü kıymetli bir arsanın üzerinde, eşdeğer kirayı bir yana bırakın, yok denecek bir bedel karşılığı oturanları değil mi?
Sayıları, 'iş yavaşlatma' eylemi yapıp İstanbulluların hayatını zehir etmeği korutacak kadar mıdır?
Hiç sanmıyorum.
Türk İmar-Sen Genel Başkanı Necati Alsancak ismindeki bu zat-ı muhteremin, çalışma ortamı ile uzaktan yakından alakası olmayan, örtülü imtiyazların peşinde hamasi nutuklar atmanın, meydanlara çıkmanın sendikacılık sayıldığı devirlerin geçtiğini idrak edemediğini de sanmıyorum.
'Peki, o zaman nedir bu?' derseniz, size verebileceğim kestirme bir cevabım olmaz.. Cevabı sizin bulmanız lazım çünkü.
Geçenlerde bir Internet forumun şöyle bir sohbetle kaşılaştım, --İngilizceydi-- bir kısmını mealen tercüme etmek isterim. Fakat, önce çerçeveyi çizeyim biraz. Bahsettiğim bu forum teknik taifenin hayli yoğun takip ettiği, yazıp çizdiği, bugün, günlük (rahatça) 500,000'den fazla müdavimi olan bir yer.. Müdavim profili oldukça zengin olmakla beraber, kısaca şöyle özetleyebiliriz. 'Açık kaynak kodu' taraftarları, bilişim sektörü üyeleri, bilişimle ilgili herkes, tütlü çeşitli profosyoneller, amatörler, akademisyenler vs.. Internet ölçülerinde hayli de eski sayılır ama giderek pörsüyenlerden değil; hala daha momentum devam ediyor. Her forumda olduğu üzere, burada da hakaretler filan olabiliyor ama, yazılanlara okuanların puan verebilmesi sayesinde hakaretler çok kolay bir şekilde elenebiliyor. Geriye, genelde faydalı içerik kalıyor --bir de en beklenmedik yerlerde (nadir de olsa) bomba gibi espriler... Neyse. Forum sahipleri, bu bedava forumu ayakta tutmak için reklâm alıyorlar, fakat reklâm görmek istemeyenler için de abonelik seçenekleri sunuyorlar. Yani, her ay belli bir bedel öderseniz, reklâm görmeksizin, şu kadar bin sayfaya erişebilirsiniz diyorlar. Fakat, belki bilenleriniz vardır, Internet gezginlerinde reklâm görmemek için tek çözüm de bu değil; isteyenler 'JunkBuster' ya da 'AdBlock' isimli (ya da benzeri) yazılımları kurarak reklâm görüntülenmesini engelleyebiliyorlar (benim de yaptığım budur). Fakat, büyük resme bakınca, kullanıcı tarafında reklâmların görüntülerin enegellenmesinin de sorunlu olabildiği haller var --ahlâki açıdan. Benim bahsettiğim tartışma hem o bağlamda bir tartışmayı sergiliyor, hem de bir iki espri içeriyor.. Sohbet aşağı yukarı şöyle: -- Abnonelik sistemine ihtiyacım filan yok benim. JunkBuster kullanıyorum. -- İyi de, hepimiz reklâm görüntülenmesini engelleyen şeyler kullanırsak, reklâm verenler bu siteye artık reklâm vermez olurlar; o zaman da ya hepimiz bedel ödemek zorunda kalırız, ya da bu site kapanır gider.. -- Peki, peki.. Madem öyle, ben de iki satırlık bir şey yazarım ve arka planda o reklâm linklerini tıklar ve böylece bu siteye reklâm verenler de tatmin olurlar. -- Fakat, o kadar basit değil. Reklâm verenler, verdikleri reklâmların hiçbir işe yaramadığını anladıklarında, reklâm vermekten vazgeçerler. Asıl yapılması gereken, reklâm linklerini tıklayan bir şey yazmak değil, aradabir rastgele bir şeylerin siparişini veren bir şey yazmak. -- Evet, bu gerçekten iliginç olurdu.. Ne satınaldığını bilmeksizin kapıya dayanan bir sürü ıvır zıvır.. Ne güzel. hergün bir başka sürpriz.. Di mi? Bu esnada birisi lafa karışır: -- He ya. Kapıya on yıllık ihtiyacı karşılayacak kadar V:i:a:g:r:a [*] gelirse hiç şaşırma. Gerçi, buradakiler için bu topu topu 10 adet demektir ya, ayrı mesele.. [*: Bunu, Google vb arama motorlarından, lüzümsuz ve alakasız sebeplerle buraya milletin doluşmasını istemediğim için böyle yazdım.] -- Anlamadım. 'Buradakilerin ihtiyacı yok' mu demek istiyorsun; yoksa '10 yılda 10 defa fırsat çıkmaz' anlamına mı geliyor bu? :) Neyse.. Konuya dönülür.. Üye numarasından, daha eski olduğu anlaşılan birisi şöyle bir açılım önerir: -- Aradabir rastgele bir şeylerin siparişini veren bir şey yazmakla uğraşmağa hiç değmez. Çok daha kolayı var. Evlenirsin olur biter. Bu noktada film kopar. Uzunca bir süre millet kendini toprlayamaz. Tekrar mevzuya dönülür. -- Benim reklâmlarla bir sorunum yok aslında. İşime yarayan şeyleri burada görmek bence faydalı. Ama, bazı reklâmlarda ahlâki bulmadığım şeyler oluyor. Mesela, bir ürün siparişi ile birlikte bir de hediye çeki verenler.. Bu alenen zimmetine para geçirmeği teşvik etmektir. Çünkü, şirketin kaynaklarıyla bir şey alıyorsun, ve kişisel çıkar elde ediyorsun... -- Yaw. O kadar da kötü değil. Dürüst olacaksan, o hediye çekini departman bütçesine eklet; ya da herkesi yemeğe götür. Başkası başka bir şeye dikkat çeker.. -- Reklâm niçin alıyorlar? Buraya erişim kapasitesini yüksek tutmak için; öyle değil mi? Ama, onca reklâmdaki imge şu bu da bir hayli bant genişliği yemiyor mu? Acaba, gerçekten ne kadar net faydası oluyor? Bir başkası da daha başka bir şeyi gündeme getirir.. -- Yahu, bu abonelik de nesi? Neyi kime pazarlıyorlar? Buradaki bu cemaat olmasa, bu web adresi de, bunca ekipman da beş para etmez ki.. -- Hayır yani.. Benim ilgilendiğim şeylerin reklâmını gösterseler bir şey demeyeceğim; ama, bana ne kafein tabletlerinden?! Bu tartışma böyle sürüp gidiyor.. Toplam yorum sayısı --saymadım ama-- binden fazlaydı. Okuduğumda güldüğüm yerler oldu, ama düşündürücü tarafları da vardı. Internet --daha doğrusu, xDSL-- çıkalı beri, gazeteye para verdiğimi hatırlamıyorum. Dergi de pek seyrek alır oldum. Aynı şekilde, yılda aldığım CD/DVD sayısı bir düzineyi geçmez herhalde. Abone olduğum site filan çok da, bunların içinden bedel ödeyerek abone olduklarının sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Televizyon da seyretmem. Ben ne denli tipik kullanıcıyım bilmiyorum, ama, eğer gidişat benim gibilerin sayısının artacağı anlamına geliyorsa, bir tür krize gittiğimizi de görür gibi oluyorum. Fiziksel bir şeyler üretmeyen, kolayca kopyalanabilir şeyler üreten her kim varsa, şu anda var gibi görünen saadet zinzirini oluşturuyor. Yani, onlar yazıyorlar ben okuyorum; onlar çalıyor, söylüyor, oynuyor ben dinliyor veya seyrediyorum. Neyi, ne zaman ve ne kadar okuyacağıma, dinleyeceğime, seyredeceğime ben karar veriyorum. İçeriğine de. Beğenmediğim yerleri hızla ileri sarıyorum, içinde reklâm varsa onları da filtreleyip çıkarıyorum. Bu özgürlüğümden de kolay kolay vazgeçecek değilim --daha doğrusu, cesedimi çiğnemeleri gerekiyor. İyi de, bu işlerden ekmek yiyen insanlar ne olacak? Bilim ve sanat ürünleri sadece üretenin hep ve sürekli kişisel zevki veya paylaşmak arzusunu tatmin için olabilir mi? Mümkün müdür bu? Hadi, o mümkün diyelim.. Bildiğimiz anlamda medya ve onun da ayrılmaz parçası olan reklâm sektörü ne olacak? Yoksa, onlar 'olmasa da olur' mudur?
pürüzlü bu yüzeyde ben, ipincecik çiziktim
dikkatle bakan görürdü, aksi halde siliktim
harcım sonsuz sanırdım; meğerse gündeliktim
geceye dönmeden gündüz, taşımı kendim diktim
Müzmin Anonim
{8+7}
ben bir taşım
onbin karat
et tıraşım
elmas yarat
ol hezele
beni tut sat
bir güzele
doğsun fırsat
Müzmin Anonim
{hezele: aç gözlü}
Aşağıdaki yazı, Hürriyet gazetesinde Pakize Suda tarafından 27 Mart 2007 tarihinde yayınlanmış.
İtiraf etmeliyim, Pakize Suda ismini ilk gördüğümde, kendi kendime “bak yine kimleri yazar etmişler; sahneye çıkardıkları onca yeteneksiz yetmemiş gibi” demiştim. Bu dediğim, Hürriyet'teki başka birçok 'yazar' için geçerli ama, Pakize Suda konusunda yanılmışım. Fırsat buldukça, rastladıkça okuduğum bir yazar oldu zaman içinde. Dobra uslûbun yanısıra, ince sayılabilecek bir de mizah anlayışı var.
Bu yazısı daha çok dobra uslûbuna bir örnektir ve benim de aklımın bir köşesinde –fırsat çıksa da yazsam diye– beklettiğim bir konuya değinmiş.
Hemcinslerime soruyorum...
Sevgiliniz sizin için para harcıyor mu?
Yani hediye alıyor mu?
Beraber yemeğe ya da tatile çıktığınızda hesapları o mu ödüyor?
Evet mi?!
Siz fahişe misiniz sorması ayıp?
"Ne demek şimdi bu?" diyorsanız eskilerde kalmışsınız. Kadına para harcamayan erkeğin 'centilmen' sayılmadığı yıllarda yani.
Şimdi hesapları erkek öderse kadın da etrafa hesap vermek durumunda kalıyor.
Bakınız Hande Ataizi - Fazıl Say.
Mesela, bu hafta Pazar Sabah'ta röportaj ustası Şebnem Akson adeta sorguya çekiyordu Hande Ataizi'ni.
Bu ilişkiyle ilgili duyduğu, okuduğu bir sürü yorum üzerine yapıyordu bunu gerçi. Zaten tırnak içindeydi hüküm içeren sorular.
"Zavallı Fazıl Say'ın parasını yiyen kadın mısınız?"
"İçine kapanık, şahane, dâhi piyanistin kazandığı paraları çatır çatır markalara harcatan kadın imajına ne diyorsunuz?"
Fakat röportajın tamamında Akson'un, 'bu ilişkinin ana temâsının aşk olmadığı'nı düşünenlerle aynı fikirde olduğu da açıkça görülüyordu.
Ama bu ilişkiyi ikinci defa bu köşeye taşımamın nedeni bu röportaj değil. O sadece bir örnek çünkü. Genelde Hande Ataizi'nin, Cem Yılmaz'ın o unutulmaz reklamındaki gibi, ilişkilerinin olsa olsa 'tamamen duygusal' olacağı yönünde bir inanış var. Özellikle basında. Buna takıldım.
Halbuki düşünüyorum da Hande'yi hiç 'para babası' denilen adamlarla yan yana görmedim bugüne kadar. Bir zenci vardı benim bildiğim, sonra o 'ana-baba kuzusu' avukat, bir iki genç adam.
Ha, avukatın babasının çok parası vardı.
Bu mudur damganın nedeni?
Bu kadar kolay mıdır?
Fazıl Say'dan çocuk sahibi olarak geleceğe yatırım yapacağı söyleniyormuş. Dünya çapında bir piyanistten çocuk yapmak isteyebileceği kimsenin aklına gelmiyor.
Evet, aşktan geberiyor olmayabilir Hande Ataizi. Fakat kim geberiyor ki bu devirde, söyler misiniz?
Peki hangimiz aşk çocuğuyuz?
Çoğumuzun annesi, babasına 'hali vakti yerinde' denilip verilmedi mi?
Hálá büyük bir kesimde önce buna bakılmıyor mu?
Bu adamla bu kadın birbirlerine iyi gelmişler işte!
Nesini kurcalıyoruz daha?
Nedir istediğimiz?
Bir kadının, sevgilisi olan bir erkeğe, parayla, bankada istiflemenin dışında başka işler de yapılabileceğini göstermesinin nesi kötü?
İyi giyinmeyi, iyi bir otelde kalmayı, iyi bir şarap içmeyi öğretmesinin mesela?
Geç bile kalmış Fazıl Say. İyi olmuş, Hızır gibi yetişmiş Hande Ataizi.
Ayıptır arkadaşlar!
Taşlayacaksınız neredeyse insanları.
Adamcağızın dişine bile laf ettiniz.
Ama haklısınız 'âdet'i bozmak istemiyorsunuz. Âdet, içimizden sivrilenin kafasına kürekle vurmaktır. Fazıl Say dünyaca ünlü bir piyanist olarak bunu çoktan hak etmişti!
Hande Ataizi bu hususta da Hızır gibi yetişti, vesile oldu!
Hande Ataizi üzerinden bu konuyu kanuşmak bence biraz talihsizlik olsa da, Pakize hanımın dediği gibi, iyi bir vesile sayılır.
Bu yeni 'moda' bana enaz bir açıdan garip geliyor. Hani, Nil Karaibrahimgil'in de seslendirdiği, sözlerinin en can alıcı kısmı da 'tek taşımı kendim aldım' olan 'Pırlanta' isimli o güzelim eserde işaret edilen moda..
Uzun zamandır dikkat edegeldiğim bir şey vardı zaten: Televizyon, radyo ya da diğer medyada kadının birisine ne iş yaptığını sorduklarında eğer cevap 'ev hanımıyım' ise, otomatik olarak o kadın önemsiz, köle ruhlu bir varlık gibi telâkki edilirdi..
Üstelik, bunu daha sıkça yapanlar da hep kadınlar olageldi; yani sunucu eğer kadınsa ve muhatabı da 'ev kadını' olduğunu söylüyorsa, o 'ev kadını' kıymetsiz bir mahlûk oluveriyordu aniden..
Daha sonra azıcık durum değişir gibi oldu ve eğer bu 'ev kadını' üstelik bir de başörtülü ise tamamen yok farzedilebiliyordu. Hem de, başörtülü olduğu halde bir işyerinde çalışanlar tarafından..
Bu çarpıklık yetmezmiş gibi, şimdi bir de, kimin kimin parasını yediği meselesi çıktı ortaya...
Aman yarabbi.. Neymiş efendim, eğer bir kadın sevgilisinin maddi ikramlarını kabul ediyorsa ona fahişe denilebilirmişmiş.. Herşey hep 'Alman usûlü' olmak zorundaymışmış..
Böyle saçma sapan şeyleri kim niçin moda eder, bir türlü anlamıyorum. Bu kadar izolasyonist bir hayat çekilir mi, yahu!
Kamera önünde dünya güzeli gibi görünmesine karşılık, gerçek hayatta karşılaşılabilecek en ukubetlerden birisi olması yüzünden (Nil Karaibrahimgil'den bahsediyor olmayabilirim), yüzüne bakan olmaz ve dolayısı ile kişi –mecburen ve kaderin bir sillesi olarak– 'tek taşımı kendim aldım' demeğe sürüklenmiş olabilir. Bir kısım insan da bunu acınacak bir durum kabul edebilir; ama bu, –bence– kesinlikle gönüllü izolasyonist bir tavır değildir ve öyle de görülmemelidir.
Pakize hanımın dediklerine katılıyorum: “Bir kadının, sevgilisi olan bir erkeğe, parayla, bankada istiflemenin dışında başka işler de yapılabileceğini göstermesinin nesi kötü? İyi giyinmeyi, iyi bir otelde kalmayı, iyi bir şarap içmeyi öğretmesinin mesela?”.. Kesinlikle hakıldır.
İnsanlık öldü mü, yahu!..
İnsan sevdiğine, sevgilisine, bir 'tek taş' yüzük, birkaç bilezik, bir 'beşi bir yerde', aradabir bir demet çiçek filan da alamayacaksa, insan olmanın ne kıymeti var?
O da –afedersiniz, ama– eşek değil ya.. karşılığında, onca zamandır hayal ettiğiniz o kırmızı Ferrari'yi size almak isteyecektir herhalde.. Bu durumda, siz tutup, “yok, hayatta olamaz; ben hediye kabul edemem!” triplerine girip elini mi tutacaksınız?
Hiç olur mu bu?
Sevgilinizin elini korkak alıştırmak olur mu?
Ben, kesinlikle böyle bir şey yapmazdım...
Ayıp denen bir şey var çünkü, ve hayat da sadece maddiyattan ibaret değil.
Böyle bir başlık seçtim ama hemen ardından da nedense aklıma 'Kütahya'nın Pınarları Akışır' türküsü geldi. Şu sıralar, zannedersem, Zara'nın yorumu daha yaygın biliniyor. Emel Taşçıoğlu'ndan da dinlemek isteyebileceğinizi tahmin/ümit ediyorum. Her ikisi de iyi ve güzel ama, benim şu andaki moduma çok da uymuyor. Ben şu anda --hayırdır inşallah-- modernist hissediyorum. Günün manâ ve ehemmiyeti de var.. var da, henüz ne olduğunu bilmiyorum; ilk fırsatta bakacağım, kocakarı fırtınaları başladı mı, kaçıncı cemre nereye düştü filan.. Modernite, yani yeni modernite, de bunu gerektiriyor. Ben ona bakadururken, aşağıdaki yorumu takdirlerinize takdim etmek isterim. Görüldüğü üzere, türkülerimizin çağdaş ve ciddi kültür platformlarında da yeri vardır. Vardır da, kılık kıyafet kanunun onlara da uygulanması, onların da, içeriği aynı kalmakla beraber, dış görünüşleri itibariyle neredeyse tanınmaz hale gelmesi gerekiyor. Bunu da anlayışla karşılamak lazım. Bu bağlamda size şunu da anlatabilirim, neyin ne olduğunu ve ne zamandan beri böyle olduğunu bilmeniz açısından faydalı olabilir. Bildiğiniz üzere, ne anlama geldiğini hala daha anlamadığım, 'ulusal Türk müziği'nin kurucuları 'Türk Beşleri' diye de bilinen bir grup bestecimiz vardır. Yok yok, sayın Kenan Evren, Nurettin Ersin, Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer ve Sedat Celasun nam generallerimizden bahsetmiyorum; bu kıymetli zevatın toplu ismi 'BeşiBirYerde'dir ve müzikten değil de resimden anladıkları iddia olunmaktadır. Ayrıca, bu yazı, şu sıralar moda olan anti-militarist yazılardan biri değildir; öyle bir yazıyı ilerde --ilericilik adına-- yazacağım; kalemimden kan damlayacak; herkes parmağını ısıracak; aşı yaptırmak isteyecek. Neyseki, ona henüz sıram gelmedi. 'Türk Beşleri'ne dönecel olusak, başında da Ahmet Adnan Saygun'un (alfabetik gerekçelerle) geldiğini söylemek bence isabetli bir önerme olur. Ahmet Adnan Saygun'un da en çok seslendirilen eserlerinden birisi 'Yunus Emre oratoryosu'dur. Yoldaş Yunus, eminim kendisine de yakışacak, isminin sonsuzluğa yazılmasını sağlayacak uygun bir eser bekledi hep. Böyle bir eser, nihayet ve ancak, ilk defa Ankara'da, 1946 yılında Ahmet Adnan Saygun sayesinde kulaklara ulaşabildi. Muhteşem bir eserdir; içinde yok yoktur. Koronun yanı sıra solist olarak, soprano, tenor, mezzosoprano ve bas sesleri içerir. Üç ana bölümden oluşur. İkinci ve üçüncü bölümler arasında bağlayıcı bir resitatif parça vardır. Konusu, Yunus Emre'nin hayat, ölüm, Tanrı ve insanlığın alın yazısı temalarını içerir. Oratoryodaki tüm şiirler Yunus Emre'nindir. 'Yunus Emre oratoryosu'nun bu ilk gala gecesine tabii ki davet edilmiş olan son divan şairimiz Yahya Kemal (Beyatlı) eser hakkında ne dedi diye sormadan önce, Yahya Kemal ile ('Türkçülüğün Esasları'nın yazarı) Ziya Gökalp arasında geçen bir tartışmaya kulak verelim: Ziya Gökalp, Yahya Kemal'i eleştirir: "Sen hep maziden bahsediyorsun dünkü Osmanlı eserleri camiler, çeşmeler vs. Harabisin harabatisin." {Virane ve meyhane düşkünüsün} Yahya Kemal de cevap verir: Ne harâbîyim ne harabâtîyim Kökü mazide olan âtiyim. {Ne meyhane ne de virane meraklısıyım; köküm geçmişte fakat gözüm de gelecektedir} Acaba, 'kökü geçmişte, gözü de gelecekte' olan Yahya Kemal'e 'Yunus Emre oratoryosu' galası çıkışında ne düşündüğü sorulduğunda ne demiştir?.. Aynen şunu demiştir: "Vatikan'da Mevlûd dinlemiş gibi oldum".. İlginç bir sözdür.. Acaba, Yahya Kemal gerçekten de bir gün Vatikan'da Mevlûd dinlemenin mümkün olacağını mı kastediyordu? Bilmiyorum. 'Yunus Emre oratoryosu' için de anlatılmış olabilir; şöyle başka bir anekdot daha vardır. Cumhuriyetin millet yaratmak ve onu da muasır medeniyet (çağdaş uygarlık) seviyesine çıkarmak heyecanının devam ettiği yıllarda, Sivas'ta, Sivas eşrafının (önde gelenlerinin) davet edildiği (emirle çağrıldığı) bir konser verilir. 'Muasır medeniyet' dediydik ya, ondan dolayı siz bunun bir Batı müziği konseri olduğunu çıkarsayabilmiş olmanız lazım. Sivas gibi, saz, bağlama ve türkü ile yoğurulmuş bir yerde, şehrin eşrafına 3-4 saat Batı müziği konseri dinletmek ne demektir bilmem bilir misiniz; ama bunu Cumhuriyet gazetesinin muhabiri de merak etmiş olacak ki, çıkışta gözüne kestirdiği bir kaç kişiye sormuş. Aldığı cevaplardan biri dillerden düşmez. Adam, önce bir sağına soluna bakmış, sonra da muhabirin kulağına eğilerek, "Sivas Sivas olalı, Timur'dan beri böyle zulüm görmedi".. der.. Hay Allah.. 'Horasan'ın köpekleri' diyerek başladık da nerelere geldik.. Çok geç olmadan onu da anlatayım, kısaca. Efem, bilrisiniz, bizim müslümanlığımızın kaynağı Araplar değildir pek. Biz, dinimizi Anadolu'ya gelirken İran'da edindik. Semerkand, Horasan, Buhara gibi şehirler bizde apayrı şeyler çağrıştırır; Bağdat gibi diyar da, Şam'ın şekeri gibi, bizim için aynı tadı vermez. Neyse. Vakt-i zamanında, Horasan'dan dervişin biri kalkmış Anadolu'ya gelmiş.. O zamanlar pasaport filan gerekmiyor.. Konya'ya düşmüş yolu.. Derviş dediğin de ne olacak, üstte yok, başta yok; bir baldırıçıplak çulsuz işte.. Allah yolunda, fakat o da insan.. Konya'da bir başka dervişle karşılaşmış; ve sohbetin bir yerinde, bizim Horasanlı derviş, Konyalı dervişe "kardeş, iaşe, ibade meselesini nasıl hallediyorsunuz?" diye sormuş.. {yani, 'sizde yeme içme ileri nasıl oluyor?'} Konyalı da, "walla, n'apabiliriz ki kardeş; bulunca yiyor, bulamayınca da aç kalıyoruz" demiş.. Bunu duyan Horasanlı, biraz da yadırgadığı için, ters sayılacak bir değerlendirmede bulunur: "Onu Horasan'ın köpekleri de yapıyor!".. Böyle bir tepkiyi beklemeyen Konyalı, dervişliği de elden bırakmaksızın, "ya siz nasıl ediyorsunuz?" diye sormuş.. Aldığı cevap güzeldir: "Biz bulunca dağıtıyor, bulamayınca şükrediyoruz!".. Güzel di mi.. Şimdi de geldik 'kıssadan hisseye'.. Kıssadan hisse de şudur: 'Topu topu üç-beş anekdot biliyorsan, hepsini bir tek yazıda anlatma. Kıssadan hisse çıkaracağım diye çok zorlanırsın; çıkaramaz rezil olursun'.. Fakat, olan olmuştur.. Kahramanımız, ağzında hep o saman sapı, ayışığında yürür.. gidiyor mudur, geliyor mudur belli değildir. Kütahya'nın pınarları da habire akışır da akışır...
Mahir Kaynak tarafından kaleme alınan bu yazı, 25 Mart 2007'de Star gazetesinde yayınlanmış.
Kuruluşunun ellinci yılını kutlayan AB’yi uzaktan, biraz da burukluk duygusu içinde seyrediyoruz. Her adımımızı manşetten duyurduğumuz üyelik artık ellili yıllarla ifade edilmeye başladı. Kendimizi katılmak için büyük gayretler sarf eden ama ihanete uğramış gibi hissediyoruz. Türkiye’nin AB üyesi olamayacağını sürekli olarak tekrarladığım için AB karşıtları kategorisine dahil edilmiştim. Oysa bu tanımlama yanlıştı.
Biz hiçbir zaman böyle bir birliğe dahil olacak bir dünya görüşünü benimsemedik ve bu yolda bir adım bile ilerlemedik.
Bizden istenenleri yaparken bile ev ödevini çevresindekilere yaptıran ama ders konusuyla hiç ilgilenmeyen bir öğrenci gibiydik. AB’yi bir kazanç kapısı olarak gördük ve onu inşa etmek gibi bir görevimiz olduğunu düşünmedik bile. Ne yapacağımızı değil ne alacağımızı hesapladık. Kurduğumuz model tümüyle yanlıştı. AB İkinci Dünya Savaşı’nda, kazananı ve kaybedeniyle, gücünü kaybeden, birinci sınıf konumundan yönetilenler arasına gerileyen Avrupa ülkelerinin birleşerek yeni güç odaklarıyla, yani ABD ve SSCB ile aynı kategoriye girme mücadelesiydi ve bu nedenle onların hasmı değilse bile rakibi konumundaydı.
Avrupa siyasi ekonomik ve askeri alanda onlarla yarışacak bir duruma gelmek istiyordu. İlk adım olarak ekonomik yarışı kazanma stratejisini izledi ve bunda önemli başarılar kazandı.
Zaten, başlangıçta adını ekonomik topluluk olarak seçmesi iddiasını bununla sınırladığı izlenimini yaratmak içindi ama hedefi tüm boyutlarıyla güç odağı ve aktör olacak bir bütün yaratmaktı. Biz ABD’nin kendisiyle rekabet edecek bu yeni oluşumu engellemek isteyeceğini kabul etmedik ve müttefik olarak kalacaklarını ve AB’nin oluşmasını destekleyeceklerini düşündük.
ABD bir şartla, AB üzerindeki vesayetinin devamı halinde, bu oluşuma izin verirdi. Yani, 'hedefinizden vazgeçin, rakip olmayın, sizi engellemem' diyordu. Benim AB modelim üç ülkeye dayanıyordu:
Almanya, Fransa ve Türkiye bu oluşumun çekirdeğinde olacaklar, birlik bunlarla kurulacak diğerleri çevre ülke sayılacaklardı.
İngiltere bu birliğin dışında kalmalıydı. Çünkü onun bu birliğin dışında siyasi hedefleri vardı ve ABD’nin gücünün ve etkinliğinin azalmasıyla boşalacak yerleri doldurmayı planlıyordu.
Yani, AB’nin içinde bir parça olmaya razı olamazdı. Üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğun varisinin kıta Avrupa’sının kontrolüne razı olacağını düşünmek Almanya ve Fransa’nın ciddi bir hatası oldu. Biz ise kurucusu olacağımız bir siyasi projeye katılımcı olmaya razıydık.
Böyle olunca bu siyasi hedefi gerçekleştirecek hiçbir düşünce oluşturmadık ve kendimizi sorumlu saymadık. Avrupa ise kurucu olması gerekene katılımcı sıfatını vererek birliğin kaderini belirledi.
Bu projenin gerçekleşme şansı kalmadı.
Sabahtan akşama kadar tek konusu AB olanlara ‘olmayacak bir yere girilmez ki’ diyordum.
Şimdi ‘Türkiye etrafında AB’ye alternatif olacak bir yapı oluşacak. AB’ye geçmiş olsun’ diyorum.
Mahir hocanın dediklerine kelimesi kelimesine katılıyorum. Ama, o yazıyı buraya alıntılayışımın sebebi sırf 'ben da!' demek değil.
Mahir hocanın AB'nin geçmişte ve bugün sergilediği aptallıkları lüzumundan fazla nezih bir dille anlatması iyi de, bence bu yazının önemli olan kısmı o da değil.
Yazıda yarınlar için bence çok önemli açılımlar var. Biraz değinmek istiyorum. En önemli kısmı da, en son paragraftaki son cümle..
Evet, şimdi, yani bundan sonra Türkiye etrafında AB’ye alternatif olacak bir yapı oluşacak. Başka bir deyişle, Türkiye, önümüzdeki yıllarda alabildiğince büyüyecek. Bu, siyasete yön veren ilâhların ve onların da üzerindeki Allahın emri gibi görünüyor.
Gelişme, benim tahminim, iki şekilde olacak. Birincisi, coğrafi olarak gelişecek Türkiye. Bir diğeri de ekonomik açıdan gelişecek.
Ne kadar aksini yapmağa çalışşak da, buna –bir anlamda– mecburuz; çünkü, AB siyaset sahnesinden çekiliyor. Yerini, bu civarda dolduracak başka bir şey de pek yok.
Bu satırların yazarı, yani bendeniz, bir ABD muhibbi değil. İngiliz, Alman, Fransız ya da Rus veya Çin muhibbi de hiç olmadım. Fakat, şunu söylemek zorundayım: Kısa ve orta vadede ABD ile çıkarlarımızın çoğu artık çakışıyor gibi görünüyor.
Zaten, bu böyle olmasa, Türkiye’nin AB'ye alternatif bir yapılanmaya aday olmasını söylemek pek de anlamlı olmazdı. Kabul etmek gerekiyor ki, o ölçeklerde, dünyanın patronu hala daha ABD.
Şöyle bir düşünüyorum da, Türkiye’nin büyümesi demek, galiba ilk adımda Irak'ın bir şekilde bu yapıya katılması anlamına geliyor. Yani, Irak'ta bugün kimler ve ne varsa. Haliyle, Kürtler de buna dahildir ve –başkalarını bilmem ama ben– bundan şikayet edecek değilim.
Ardından da, Suriye ve İsrail üzerinden Akdenizin önemli bir kısmı; peşinden de Azerbeycan, Ermenistan, Gürcistan vb Kafkas kanadı üzerinden Orta Asya'ya uzanmak sözkonusu olacak gibi...
Bunları söylerken bir miktar emperyalist iştahı sergiler gibi olduğumun farkındayım, ama öyle anlaşılırsa gerçekten yanlış anlaşılır. Benim bahsettiğim yapılanma, AB'nin yapamayıp eline yüzüne bulaştırdığı yapılanmanın olması gereken şeklidir. Yani, herkes yeteri kadar bağımsız olmalı, ama bir birlik içinde..
Bence, bunun başarılı olmak şansının olabilmesi için, İsrail, Ermenistan, Mısır gibi üç ayrı unsurun da, Türkiye’nin liderliğinde, kurucu olması gerekiyor. Kürtleri hiçbir zaman ayrı düşünmediğim için, onları saymadım; Kürtler ile Türkiye bence aynı şeydir çünkü.
Biraz ütopik gibi gelse de, bence hiç de o kadar uçuk bir proje değil bu. Bahsettiğim diğer üç kurucu ortak da daha önce beraber çalışmamış olduğumuz unsurlar değil.
Beni endişe ettiren en temel şey, bizim aydınımızda hala daha devam eden önyargılar.. İslamî ağırlıklı olanlar İsrail'i; milliyetçi olanlar da Ermenistan'ı; solcu filan olanlar da Arapları pek sevemediler –gerekçeleri haklı olabilir ama o köprülerin altında çok su geçti artık. Bu önyargılardan sıyrılabilmemiz gerekiyor; daha doğrusu şart...
Bir başka sorun da, hayli zamandır AB'yi bir 'yeryüzü cenneti' gibi tasvir edegeldiğimiz için, AB'yle yollarımızın ayrılması gerektiğini insanlarımıza kolay kabul ettirememek ihtimali..
AB hülyası herkese farklı ütopyalar vadediyordu çünkü. Solculara, istediklerini söyleyebilecekleri gettolar; müslümanlara istedikleri hayat tarzını yaşayabilecekleri gettolar; Kürtlere 'özgürce' kendi dillerini konuşabilecekleri gettolar; kapitalistlerimize de istedikleri şekilde rahatça at oynatabilecekleri bir ekonomik yapı..
Bu hülyanın her bir gettosunun bir diğeri ile kısa zamanda çatışacağı kimsenin aklına pek de gelmemiş, ya da düşünmek iştememiş olsa da, hayal güzeldi. Bu hayalden vazgeçmek zorunda olduklarını anlatmak sorun olabilir. Olacaktır da. Ama, üstesinden gelinmez, ya da çok büyük bir sorun olacağını pek sanmıyorum.
AB'ye alternatif olmanın AB'nin üvey evlat cinsinden bir parçası olmaktan daha iyi olduğunu anlamak çok da uzun sürmeyecek. Sadece bir süre devam edecek sancılı bir dönem demektir bu.
Aydınlarımızın akıllı davranması gerekiyor. Kısa vadeli kaprislerle, AB'nin yaptığı gibi, bir çuval inciri berbat etmemek açısından dikkatli olmak lazım. Bu önemli.
Önemli olan bir diğer nokta da, her ne kadar bu ABD'nin 'koltuk çıkma'sı ile olacaksa da, buralarda elde edilen katma değerin lüzumundan fazla bir kısmının ABD'ye transfer edilmesine de izin vermemeliyiz.
Başka bir deyişle, minnet ya da vefa duygumuz bizi ABD'nin yalakası ya da sömürgesi yapmamalı. Bence, bahsettiğim diğer 3 ortak ile, bunu da başarabiliriz. Hepsinde yeteri kadar yetkin elitler var çünkü.
Her neyse.. AB ile yol ayrımımız daha bir kristalize olduğunda borsamız ne gibi bir seyir izler bilemem, ama ben fiyatlar düştükçe satın almak taraftarı olacağım. Yani, uzun zamandır belki de ilk defa, iyimser cenahta yer alıyorum..
Evet, AB'ye geçmiş olsun.
Tabii ki, Yunanistan'a da..
El yordamı bulayım boşluğun sara beni
Özünde savrulayım düşürsün dara beni
Afallasın herşeyim cühelâ sora beni
Nârınla depreşeyim yaksın akkora beni
Yazıyla olam üstün çıkarsın tura beni
Çukuruna düşürsün hileli kura beni
Benliğimi vereyim tartmasın dara beni
Titreyip ürpereyim eylesin sâra beni
Müzmin Anonim
Gerçek dünyadaki ismimin lügatî anlamını severim, ama isim anlamı yüzünden bana verilmiş değil. İsmimi koyan kişi, o yıllarda daha bir futbol tutkunu oldugu için, takımın başarılı oyuncularından birisinin ismini ben almışım. Takım da Fenerbahce imiş; ben ise hiç Fenerbahçeli olmadım. İlköğretim yıllarında 'top geçer, adam geçmez' defans oyunculuğumu saymazsanız, futbolla alâkam hiç olmadı da diyebilirim. Herhangi bir sene için konuşacak olursak: Ne zaman sezon başlar, ne zaman hangi takım şampiyon olur, kim kimi transfer eder.. hiiç takip etmem, haberim bile olmaz. Gazetelerin son bir kac sayfası benim için mevcut değildir; televizyonlarda spor geyikleri veya naklen yayınlar filan da öyle. Aile büyüklerimize nispet, çocukluğumda 'ben Galatasaraylıyım' dediğim günler olmuş olsa bile, milli takım da dahil, herhangi bir futbol takımının taraftarı değilim. Futbol oynamadım değil. Herkes gibi ben de oynadım tabii ki. 'Top geçer, adam geçmez' bir defans oyuncusuydum, da, nadiren ilerde oynadığım maçlardan birisi, attığım birkaç gole karşılık, bana çok pahalıya mal oldu. Çaktırmadan çelme takmak ile çaktırmadan çelme takılmak arasındaki farkı bilmediğim için, maçın sonuna doğru yediğim bir tırpan sonucu kötü düştüm ve omuzum çıktı. Tedavi ettirmediğim için, daha sonra da başıma belâ oldu. Seyyar hale geldi.. ikidebir, en beklenmedik yerlerde çıkıyordu ve tarifi zor acılar anlamına geliyordu. Mesela, gecenin bir vaktinde, uykuda, yastığı düzeltirken çıktğı çok olmuştur. Tevekkeli, kendi kendime tamirini de biliyordum da hastane hastane dolaşmadım. Fakat, o lanet olası 'mütemadi omuz çıkığı' (habitual shoulder dislocation) yüzünden --çok sevdiğim halde-- voleybol oynayamaz oldum. Sadece voleybolde değil; başka sporlarda da sorun olmuştu, ama voleybol sevmek, ve çok da içselleştirmiş olmak da --başka açılardan-- iyi birşey değildi. Omuz yüzünden değil de voleybol yüzünden amerikan futbolu veya rugby oynayamaz oldum. Top yere düşünce yere topun peşinden yere uçmak hiç de iyi fikir değidi.. Her iki takımın oyuncuları da insanın üzerine çullanıyor ve altta kalanın canı çıkmıyorsa da, 'ölmek ölmemis, ama yaşamaz' durumlarıya yüzyüze geliyorsunuz. O yüzden, voleybol meraklılarına amerikan futbolu veya rugby oynamalarını pek tavsiye etmem. En son da olmayacak bir yer ve zamanda, bir arabanın arka koltuğunda çıktı. Ve, artık canıma tak etti ve askere gitmeden önce ameliyat oldum --iyi fikirdi, yoksa askerde çok zorlanırdım. İki ay kadar sargıda kaldığı için, ve sağ omuzum olduğu için, sol elimi oldukça iyi kullanmağı öğrendim. Yemek yemek, yazı yazmak, vitesli araba kullanmak, ve masa tenisi oynamak.. O günden sonra, uzun zaman, iki elimde birer masa tenisi raketi, ya da bir elimden ötekine geçirerek, milleti deli ettim. Masa tenisini severim. Ama, turnuva gibi, maç almak, set almak filan için değil de, zevkine saatlerce oynamağı severim. Daha doğrusu, genel olarak, sayısına oynanan, ya da amacı yenmek olan türden rekabetli oyunları sevmem. Benim için oyun oyundur; yani zevkli olan oynamaktır, yenmekten ya da yenilmek cinsinden adrenalin müptelası değilim. Azıcık da yemek içmekten, atıştırmaktan bahsedeyim. En sevdiğim şeylerden birisi, bir adet CocaCola ile (cam şişe olacak, pet şişe, ya da kutu değil; Pepsi filan da olmayacak) 7-8 adet simit. Simitler de pastane simidi olmayacaklar, çekince lastik gibi uzayan, bol susamlı ve fırından taze çıkmış olmak şarttır. Bu kalitede simidi de, ben, sadece Tahtakale'de (Osmanlı'nın en rüşvetçisi olan) Rüstem Paşa Camii'nin hemen yukarısındaki simit fırınında bulmuşumdur. Bir de Fatih Köprüsünün Avrupa yakasındaki tarafında –semtin ismini hatırlamiyorum– salaş bir simit fırınında.. Ha, aklımdayken, ben cam sisede CocaCola'yı sadece simitle severim; başka herzaman da kutu CocaCola olmak zorundadır. Bu kutu CocaCola israrımın, Rusya’da ve Bulgaristan’da beni ağırlayanlara maliyeti çok büyük olmuştur. Rusya’da 120 km, Bulgaristan’da da 40 km uzaktan gönderip aldırmak zorunda kalmışlardır. Daha sonra gittiğimde, acıdım ve yanımda götürdüm. Uzun yıllar sonra, çay içerken bir adet karabiberi kırıp yarısını daha önce çiğnemenin çayın lezzetine çok olağanüstü katkılar yaptığını buldum. Onu da, karabiberli salam yedikten sonra tesadüfen çay içişimie borçluyum. Deneyin, siz de seveceksiniz. Çayı bergamutlu filan sevmem; denedim içemedim. Çin ve diğer uzakdoğu çaylarını da 'Allah kabul etsin' d'yerek ya da nezaketen içmişliğim vardır ama aramam sormam. Aslında son yıllarda, çaydan çok şipşak kahve (Nescafe Classic, sütlü) içer oldum. CocaCola'yı birakışım buna yol açmış olabilir. En sevdiğim numara 'Pi' (π) sayısıdır. Alır beni sonsuza götürür. Belki daha önce başka bir yerlerde bahsetmistim, çocukluğumda, bir şişe tentürdiyod içmişim –öksürük şurubu zannıyla. Tadını sevmiştim; annem evden uzaklaştığı anda, ecza dolabının olduğu yere güç-belâ tırmanıp, ona benzeyen ilk şişeyi kapıp yere yuvarlanmış; yakalanırım korkusuyla da şişeyi dikmişim. Tabii, içtiğim iyot ve alkol karışımı şey de tad alma duyularımı devrden çıkardığından, ne içtiğimi de herhalde pek farketmemişim. 5-6 yaşlarından bahsediyorum. O zamanlar köydeyiz. Doktor filan hakgetire. Köyün ilkokul öğretmeninin yönlendirmesiyle birşeyler yapmışlar. Bir-iki gün komada kalmışım. Beni, ateşimi düşürmek için, üzerime serdikleri yoğurt emdirilmiş çarşaflarla hayata döndürmüşler. Daha sonra da gizli sarılık olmuşum. Tentürdiyodun pankreas ve karaciğere verdiği hasar yüzünden olsa gerek. Hayli doktor gezdiydik ama faydası olmadı. Sonunda bir kocakarı ilacı ve yöntemiyle iyileştim. Onu anlatmalıyım... Bir-iki köy ötede bir kadının sarılık kestiğini öğrenince annem, ona gittik. Kadın bize bir alışveriş listesi verdi. Bir adet dana dalağı, bir adet dana ciğeri (ikisi de taze olacak), bir kilo kadar sarmısak, yarım kilo kadar da nişadır. Bir şişe de sirke. Biz de bunları alıp oraya gittik. Kadın önce, dalak ve ciğeri satırla kıyma haline getirdi. Sonra sarmısaklar soyuldu. Ardından nişadır, ciğer ve dalak kıyması ile beraber sarmısaklar bir kapta ezilerek bir bulamac haline getirildi. Sirke de eklendi tabii. Kokuyu düşünebiliyormusunuz.. Evlere şenlik. Ben de merakla bekliyorum. Sonra kadın bir çekmeceden bir ustura peydahladı. Geldi benim başımın tepesindeki saçları, bir Budist rahibe yakışacak şekilde, bir güzel kazıdı. Tepem kel oldu yani. Sonra da, o bulamacı ince bir tülbende döküp, tepemdeki kele oturttu. Koku?.. Felaket, dayanılacak gibi değil tabii.. Ardından da o 'şey' başımda dursun diye, onu bir güzel sarmaladı. Benzedim tapınak Brahmanlarına.. Sonra da bizi yola koydu. Bahar günü. Yürüyerek eve dönüyoruz. Araba yok. Olsa da --o kokuyla-- içinde oturmam mümkün değil zaten. Eve yaklaşana kadar herşey iyiydi de, eve 200 metre filan kala bir köpek zuhur etti bir yerlerden.. Başımdaki koku ilgisini çekmiş olacak ki, çok samimi davranmak niyeti olduğunu farketmemek elde değildi.. O tarihlerde kronometreli saatim yoktu, olsa da onu ayarlayacak fırsatım olmazdı; fakat, 100 metreyi 9 saniyenin altında koştuğuma eminim.. eve, köpekten evvel vardım yani.. Her neyse, bir şişe tentürdiyod içmek anlaşılan çok da kötü bir fikir değilmiş.. Onun sayesinde, alkole karşı şerbetli oldum. Balık gibi içtiğim yıllar oldu (üniversitenin ilk iki senesi) ve hiç sarhoş olmadım. Gerçi, tadını alamadığım için zıkkımı bir türlü de sevmedim. Sırf, içebildiğim için ve arkadasların hepsinin birden sarhoş olmasını sağlamak böbürlenmesi için içiyordum. 10-15 kişi ile başlayıp, onları küfelik ettikten sonra evlerine taşımak da bana kalıyordu.. Salakça bir zevk işte... Bir hayli hacimli (bira filan degil, bildiğimiz alkol ve hepsini de karıştırarak) içtiğim halde tek kuruş da para vermedim diyebilirim. Bahis filan oynadığımdan değil; başka ve ilginç bir sebebi vardı. Onu da ilerde başka bir yazıda anlatırım. Bahis oynamak dedim de.. evet, bahis oynamağı sevmem. Las Vegas'a yolumun düşmüşlüğü vardır ve tek kuruş (cent) oynamadım. Benim için anlamlı değildi --orada milleti soymak için o düzeni kurdukları belliydi ve ben de soyulmaktan zevk alan milleti gözledim. Onun zevki yeterdi. Bir de, hayli sübvanse edilmiş lokantaları fena değildi... Bir başka enteresan halim de 'üşümemek' olsa gerek.. bu yüzden, kış günü arabada klima çalıştırdığım için yakınlarımı hasta eder[d]im. Şimdilerde daha normal sayılırım. Ellerim sürekli sıcak olduğu için, elimi masanın üzerine, ya da duvara dayadığımı gören olursa şaşırmasın. Baska?.. Berber ve dişçiye gitmeği sevmem. Kelleyi birilerinin eline teslim etmek zor gelir bana. Halbuki, ne kadar zor olursa olsun, ameliyata sedyeyle filan degil, ameliyathaneye yürüyerek gitmişimdir. Anlatmasi uzun sürer, ama, bir trafik kazasında, carpışma anından hemen önce, uzanıp emniyet kemerimi sökmüşlüğüm vardır. Kabahatli olan ben değildim, TEM üzerinde, kara buz yüzünden kaymış ve yolun ortasında (yola 90 derece) duran bir araca, ben de aynı kara buz yüzünden çarptım. İçinde insanlar vardı. İstemeden de olsa katil olmak, ve öyle yaşamak istemedim. Çok şükür ki öyle bir şey olmadı; kimseyi öldürmedim. Daha daha ne anlatabilirim? Müzik zevkim? Türkülerimizi, özellikle de Sivas ve Urfa dolaylarının türkülerini çok severim. Aslında, şimdi düşününce, bunu demem yanlış oldu. Her yörenin türküsü benim için apayrı bir taddır. Alevi müziğinin ritmine baylırım. Türk Sanat Musikisi? Çok sevdiğim çok parça var. Ama, türküler gibi gönül telimi titretenlerin sayısı azdır. Bir de, makam filan gibi şeylerin ne olduğunu --kaç defa okuduğum halde-- hala daha anlayabilmiş değilim. Bilen birisinin anlatması lazım; ama hiç de rastlamadım, ya da sıram gelmedi. Klasik Batı Müziği? Sevmem diyemem.. içlerinde sevdiklerim vardır. Ama, öyle bir kadeh konyak ile oturup bilmemne konçertosunu dinlerken beni bulamazsınız.. Pop Müzik? İster yerli olsun, ister yabancı.. dinlediklerim çoktur. Ama, bunların ezici çoğunluğu birer tüketim unsuru.. kalıcı olmak amacı olan çok az... dolayısı ile, ismini söyle deseniz sayabileceklerim çok değil. Yemek? 'Whenever I see food, I eat it' diyebilmek isterdim, ama, birincisi, deniz ürünlerine o kadar da düşkün değilimdir. İkincisi de, öyle aman aman yemek de aramam. Benim için yemeğin tadı, lezzeti ve miktarı yerinde olmak zorundadır. Pahalı yerlerde süslü tabaklarda sentetik ve tadsız tuzsuz ve kuş yemi ölçeğindeki şeyler illet eder beni. Türkiye'de bir yerden bir yere giderken, eğer tek başınaysam, yol üzerindeki lokantalar arasından kamyoncuların gittiği lokantaları tercih ederim. Şehir içinde ise, esnaf lokantalarını. Yani, müşterisi devamlı olan yerleri.. Oralarda kalite ve tad daha güvenilirdir benim açımdan. Gavur ellerde de, Çin yemekleridir favorim. Vaktiyle, bir devlet delegasyonunda Çin'e gittiğimde, kafiledekiler Çin yemeğine bir türlü ısınamadığından, beraberlerindeki peksimet ve peynire talim ederlerken, ben 15 günlük bu tempolu ziyaretten 5-6 kilo alarak dönmüştüm. Ne yediğimi sormayın, ne yemediğimi sorarsanız da cevabı kolaydır ve hiçbirşeydir. Kendi yemeklerimizden, lokantada yapılmışsa, musakkaya bayılırım ama nedense evde yapılan hiçbir zaman aynı tadı vermiyor.. İşkembe çorbasına da bayılırım. Ama, o da evlerde yapılan türden, aile terbiyesi almış olmayacak.. Bildiğimiz salaş lokantalarda yapılan türünden bahsediyorum. Kelle ve kokoreç de favorilerim arasındadır. Gerçek safranla yapılmışsa zerde de yenir yani. Onun haricinde, kebaplar ve lahmacun var.. Acılı olanlar bilhassa.. Evde yapılan yemekler arasında da karalahana sarması.. Kıyma etini seçmesini bilmek dahil, nasıl yapılacağını bilen birisi tarafından yapılmışsa, beni tutabilene aşkolsun.. Bu güne kadar hiçbir lokantada karalahana sarmasının o tadını tutturabilene rastlamadım. O yüzden, arkadaşlar arasından annesi ya da karısı karadenizli olanlar benim için özel yere sahiptir. Davet etsinler de karalahana sarması nasip olsun bu fakire deyu atmadığım takla kalmaz.. Tatlılar... Hmmmm.. Fırında sütlaç.. Gerçek sütten yapılacak. Üzeri de kızarmış olacak --mevzi yanıklar olacak ama her tarafı kapkara da olmayacak.. Bir tencere büyüklüğündeki bir tas fırında sütlaç yiyebilmek için Adapazarına gitmişliğim çoktur. Ama, malesef TEM yapılalı beri yolum pek düşmedi --daha doğrusu bulamadım-- yol kenarındaki o benzincideki o lokantayı. Mercimek çorbaları da çok iyiydi.. özledim şimdi.. Burma kadayıf.. şööle 3-4 santim çapında ve içi de kızarmış antep fıstığı dolu olan.. Tabağıma uzananı vururum Allahıma! Pastalar? Frambuazlı olsa yerim.. çikolotalı da olacak ama.. Onun haricinde aramam pek.. Başka ne? Uyku.. Üstüste iki gün (48 saat) ya da daha fazla, hiç uyumadığım çoktur. Ondan sonra da 10-12 saat uyuduğum olur. Ama, genelde daha kısadır. Alakasız saatlerde uyurum. Uykusuz olduğum zamanlarda çok daha 'attentive' (dikkat kesilen) olurum. Süratli araba kullanırım.. Galiba yol isteme adabını öğrendiğimden olacak, önümdeki araba yol vermekte hiç güçlük çıkartmaz. Hatırladığım sürat rekorum, bu ülkede, 290 km/saat. Diyar-ı küffarda 310 km/saat yaptığım oldu. Uzunca bir süre o hızlarda gittim; kiralık bir araba idi. Poliste herhalde bir albümü dolduracak kadar fotoğrafım birikmiştir. Kiralık arabalarda plakaya kesilen cezaları tahsil edemiyorlardı. Ben de, haliyle, çok üzülmüştüm. Ama onlar eskidendi. Yakın zamanda, iki hafta kadar oldu, 270 km/saat civarına çıkabildim ancak. Bunun yanısıra, uzun yol gitmeği de severim. Bir iki defa 15 dakikalık molaları saymazsanız, bir defada 2,000 km'den fazla yol gitmişliğim hiç de az değil. Uzun yol giderim dedim, ama, mihmandarlığım (navigation) hiç de iyi değildir. Adres madres bulmak konusunda tam anlamıyla bir moron olduğumu çoktan kabul ettim. Göçmen kuş olsam, ilk mevsimde kaybolup bir yerlerde zıbarırdım herhalde. O kadar berbattır bende yön duygusu ve yol bulmak yeteneksizliği.. En klasik örneğini de askerlik zamanlarımdan hatırlarım. Unutmam mümkün değildir de ondan.. Ankara gibi bir yerde, Kara Kuvvetleri Karargahı ile oturduğum evin olduğu yer arasındaki mesafe 10-15 km idi; ama ben her akşam eve giderken kayboluyor ve o yüzden de her hafta 400-500 km ekstra yol yapıyordum. Sırf o sebepten dolayı, servis olan bir yere taşındım... Ne okurum? İşte bu sorunun cevabı hem kolay hem de zor. Roman, hikaye, masal filan gibi şeyleri okumağı hiç beceremedim. Yani, o platforma hiç terfi edemedim. Ben daha çok aykırı şeyleri okumaktan hoşlanırım. Aykırı olmaları önemlidir. Benim burada bahsettiğim 'aykırı' olmak bir tür beyin fırtınasıdır ve daha önce farkında olmadığım, bilmediğim, aklıma bile gelmeyen şeyler içerir. Yoksa, bilâ sebep isyankârlık hezeyanlarını okumaktan hoşlanırım anlamına gelmez. Teknik, teknoloji filan hakkında bir hayli okurum. Ama, onlar genelde benden başka çok az kimseyi ilgilendirdiği için üzerinde durmayacağım. Onların haricinde, siyasi analizler okurum. İktisadi analizler de aynı kapsamdadır. Tarih de öyle. Fakat, dediğim gibi, basmakalıp şeylerin tekrarı olan türden olmayacaklar. Bir de Türkçe var.. Türkçe benim ilgi sahamın önemli bir kısmını kapsar. Bir anlamda da anlamsız derecede bir ilgidir bu; çünkü, Türkçe konuşanların aklına, Türkçe ile ilgilenmek deyince, edebiyat merağı gelir. Benimki edebiyat filan değildir; 'doğal dil işleme' dedikleri türdendir onun da en alt seviyesi olan morfoloji çerçevesindedir. Bu da, bu konuya özel alakası olan az sayıdaki kişinin haricinde, kimsenin ilgisi çekmez. Bir başka deyişle, tenha bir ilgi alanıdır. İnanç bağlamında da, benim için hiç bir fani kutsal değildir. Tabii ki, bazıları bazılarından daha kıymetlidir ama kutsallık mertebesine varmaz bu. Bir dönem ateist oldum. Yeteri kadar anlamlı bir model olmadığı kanaatine vardığım için, artık değilim. İdeolojilerin herhangi birisi ile hiç bir zaman başım pek hoş olmadı. Bir dönem Kemalizm/Atatürkçülük ile yakından ilgilendim; fakat devlerin yakından görünüşünün cüceydi. Artık değilim. Müslümanım. Ama, benim kendi tabirimle, bir 'border-line müslüman'.. yani, din külliyatıyla da din müessesi ile de değişik noktalarda anlaşmazlığa düştüğüm çoktur. Daha iyi bir etiket buluncaya kadar Hanefi/Maturidi olduğumu söyleyebilirim, ama, --dediğim gibi-- bu, o modelin tamamını içselleştirdiğim, temsil edebildiğim anlamına gelmez. İslam'a cepheden yapılacak saldıralara herzaman karşı geldim, ama, İslam adına beni kumanda etmek isteyenlere karşı tavrım da aynıdır. Kişinin inancı akla dayalı kişisel bir tercihi olduğundan, benim baktığım yerden, inanç inancı beniseyenden bağımsız sayılmaz ve bu yüzden de 'sümme haşa o tartışılmaz!' yaklaşımına hiç sıcak bakamadım. Kendi aklıyla seçmiş olduğu bir şeyi tartışmaktan kaçınanları hiç anlayamadığımı söylemek istiyorum. Kendi aklıyla seçmeyip, genetik ya da gelenksel sebeplerle bir inanç edinelere sözüm yoktur. Onlar benim içinde olmadığım apayrı bir kümedir. Eşitlik hurafesine inanmam. Farklı bağlamlarda mukayeseli üstünlüklere inanırım. Yani, bence, meleke, yetenek ve beceri bağlamında bireylerin birbirine değişik şekillerde üstünlükleri vardır. Ve, hiçbir üstünlük de mutlak değildir. Dolayısı ile, kadın erkek eşitliği vb şeyler benim açımdan abestir. Hukuk önündeki eşitlik hariç; yer gelir kadın üstündür, yer gelir erkek.. yer gelir bir kadın bir diğer kadına, yer gelir bir erkek de diğer erkeğe üstün olur.. Aslolan, bence, herkesi heryerde ve herzaman sürekli eşit saymak değil; kimin nerede daha üstün olacağını bilmek ve kabul etmek... Daha zor olan da,bence, budur. Aksi halde, sırf eşittir diye, bir papağan kolonisinde olduğu üzere, ağzı olan konuşur ve hiçbirşey çözüme kavuşmayabilir. Fikirler benim için kıymetlidir, de, hiçbirine zerre kadar vefa duygum yoktur. Aklıma yatmayan bir fikrim olduğunda, gözünün yaşına bakmadan terkederim. Daha sonra da bana birisi çıkıp da 'ama, sen o zaman öyle düşünmüyor muydun?' cinsinden bir şeyler sorup o fikre bir vefa göstermemi beklediğinde de onu (o fikri) sadece nostaljiyle yadederim. Aldırmam yani. Neyse; bunu daha fazla uzatmadan özetleyeyim: Bendeniz, Paretocu olmayan türden bir elitistim. Herhangi bir sebeple, ya da bakımdan benden üstün olanlara --o kapsamda-- saygı duyarım. Arzederim.
Muhtelif arama motorlarından her gün bu bloga bazan bin adet civarında, bazan da bunun katları kadar kişi gelir. Aradıkları şeyler hep ilginçtir. Kimisini okumaktan ben hicap duyarım, kimisi insanı durduk yerde kahkahaya boğar.. kimisi acıklı bir şeylere işaret eder.. Yani, hayatın bir kesitidir her biri..
Aşağıdaki liste, bir saat içinde gelenlerin kısaltılmamış bir sıralamasıdır. Ben sadece önce hepsini küçük harfe sonra alfabetik sıralamaya dönüstürdüm, mükerrerler de böylece listeden çokmış oldu.
Şöyle bir gözatmak isteyebilirsiniz belki..
- 15 yaşındaki akrabaların sevişmesi
- 16 3 2007 gecesi ceviz kabuğu anket sonucu
- 2 uzun mısra 1 kısa mısra ile yazılan divan şiiri...
- 2006 demirbaş masraf yazma haddİ
- 275 kiloluk mermiyi kim kaldırmıştır
- 7. sınıf türk'çe testleri
- akrabalar
- akrabalık isimleri
- akrep belgesel
- ankara olgulaşma enstitüsü
- anonim
- anonim mani
- aratlıoğlu
- atatürk'ün eğitim ve sanat ile ilgili söylemiş...
- baglac
- balaban asiretleri
- bayram gelmiş neyime kan damlar yüregime
- bayrampaşa ceza evi sübyan koğuşu resimleri
- beş heceli şiirlerde ahenk unsurları
- biligisayara şiir yazmak istiyorum
- bostancıda oto galeride çatışma
- bul getir beste kimin
- bulgaristan nüfus
- büyüttüm besledim asker
- cahit sıkı tarancının bütün uzun şiirleri
- cevdet akbay
- ciflikte sex
- çamaşır makinesi yokken nasıl yıkanırdı
- çantamdaki keloğlan
- çaycuma türküsü
- çaydanlığa su koyduktan hemen sonra kaynayınca neden...
- çağdaşlik
- çekim ekleri vikipedi
- çiflikte sürat yapma oyunu oyna
- çizmeli kedinin hikayesinin özeti
- çiçek utansın
- çocuk pornosu zararları
- çocuk teror
- çok acil muhasebe eleman arayanlar beyoglu kasimpaşa...
- çorba fonları vikipedi
- çoçuk doğmadan babalık testi yapılabilirmi
- çoçuk pornosunda iftira
- çüngüş çeçenleri
- debt funds
- dil bilgisi sesli uyumu ornekler
- dirhem
- elli dirhem
- enteresan takı çeşitleri
- erkek kiracı arayan kadınlar
- etimoloji
- evrim teorisi ve doğruluk derecesi
- falih rıfkı atay
- fındık nerelerde yetişir
- fış fış kayıkçı horozumu kaçırdılar
- gazel örneği
- gidiyom gidemiyom türküsünün hikayesi
- gül bahçeleri
- günümüzde gezmek görmek eğlenmek için uzaya gidiyor
- hansel ve gretel türkçe
- hasret bende türküdür
- hayvan kromozomları
- helal süt emmiş aile kızları aranıyor
- hisim kime denir
- hislon mekanik bayan kol saati
- ışıkçılar
- iftiranın topluma zararları
- ingilizce şiir okumak istiyom beni deli etmeyin
- isbât-ün-nübüvve
- islamda ahiret inancı
- israilde kürtlerin durumu
- istanbulun nüfus miktarı
- istiklal marşini kim temsil ediyor?
- istiklal marşının aruz vezni belirt
- kamil hüsnü terek
- kandavası
- kapak olacak sozler
- karaköy genelevine gidenler
- kelime yapısı
- kelimenin yapısı
- kemal tahir
- klonlamanın fayda ve zararları nelerdir?
- konuşmamız lazım bogaz col
- kulağımdan çekerek
- köpek al
- kül kedisi
- kıbrısta eski bayramlar nasıldı?
- kırıkkale'nin meşhur
- lisan ile ilgili kısa bir şiir
- lokman hekİm
- mahlukat pornosu
- makka
- manisadaki çepniler
- milli marşı dinlerken nasıl davranılır
- moris şinasi
- morris şinasi
- musevilerini ibadet yerleri
- münazarada ideal yokluğu
- müzmin resimler
- nasrettin hocanın eşşeğe ters binişi
- oedipus
- ölenle ölünmüyor
- ölüm allahın emri ayrılık zor
- ölüm ile ayrılıgı tartmışlar elli dirhem fazla...
- ölüm ile ayrılığı
- önceden elektrik olmasaydı neler kullanırdık
- pamuk prenses
- peygamberliğin ispatı
- pijama altı ve falaka
- renkler yeşil
- robert beauchamp
- romen rakkamlarını kim bulmuştur ve nezaman...
- rüyamda kağıt para sayıyordum manası nedir
- rüzgar istikamet göstergesi
- sait sıtkı tarancı'nın metin incelenmesi
- selahaddin içli
- serahaten söylesem acaba
- serbest şiirde gurbet şiirleri
- serbesti
- sıdıka avar
- solunum sisteminin faydaları zararları
- sosis köpek cinsi kaç yıl yaşarlar
- sosyal kurumlar olmasaydı dünyada neler olurdu
- sözcükleri hecelere ayırma
- şalvarli ete elaman arayanlar
- şarkıcı besim akkaş
- şehadetname nedemektir
- şiir deki kafiye uyak vb bulma
- şiir serbes yazma
- şiir yazma
- şiir yazma kurali
- şiir yazma yöntemleri
- şiirlerindeki konulur arif nihat asyanın
- şinasi'nin hayatı
- tabiata insan ne güzel uymuş
- takı türleri
- turİzm yörelerinde ne yapabiliriz
- türkçe kelime yapısı
- türkçede geniş zamanlar
- türkçede takılar
- türkçenin anadil olarak kullanıldığı yerler
- türkçenin anadili olarak koşulduğu ülkeler
- türkçenin problemleri
- türkçenin ana dil olarak kullanildiği yerler
- türkçenin özellikleri
- türkçeyle ilgili kitap
- uçak olmasaydı neler olurdu?
- unauthorized ne demek?
- urum
- uyaklar
- ünlü buz patenci robert beauchamp
- üsküdar ve kadıköyün saatli yapıları
- üst dil
- üstünlük kompleksi evrim
- ütopya çeşitleri
- ütopyaların kısa açıklamaları
- ya makka
- yabancı dillerden dilimize geçen sözcükler
- yabancı kelimelerin türkçeye girişi
- yalçın küçük arnavut
- yalçın küçük röportaj
- yapı kullanma izin belgesi almanın kamuya ne gibi...
- yaşadığımız yerde çevre kirliliği varsa...
- yeni tanışınca söylenecek olanlar
- yunus emre mal sahibi mülk sahibi
- zarf bağlaç
- zengin semtleri
- zillet anlamı
Şimdi.. madem millet akla gelen ve gelmeyen herşeyi arıyor, ben de tuttum uçuk bir şey yazayım dedim Google'a.. mesela, mesela.. 'aklı başında kadın' yazıp aramak fena olmazdı..
Onu özellikle seçtim; çünkü 'aklı başında kadın' lafını gören erkekler bir köşeye sinecekler, buna karşılık taife-i nisanın militan cenahı tepki [*] verecekti; benim de bu bloga bir kaç bin hit daha almam anlamına gelirdi bu..
[*: Tabii, bunu buraya böyle açıkça yazınca kimseden pek ses çıkmayacak, ama olsun, ses çıkarAmayacak olanların kıvranmalarını görür gibi olmak da ayrı bir --nasıl desem-- ummmm... 'üzüntü kaynağı' olacak benim için.. yeah right.. :) ]
Google'da ilk sırada çıkanı tıklayınca ne göreyim.. Aman yarabiii.. bir maden...
Oradaki yazıyı --olur ya, silerler diye-- aşağıya kopyalayacağım, ama, önce gözlerime inanamadığım için, sitenin künyesine baktım. Sağolsunlar, künyesi de vardı çünkü.
Künyede, Genel yayın Yönetmei olarak bir erkek ismi (Ali BAKIN) geçiyor, ama editörler (2 editör var) kadın. İsimleri de Vildan AÇAN, Neslihan UÇAR..
Her iki editörün de kadın olması beni rahatlattı. En azından kadınlar hakkındaki yazılarda onların oluru da alınmış olmalı.
Orinalini oradan bakabilirsiniz; ilgili yazının --daha doğrusu testin-- bir kopyasını --tedbiren-- aşağıya alıyorum:
Bu test BAYANLAR için düzenlenmiştir.
Aklı başında bir kadın mısınız?
Çevrenizde olup bitenlere karşı duyarlı mısınız? Olaylardan ipuçları çıkartıp, durumu hemen kavrayabiliyor musunuz? Kendinizi tanımak için bu testi çözebilirsiniz...
1.- Kendine çok önem veren, moda trendlerinden haberdar, temizliğe çok dikkat eden bir kişi var karşınızna. Ama bir türlü size olan aşkıyla ilgili bir girişimde bulunmuyor. Bu durumda ne düşünürsünüz?
- Durumun çok iyi olduğunu düşünür, arkanıza yaslanıp, onun hazır olmasını bekleyeceğiniz için sevinirsiniz
- Onu arkadaşınız olarak kabul edersiniz. Başka kim sizin dertlerinize ortak olabilir ki?
- Gelecek sefer düzenlediği partide onun üzerine atlarsınız. Zaten aşkınızın tadına bir kez varınca sizden vazgeçemez.
2.- Haftalardır, patronunuz hazırladığınız raporlardaki hataları düzeltip size geri yolluyor. Siz:
- Geç saatlere kadar kalıp, nerelerde hata yaptığınızı anlamaya çalışırsınız.
- Patronunuzun sadece işini yaptığını düşünürsünüz.
- Ofisine dalar ve konuyu enine boyuna tartışırsınız.
3.- Zamanınız çok kısıtlı, ama hem güzel bir yemek yemek hem de sinemaya gitmek istiyorsunuz. Gittiğiniz restoranda garsona karşı tavrınız ne olur?
- Garsona, onu delirtene ve yemeğinizi getirene kadar her beş dakikada bir "Yemeğim nerede?" diye sorarsınız.
- Garsonun sinemaya gideceğinizi tahmin ettiğini ve yemeğinizi zamanında getireceğini düşünürsünüz.
- Oturur oturmaz, ona sinemaya yetişmeniz gerektiğini söyler ve yemekle birlikte hesabı getirmesinin mümkün olup olmadığını sorarsınız.
4.- Ona sırılsıklam aşıksınız. Tek probleminizse, onun sadece çarşamba akşamları boş olması ve ev numarasını size vermemesi. Siz:
- Numarasını rehberden bulur ve eşine "Eşinizi benim tanıdığım kadar tanıyor musunuz?" diye sorarsınız. Bu, onu sizin kollarınıza getirecektir.
- Çok yoğun bir iş hayatı olduğunu ve onunla görüşebildiğiniz için şanslı olduğunuzu düşünürsünüz.
- Onun telefonlarına cevap vermezsiniz. Eğer bekar olduğu izlenimini vermeye çalışıyorsa, sizi aşk üçgeninin içine çekmeye çalışacak demektir.
5.- İşyerinizde, patronunuzun size verdiği görevlerin yazıldığı pano boş. Ne yaparsınız?
- Patrona sizin de üzerinde çalışılacak dosyalara ihtiyacınız olduğunu hatırlatırsınız.
- Çalışanların ne yapıp yapmadıklarını kontrol etmenin patronunuzun görevi olduğunu düşünürsünüz.
- İşinizi iyi yaptığınızı düşünürsünüz.
6.- Özel bir partiye gideceksiniz ve bunun için alışveriş yapıyorsunuz. Satıcıysa size çok pahalı seçenekler sunuyor. Siz:
- Gösterdiği şeyi alırsınız. Sonuçta o modayı iyi bilen bir kadın ve size sunduğu kıyafetler de iyi bir yatırım sayılır.
- Teşekkür eder ve geri geleceğinizi söylersiniz. Daha ucuz bir mağazaya girersiniz.
- Ona "Üzgünüm ama bu ay için beni kazanç listenizden çıkartmanız gerekiyor. Daha uygun fiyatlı ama şık, kaliteli bir şeyler gösterir misiniz?" dersiniz.
7.- Geçen seneden beri yerel televizyonların imtihanlarına giriyorsunuz, ama hala bir cevap alamadınız. Ne düşünürsünüz?
- Hoppa bir sarışın olmadığınız için ayrımcılığa uğradığınızı düşünürsünüz.
- Bu konuda profesyonel bir yardım almanın ve daha iyi hazırlanmanın zamanının geldiğini düşünürsünüz.
- İstasyondaki insanların sizi aramak için zamanlarının olmadığını düşünürsünüz.
8.- Bir gece kulübündesiniz ve yeni tanıştığınız bir kişi sizi eve bırakmayı teklif ediyor. Siz:
- Kibarca reddeder ama telefon numarasını istemeyi ihmal etmezsiniz.
- "Sen beni ne zannediyorsun?" diye sorarsınız.
- Kabul edersiniz. Kim gece tarifesiyle taksi parası vermek ister ki?
9.- Sevgilinizin ailesiyle, yani potansiyel kayınvalide ve kayınbabanızla yemektesiniz ve konu kürtaj haklarına geldi. Sevgilinizin babası bu konudaki fikrinizi sorduğunda ne cevap verirsiniz?
- "Annem bana her zaman, yemek yerken asla seks, din ve politika konuşma derdi" diyerek cevabınızı şaka yollu geçiştirirsiniz.
- Özgürce ne düşündüğünüzü bilmelerini sağlarsınız. Bu, sizi tanımaları için bir şans sayılır.
- Devletin elini kadınların vücutlarının üzerinden çekmesi gerektiğini söylersiniz.
10.- Aşağıdaki şıklardan istediklerinizi işaretleyin.
- Tam zam alacağınız dönemde çalıştığınız şirket iflas edeceğini açıklarsa yine de zam istemekte ısrar edersiniz.
- Her gün gazete okursunuz.
- İş yemeklerine giderken kartınızı yanınıza almayı hep unutursunuz.
- Beş parasız bir sanatçı olsa da sevgilinizden/ nişanlınızdan/ eşinizden pahalı bir mücevher beklersiniz.
- Bir evi nasıl düzenleyeceğinizi bilirsiniz.
- İşe giderken seksi kıyafetler giyersiniz, böylece herkesin sizin eğlenceli yönünüzü anlamasını sağlarsınız.
Şimdi.. tekrar ediyorum.. yukarıdaki test en azından iki kadının elinden geçmiş.. ve, bunun sonucunda 'aklı başında kadın' olup olmadıklarını anlayacak, bunu okuyan kadınlar..
Eğer test bu ise, benim söyleyecek iki şeyim var:
Birincisi, kızlar, bu testleri kaldırın atın ve annenizle, teyzenizle, halanızla konuşun. Onlar, eminim bu testi hazırlayanlardan daha akıllıdırlar.
İkincisi, eğer değillerse, ben 'aklı başında kadın' denen mâahluğun mevcut olamayacağına hükmedeceğim.
"Peki, de, Google'da 'aklı başında kadın' aramak da nereden çıktı şimdi?" diye sorabilirsiniz.. Deli miyim ben.. ona cevabım "Hiç işte, bir baktım, var mıdır?" olmayacak tabii ki..
Ben de, sadece, yukarıda listelediğim şeyler gibi, aklıma gelen uçuk kaçık bir şeyi Google'da aradım sadece.
Zaten bunu böyle yaptığımı, ve yapacağımı ta en baştan da söylemiştim.
Vurmayın, yahu. Vallahi de söyledim, billahi de söyledim.
Şu sıralarda ABD'ye çok sık gitmek çok da iyi bir fikir değil galiba.. İngitere'ye de gitmek öyle aslında. İnsanın aklına çok olağanüstü, kimsenin daha önce düşünemediği, havsala ötesi ilhamlar geliyor olsa gerek.. İngiltere'de ahalinin evinin içine kamera yerleştirmelerine ramak kaldı... Bütün bunlar da, evi şatosu olan, modern demokrasinin beşiği, mahremiyete pek de önem verdiği söylenegelen İngiltere'de oluyor. ABD ise bambaşka, orada da özgürlükler filan çok önemli.. idi.. Ta ki, 11 Eylül yüzünden/sayesinde neredeyse tamamı tırpanlanıncaya kadar. Şimdi onlar da, tıpkı biz üçüncü dünya ülkelerinin vatandaşları gibi, 'aksini ispatlayıncaya kadar suçlusun' hukuğuna bürünüyorlar. Maksat terörü engellemek olduğu için de akan sular duruyor tabii. Bizim bu iki medeniyet membaından bazı farklarımız oldu yakın zamanda --herhalde paramız daha az olduğundan-- bizdeki kamera sayısı o kadar yüksek olamadı. Ayrıca, Milli Güvenlik Kurulunu askerlerden arındıralı beri, --çok şükür-- içimiz çok rahat --artık olmadık yerde bizi dinleyen, takip eden, izleyen kalmadı. Bir de, bizim karar almak mekanizmamız daha hantal olduğundan (olsa gerek), her türlü özgürlüğümüzü iki dudağı arasına teslim edeceğimiz bir tepe yapılanmamız olmadı. Fakat, 'olmadı' değil de 'olAmadı' demek galiba daha yerinde bir kelime seçimi olacak. Ya imkanlarımız elvermiyordu, ya da sıramız gelmemişti yani. Halbuki, şimdi öyle değil. FehmiKoru'nun 21 Mart 2007 tarihindeki yazısına bakacak olursak, artık sırası gelmiş gibi görünüyor. Yazısında, Fehmi bey, Hrant Dink cinayetinde sistemin ne derece beceriksiz ve çaresiz kaldığını bir hayli anlayışlı ve bir o kadar da 'apologetic' bir dille anlattıktan sonra can alıcı önerisini gündeme getiriyor:
Dink suikastından hemen sonra birkaç kez burada da ifade ettiğimiz yeniden yapılanma ihtiyacı bu gerçeğe dayanıyor. 'Kamu güvenliği bakanlığı' adıyla yeni bir yapılanmaya ve sonuncudan başlayarak 1990 ocak ayındaki Muammer Aksoy suikastına kadar bütün siyasî şiddet olaylarının dosyalarını tek elde toplamaya ihtiyaç var. İlgili her bakanlığın en deneyimli elemanlarını bir araya getirecek yeni yapılanma için daha kolay çalışmasını sağlayacak yasal düzenlemeye de gidilebilir. Bu iki aylık performansa bakılacak olursa, hükümet, kendi varlığını da hedef aldıkları bilinen çeteleri darmadağın etmeyi de mümkün kılabilecek bu büyük fırsatı henüz değerlendiremedi; böyle devam ederse, korkarım, çeteler, başka yolla da olsa, hükümetin sonunu getirebilir.Evet, 'Kamu Güvenliği Bakanlığı' (KGB) adıyla yeni bir yapılanma lazım... sırası geldi, yani. İsmi bile insanın kulağına hoş geliyor.. Herşey kamu güvenliği kapsamına gireceği için, herşeyin bağlanacağı, herkesin karşısında el-pençe divan dıracağı bir süper bakanlık.. KGB.. Ben bu fikre bayıldım.. Bayıldım ama, öte yandan Fehmi Koru'yu da müthiş kıskandım. Ben de ABD'ye, İngiltere'ye daha sık gidip oralardan bu tür fevkalade fikirleri ülkeme taşımalıyım. ABD'de 'Department of Homeland Security', İngiltere'de de 'Home Office' ile son derece yakın teşrik-i mesailerim olmalı benim de. Yoksa, bu ilişkilerim, bu kadar yakın ve sıcak olmazlarsa, bu tür fikirleri dile getirdiğimde bana faşist filan diyeceklerinden korkarım. Haksız olmazlardı gerçi, ama neme lazım; haklı bile olsalar, desinler istemem doğrusu. Fehmi Koru'yu da müthiş bir başka sebepten ötürü daha da kıskandım: 'Kamu Güvenliği Bakanlığı' (KGB) ismini bulduğu için.. Başka hiç bir şey demesine ya da yapmasına gerek yok Fehmi beyin artık.. Böyle bir şeyin isim ve vaftiz babası olmak şerefi kaç faniye nasip olur ki.. insana buna nail olmuşluk bir ömür yeter de artar bile.. Kıskanmamak elde değil.. yani..
'Gelin canlar bir olalım, bir romana koşulalım'.. dersem, herzamanki tutarlılığınızı göstereceğinizi; yani beni ciddiye almayacağınızı beklerim. Bundan zerre kadar da alınmam, çünkü, bırakın yazmağı, roman okumak bile benim en zor becerdiğim --hatta hiç beceremediğim-- şeylerin ilk sıralarında gelir ve beni ciddiye almamakla bence en doğrusunu yapmış olursunuz. Denemişliğim var mıdır? Var tabii.. Yazmak değilse bile, okumak cinsinden denemişliklerim az değildir; başarılı olduklarım ise çok azdır. Sonunda verdiğim karar da, benim o konuda yeteneğimin sıfır, ya da sıfırın da altında olduğudur. Yok işte. Yapacak bir şey de yok. Vermemiş Mabud. Bir şeyi fiilen yapabilmek konusunda yeteneksiz olunca insan, onun nasıl yapıldığını merak etmiyor da değil. Ben de öyle. Bir tür 'kasap kedisi' misali, bir romanın satır satır, paragraf paragraf nasıl oluşturulduğunu seyrediyorum vaktim oldukça. 'Bakarak olunsaydı, kediler kasap olurdu' lafı hiç aklımdan çıkmasa da; 'olur ya, bellim'olur' türünden ümitlerimin de önüne geçemiyorum.. Neyse.. Bir romanın nasıl üretildiğine siz de bakmak isterseniz, 'Les Chemins de la Liberte' isimli bloga göz atmanızı önermek isterim. Blogun ismi siz yanıltmasın; blog Fransızca değil, bal gibi Türkçe. İsminin Türkçe karşılığı da 'Tarık-ı Hürriyet'.. fakat, benim bu --heyhat-- eski kafalı modernitemi bir yana koyup, günümüzün arı-duru dublaj Türkçesine uyarlayacak olusanız, karşılığı 'Özgürlüğün Yolları' olur ki, bu da bize 'Les Chemins de la Evrechè'yi hatırlatabilir. Şunu demek istiyorum, 'Les Chemins de la Evrechè' demenin 'Evreşe yolları' gibi birşeyler demek olabileceğini aklınızda tutarsanız, 'Les Chemins de la Liberte' ibaresinin karşılığının da 'Özgürlüğün Yolları' anlamına geldiğini şakkadanak bilirsiniz. Ben aynen öyle yapıyorum, ve 'liberte'nin 'hürriyet' veya 'özgürlük' anlamına geldiğni bilmekten öteye Fransızca bilmem de gerekmiyor. Bu bendeki de bir yetenek tabii ki; eğer sizin böyle bir uydurma yeteneğniz yoksa, üzgünüm ama, sizin Fransızca öğrenmeniz gerekiyor. Neyse. Konuyu gene dağıtmayayım. 'Les Chemins de la Liberte'de, Özge hanım, bir roman yazıyor. Yani, başka makaleler de olsa bile, genellikle her makale bir romanın bir kısmı. Bu da ilginç bir deneyim oluyor bir okuyucular için. Sonunun nasıl bittiğini, hemen kitabın son sayfalarına bakarak kestirmek sözkonusu bile değil. Henüz yazılmamış, ya da --en azından-- yayınlanmamış. Hangi cesamette bir romanla karşıkarşıya olduğumuz hakkında da bir fikrim yok. Birkaç yüz sayfalık bir eser de olabilir, tuğla kalınlığında da.. Tuğla kalınlığında olduğunu bilsem, --tıpkı, Vedat Türkali'nin iki ciltlik Güven isimli eserinde hissettiğim üzere-- kesinlikle gözüm korkar ve okumaktan sakınmanın yollarını arardım. Romanı blogda yazmak çok daha akıllıca bir şey, bu bakımdan. Ben --gördüğünüz üzere-- romandan anlamadığım için, ben romanın sanatsallığı hakkında tek kelime etmeğe mezun görmüyorum kendimi. Sade ve sadece pasif bir okuyucuyum (öyle olmak gayretim var). Buna karşılık, ben bir 'şekil şemail nazisi'yim; 'gaz odaları'm yoktur, ama 'yap-boz odalar'ım çoktur.. :) Roman iyi, blogda yazmak iyi.. fakat, 'şekil şemail' açısıdan bir iki şeye dikkat çekmek zorundayım. Zannedersem Özge hanım bütün zamanını bu romana hasretmiyor; romana ancak profosyonel ve özel hayatının tanıdığı zaman kadar zaman ayırabiliyor. Bunu da anlayışla ve takdirle karşılıyorum. Ama, Özge hanımın, aradabir de kendisini okuyucunun yerine koyması ve noktalama işaretlerine daha bir dikkat etmesi, bunları düzenlemek için biraz daha zaman ayırması gerekiyor bence. Bunun yanısıra, biçeme de azıcık daha önem vermesi gerekir gibi. Internet'te yayınlamanın bazı üstünlükleri de var. Bunlardan birisi de, yazdığınız yazıyı --klasik matbaa düzenine kıyasla-- daha zengin format ile yayınlayabilmek geliyor. Yani, metnin içinde değişik fontlar kullanmaktan tutun, kalınlaştırılmış (bold), italik, altıçizili (underlined) ya da değişik renklerde yazılmış kelime veya cümlelere kadar çok sayıda alternatif var. Bunların aşırı derecede kullanılması da hoş olmaz tabii ki, ama yeteri dercede kullanımı okumağı --ve dolayısıyla, daha bir tad almağı-- kolaylaştırır gibi geliyor bana. Bir de 'gövde' meselesi var.. Şu haliyle, nereden itibaren ve nasıl okuyacağınıza karar vermek kolay değil --çünkü en son makale romanın yayınlanmış en son kısmı.. Halbuki, yeni başlayan birisi, romanın başından başlamak ister. Buna da yardımcı olmak gerekir bence. Şöyle bir şey önermek istiyorum: Apayrı bir makalede, o ana kadar yayınlanmış olan bütün kısımların toplanması gerek; yani, romanın 'gövde'si.. Ve, yayınlanmış her kısım da, bu gövdenin ilgili parçasına atıfta bulunabilir (bunun için HTML kodları arasında 'anchor' kullanımına azıcık bakmak gerekiyor). Bu 'anchor'lama şart değil tabii, ama, neyin nasıl değiştiğini takip etmek açısından okuyucuya ilginç gelebilir. Ama, tekrar edeyim, 'gövde' bence şart olmakla birlikte, 'anchor' uygulaması şart değil. Neyse. Bahsettiğim bu bir iki nokta eserin özüne zarar vermek ihtimali içermiyor; bilakis, okunabilirliğini artırmak yoluyla amaca faydalı katkıda bulunacak ve --eğer yazar tarafından da gerek görülürse-- kolayca halledilebilecek detaylar... Bir 'şekil şemail nazisi'nin diyecekleri ancak bunlar olabilir... Geri kalan kısmı zevkler ve renkler meselesidir.. Ben, roman yazılmak sürecini yerinde takip etmekten zevk alıyorum. Size de öneririm: Haydin çocuklar romana..
Bugünkü yazımızın konusunu yazı yazıp bittiğinde hep beraber anlayacağımızı ümit ediyorum. Bu da, ben bu yazıya ne yazacağım hakkında en ufak bir fikrim olmaksızın başladım demektir. Yani, açık fikirle ve hedefsiz. Hedefsiz başlamış olduğuma memnunum. Aksi halde, ya ben Düşünce Tarlası nam blogu, ya da o beni hedef gösterecek olur.. Efendim.. Düşünce Tarlası'nın sahibi, Afşar beyle benim kişisel sorunum var; epeyi zaman devam ediyor. Sorunun adı da, Kerkük'tür.. Yani, Kerkük'te balyozla ceviz kırmak konusu.. Bu konuda Afşar beyle ne zaman tartışacak olsak, çıngar çıkıyor diyemesek bile, farklı düşünüyoruz diyebilirim. Farklı düşünüyor olmamızın sebebi, onun Kerkük konusunda onun haklı olduğu tarafların olmadığını düşünüyor olduğum anlamı çıkmasın; sadece ölçü, usul ve zamanlama konusunda anlaşamıyoruz. Eh --haliyle-- biz anlaşamayınca da, ikimizin ıslak imzasıyla neşredilecek bir talimat bekleyen ordular da öylece bekliyor sınırda ve müteyakkız... Başka bir deyişle, bir Bizans entrikası gibi görünse de, benim istediğim oluyor --şimdilik. Aynı fikirde olmadığımız tek konu da bu değil tabii. Milliyetçiliğin ne ve nasıl olması gerektiği konusunda da anlaşamıyoruz pek. Ama, bu da önemli değil aslında. Daha da önemlisi, zenginin malını savunmak konusunda ben Afşar beye bir türlü yetişemiyorum... Yetişmek bir yana, bazan da alenen abes ve çatlak seler çıkardığım da oluyor. Ne bileyim, zenginliği ırsî, genetik bir özellik, bir dayatma olarak pek kabul edemiyorum. Zenginlerin şanslı sperm klubüne daha da fazla ayırcalıklar tanımak bana hem gereksiz hem de adaletsiz geliyor. Ve, bu da, fikir ayrılıklarımıza taban teşkil ediyor. Öte yandan, büyüyünce zengin olmak ve Afşar beylerin çoğunluğunu oluşturduğu bir ülkede yaşamak ve canımın her çektiğini istediğim gibi ve gözümü kırpmadan yapabilmek hayaliyle yaşadığımı da bilmenizi istiyorum. Neyse. Bunlar Afşar beyle benim aramızdaki kişisel meselele, 'ah bir zengin olsam' hayalim gerçekleştiği andan itibaren sorun olmaktan çıkacak --en azından benim için. Benim zengin olmak hayalim yavan bir hayal --kendimi hiç de öyle göremiyorum çünkü--; buna karşılık, Afşar beyin Düşünce Tarlası'nda yayınladığı o güzelim kurguları, o kısa hikayeleri okumak gerçekten çok hoş. 'Düşünce Tarlası'nı okumaktan az bulunur bir lezzet bulduğumu ifade etmek isterim. Çok güzel yazıyor. Okumanızı samimiyetle tavsiye ederim. Bu tür çalışmalarla, Türkçe olanlarıyla pek sık karşılaşmıyoruz. Var olanlar da genelde acemice deneyler. Afşar beyinkiler ise öyle değil; bence pek güzel. Ne çok ağdalı, ne de çok yavan. Kısa ve güzel. Aynı cürmün, cürme muhatap olan değişik kişilerce anlatıldığı bir dizi kısa hikayesi var ki; gerçekten çok hoş. Bence okumanız gerekir. Son olarak, şunu farkettim: Afşar beyle ben nerede karşılaşsak, onu orada görmekten rahatsız oluyorum sanki. Bu güzelim eserleri çoğaltmak yerine, başka her faninin uğraşacağı ya da dile getirebileceği fikirleri kaleme alması bana zul geliyor da diyebilirim. Normal olarak, kaba davranmak benim isteyerek yaptığım bir şey değil; ama, bu tür bir açmaza girince --anlaşılan-- başka türlü davranmak elimden gelmiyor. Sanki, siyasi düşüncelerini yazmak yerine, asıl yazması gerekenleri, hayal gücünün edebi ürünlerini yazsın diye --gayr-i ihtiyari-- Afşar beye kaba davranmak eğilimi gösteriyorum. Biliyorum, benim bu davranışım rasyonel değil.. ama, na'apayım, irrasyonele rasyonel davranamıyorum. Neyse; siz en iyisi 'Düşünce Tarlası'na bir göz atın --mümkünse-- ve hatalıysam beni uyarın. Ben burdayım; bekliyorum, efendim.
A..aaa!.. üstüme goodness wellness.. olacak şey miydi bu şimdi?!!.. 'Eleştirilerin kralı' olduğumu da vurgulayarak beni 'mim listesi'ne ekleyen eski bir tanıdık, bir hanımefendinin bloguna rast geldim... Öyle zor bir durum ki.. bir taraftan 'dinleyici istekleri almak alışkanlığım yok' demişim bunca zamandır; öte yandan da --hiç alemi yokken ve durduk yerde-- Jazzetta'da Metin beyin kalbini kırmışım --ya da, en azından, yontulmağa muhtaç, ipe sapa gelmez sürüyle lakırdı etmişim--, başka yerlerde de benzer şeyler yazmışlığım var.. Yani, benim sicilim 'tescilli bozuk'... ve haberi olmayanın Internet'in bir kovuğunda yaşıyor olması, ya da hiçbirşeyi önemsemiyor olması lazım... Hiçbirşeyi önemseMEmekten bahsettim ya, o kadar da değil tabii. Bazı şeylerin önemsenmesi gerekir ki, nelerin ne kadar önemsenMEmediği daha kolay anlaşılsın. Bu karmakarışık bağlamda, olanca incelik ve nezaketiyle, Arzu hanımın şöyle hoş ve letafeti kandinden menkul bir cümleyle tevzi-i vazife eylediğini gördüm: "Ben de topu hiç huyum olmamakla birlikte eleştirilerin kralına yani Müzmin Anonim'e ve fikirlerine gerçekten kıymet verdiğim ve kıskandığım insan Aaaaaa Bbbbbb'ye atıyorum." 'Aaaaaa Bbbbbb' benim ikameci uydurmam tabii ki; ilgili linke bakasınız ve Arzu hanımın kimin fikirlerine gerçekten kıymet verdiğini ve kıskandığını görmek isteyebilesiniz diye. Yani, yanlış anlamayın, 'Aaaaaa Bbbbbb'yi kıskanan ben değilim, Arzu hanım. Onun niçin kıskandığını bilmiyorum, ama benim kıskanmam anlamlı da olmazdı zaten; sonuçta ben bir profosyonelim, ve verilen görevi yaparım. Bu 'cast'ta bana 'eleştirilerin kralı' rolu düşebilir, profosyonel hayattır bu. Bir başkasına da 'fikirlerine gerçekten kıymet verilen ve kıskanılan' konu mankenliği verilebilir; o da normaldir. Neticede, iştir bu; ünvana, titre bakmamak gerekir. Coşkun Göğen'in klasik rolünü bile verebilirdiler; vermediler ve şükretmek lazım. Hmmm.. Nedense aklıma İncili Çavuş geldi şimdi.. Kısa bilgi: Saray'da meddahtır. Hazır cevap, nükteli bir sahsiyet olarak bilinir. Padişah'a, neredeyse teklifsiz konuşabilecek kadar, yakındır. Kavuğundaki inci süsü taşıdığı için bu adı aldığı rivayet edilir. Asıl adı Mustafa'dır. Mezarı, (İstanbul) Edirnekapı Mezarlığı'ndadır. Mezar taşında, Hicri 1040 (Miladi 1630) tarihinde öldüğü yazılmaktadır. Aklıma gelen aslında İncili Çavuş değil, İncili Çavuş'tan nakledilen bir anekdot.. Efem.. Hikaye biraz daha uzundur, ama kısaltacak olursak, şöyle anlatabiliriz herhalde: Günün birinde, İncili Çavuş'u zora sokmak iseyen Padişah, İncili Çavuş'tan 'kabahatten büyük özür' örneği bulmasını ister.. Zor bir mesele.. kolay değildir 'kabahatten büyük özür'e örnek bulmak.. Bir kaç gün düşünür İncili.. ve, bir akşam vakti, ortalık loş bir alacakaranlığa büründüğünde, Harem'in girişinde bir kuytuda beklemeğe karar verir. Padişah gelip Harem'in kapısından içeri girecekken, İncili Çavuşumuz, saklandığı kuytudan çıkar ve farkettirmeden Padişah'ın peşinden seğirtir ve Popo-yu Hümayun'a okkalı bir çimdik atar.. Hayatında çimdiklenmemiş Padişah, hele de böylesine apansız ve şiddetli bir çimdik üzerine bütün ihtişam ve dehşetiye geri döner ki, ne görsün, karşısında İncili Çavuş.. Tamam, teklifsizdirler, ama bu kadarı da fazladır. "Bre nabekâr, bu ne cüret!!!" demeğe kalmadan, İncili Çavuşumuz cevabı yapıştırır: "Affedin Hünkârım; ben sizi Valide Sultan sandıydım..." Padişah afallar tabii, ama kızgınlığı azalacağına artar.. çünkü, İncili Çavuş güya özür diliyor; diliyor ama dilerken de Padişah'ın annesine çimdik atmak niyetini açık ediyor.. bu çok daha büyük bir hakarettrir.. Neyse.. işler tamamen sarpa sarmadan, İncili Çavuş, Padişah'a, bunun, emreylediği üzere, 'kabahatten büyük özür'e bir örnek olduğunu söyler ve kurtulur.. Padişah'ın bu çimdiğin altında kaldığını pek sanmıyorum, ama tarihler bu o detaya inmezler.. Şimdii... niçin aklıma geldi bu 'kabahati özründen büyük' anekdotu?.. Hay Allah... acaba niçin?.. Hem, sonra... 'Baltayı taşa vurmak' bağlamında niçin tutup bu 'kabahati özründen büyük' anekdotunu naklettim? Bilmiyorum. Neyse. Zaten, durum buyken, yani hafızam bu kadar zayıf ve zihnim bu denli karışıkken, tutup bir de eleştiriye yeltenmem hiç de doğru olmaz bence. O yüzden, her ne kadar ve her nedense 'Pazar-lamaca' blogunu Firefox'la okumağa kalkıştığımda yan taraftaki 'Hakkımda', 'Neler neler yazmışım' vb.nin olduğu sütün birbirine giriyorsa da, zinhar önemli değil. Ayrıca, blogun düsturunda yazan 'Pazar-lama Basiretli İnsanların İlmidir' sözünün de ne anlama geldiğini bir türlü anlayamamışşsam da, bunlar benim sorunumdur ve geçebiliriz. Geriye ne kalıyor? Valla, eleştirecek; hele de, hafıza zaafı olan birisinin dile getirebileceği, negatif anlamda eleştirebileceği, eleştirse de düzelmesini bekleyebileceği pek bir şey yok gibi görünüyor. 'Pazar-lamaca'da (nam-ı diğer 'MolaVerRahatla'da) herşey iyilik güzellik.. Arzu hanım, son derece seviyeli, kısa ve öz(lü) yazılar yazıyor. Yazıların çoğunluğu benim ihtisas alanlarımın dışında olduğundan kendisine aktif bir katkım olamıyor malesef. Buna karşılık, ben, Arzu hanımın yazdıklarından istifade etmeğe gayret ediyorum. İstifade edebildiğim zamanlar olmuyor da değil gerçi. Ne yazdığını bilen insanlara saygı duymak gerekir; bu bağlamda, Arzu hanımın, içerikli, özlü, itinalı yazılarının devamını dilerim. Her neyse.. bu seferlik beni mazur görün lutfen.. Eleştiriyi hem beceremem, hem de pek de modumda değilim. O yüzden kısa keseceğim; bugünkü satırlarıma son verirken cümlenize selam eder, paragrafların ellerinden öperim.