Şair ve şairimsilere merhamet
Hekimlere oldum olası acımışımdır. Yok yok, benim acıma gerekçem farklı. Az kazandıkları için ya da çok uzun saatler çalıştıkları için, veya kendilerini geliştirmek için sürekli okumak öğrenmek zorunda kaldıkları için değil. Bunlar onların seçtikleri hayatın bir parçası. Kendi düşen ağlamaz demek istiyorum.
Benim acıma hislerimin kabarmasına yol açan şey bambaşka: İnsanla uğraştıkları için.
Tabip olduğunuzu düşünün bir. Kapı açılacak ve içeriye bir hasta girecek. Siz bir profosyonelsiniz, hasta ise amatör. Derdini anlatmasını bekleyeceksiniz.
Onun ne kadar dili dönerse o kadar anlatacak... Sizin tipinizi beğenmemiş olabilir; yani siz daha ilk görüşte gıcık olabilir ve kendi içine kapanabilir. Ya da zaten sessiz bir tiptir, pek konuşmayan. Veya, konuşkan, fakat alakasız konulardan bahsetmeği seven bir tip.
Her hal ü kârda, bir şekilde derdini anlamanız, bir teşhiste bulunmanız gerekiyor. Bu amaçla kullanacağınız imkanlar da hep çok kısıtlıdır. Hasta size kendi hastalık mazisini anlatmaktan açizdir çoğu zaman.
Elinde neredeyse hiçbirzaman eski reçeteler ya da tahlil sonuçları olmaz. Hastalığının ne olduğunu da ya hiç bilmez ya da yokmuş gibi farzeder, dolayısıyla, ailede benzer hastalıkların olup olmadığını da size sıralamak aklına bile gelmez.
Hastadan tahliller istemek gerekir, ama bunlar da avuç dolusu para tutar. İsteseniz bir dert, istemeseniz başka bir dert. İstediğiniz anda siz ticari bir yönlendirme yapmış olursunuz. Ölçüyü kaçırmak ve açgözlü (yani laboratuarlarla işbirliği yapıyor olmak) zannı yaratırsınız. İstemezseniz de yanlış teşhis koymak ihtimaliniz artar.
Tahililler filan da zaten hemen olmaz. En kısa süreni birkaç saat, çoğu zaman da birkaç gün demektir bu. Bir de, tabii, hangi tahlilleri isteyeceğiniz sorusu var...
İş başa düser. Soru-cevap ile bir yere kadar gitmeğe çalışırsınız. Ardında da, dededen kalma, el ve gözle muayene gelir. Steteskopu çıkarır, hastanın vücudunda gezindirirsiniz. Beklenmedik bir hırıltı, gürültü var mı dıye...
Ardından da, problemi lokalize etmek için, hastanın karnında, şurasında burasında değişik yerlere elinizle bastırıp hastanın yüzünün aldığı yeni şekle bakarsınız. Yani, ağıran yeri bulmağa çalışırsınız. Çoğunlukla işe yarar --eğer hasta size gelmeden önce, kendi kafasına göre takılıp, dünya kadar ağrı kesici almamış ise... Yok, eğer ağrı kesicilerle kendisini uyuşturup gelmiş (ve bunu da size söylememişse), işiniz Allaha kalmış demektir...
Ağrı-sızı duymaz halde karşınızda yatan hastanın derdini anlamak zorundasınız... Zordur. Çoğu zaman da imkansızdır.
Ama, diyelim ki, bunlar bu kadar berbat çıkmadı ve bir teşhiste bulunacak kadar kendinizi rahat hissettiniz... Sıra gelir ilaç yazmağa..
Siz bir doktorsunuz; bir hekim. Teşhiste bulunmak ve bunu da isabetli bir şekilde yapmak yeteri kadar mucizevi değilmiş gibi, bir de sizin uzman farmakolog olmanız beklenir --eğer işinizi doğru dürüst yapacaksanız..
Hastanın vücut kimyasını bildiğiniz varsayılır. Aslında hiç denecek kadar biliyorsunuzdur, çünkü insanoğlunun, ilim adamlarının tamamının bildiği herşeyi biliyor olsanız bile, mevcut bilgi bu konuda hiç denecek kadar yetersizdir. Siz bunun farkındasınızdır büyük bir ihtimalle, ama hasta bunu bilmez ve duymak da istemez.
Ondan sonra da, içinde enva-i çeşit kimyasal olan, binlerce ilaç vardır. İçerdikleri aktif maddenin ne olduğunu, ne işe yaradığını ve yan etkilerinin ne olduğunu da bilmeniz gerekir. Aksi halde, tedavi edeceğim diye hastayı telef etmek riski sözkonusudur.
İlaçları tanımak da yetmez. Piyasada hangi ticari isimle mevcut olduğunu, ve piyasada (eczanelerde) mevcut olup olmadığını da bilmek zorundasınız. pahalı da olmamalıdır...
Bunca değişken ve bilinmez arasından karanlığa taş atmak durumundasınız. Hem sizin için, hem de karşınızdaki hasta için bir deneme-yanılma süreci başlamış olur..
Zordur.
Benzer şeyler, yani değişkenler sadece tabipler için sözkonusu değil tabii ki. Mühendislikte de aynı şeyler vardır. Vardır ve o da zordur. Makina mühendisi iseniz, bir rulman seçmek dahi --eğer doğru dürüst yapacaksanız-- kolay değildir. Binlerce rulman tip ve çeşidi vardır. Vida cıvata ve başka bir sürü şeyde de öyle.
Elektronik mühendisi iseniz, işiniz daha kolay değil. Çok daha az oturmuş bir sektördesiniz ve burada da binlerce değişik çeşit bileşenle muhatapsınız.
Ve, bütün bunlarda da, tıpkı ilaçlarda olduğu üzere, katalog mühendisliği yapmanız beklenir. Yani, piyasada mevcut olan bir şeyi, işi görecek ama en ucuz olanı da olmak şartıyla, seçmeniz beklenir.
Beklenir de, sonuç başarısız olursa o kadar büyük bir sorun değildir. Tasarladığınız şeyi ıskartaya çıkarır ve yeni bir tane daha tasarlamak için yeni bir izin formu düzenlersiniz. Çok olsa maddi bir zarar ve zaman kaybı sözkonusudur. Amiriniz varsa biraz sitem/fırça yersiniz, ama sineye çekilir şeylerdir bunlar.
Tabip olunca insan, 'malzeme' de insan olduğundan dolayı, 'pardon!' dediğiniz anda ıskartaya çıkaracağınız şey bir insandır... yani, hastanız.
Bütün bunlar yüzünden ben tabiplere acırım. İşini doğru dürüst yapmak isteyen her tabip, herkesin kaldıramayacağı derecde ağır bir yük altındadır bence... Onca çaresizlik içinde didinmelerine acırım; şükranla karışık merhamet hisleri duyarım.
Vaktiyle, yıllar önce --şimdi rahmetli olan-- bir tabip büyüğümüzün yazıhanesinde onun okul senelerinden kalma bir yıllığa göz atmıştım. İçindeki şu beyit aklıma geldi:
İhtiyarımla tabip olur muydum acep hiç Ger bileydim alemin bunc'onulmaz derdini
Bu beyit de, bizi, şair ve şairimsilere merhamet konusuna taşıyabilir.
Diyelim şiir yazmak istiyorsunuz. Ya da bir şeyler denemek..
Şiir de, 'duyguların söze dökülmiş hali'dir.
Derler. Ve, bence --afedersiniz, ama-- halt ederler... Şiirin duygu ile alakası, çok olsa, ilham noktasındadır. Yani, aklınıza bir konuda enteresan bulduğunuz bir şeyler yazmak gelmiştir. Bir icatta bulunmak gibi...
İnsanın aklına enteresan bir şeylerin gelmesi hem hiç zor değil, hem de seyrek karşılaşılan bir şey değil. Mesele, o enteresan şeyi fiilen peydahlamakta yatar.
Bunun sorun oluşunun sebebi de, aklınıza gelen her ne ise, 'acı', 'hasret', 'arzu', 'hüsran' vb.nin dildeki kelimelerle ve belli bir ahenkle anlatılması zorunluluğu ve zorluğudur.
Serbest de yazsanız, kafiyeli de yazsanız, yazdıklarınızın okuyanlar tarafından ahenkli bulunması gerekir. Ahenkli olması yetmez, anlamlı da olması gerekir. Yani, muhatabınızda istediğiniz duyguları canlandırmasını sağlamanız gerekir.
Bütün bunları yapmanız da, sizin o duygu selinde cebelleşiyor olduğunuz anda imkansızdır. O duygu selinin geçmesini beklemek mecburiyetiniz vardır, aksi halde --daha sonra siz okuduğunuzda dahi-- anlamsız bir kelime çorbası yazarsınız. Bu da, eğer hiç yazabilecek durumdaysanız tabii.
Duygularınız dinginleştikten,siz durulduktan sonra yazdığınız şey de, Necip Fazıl'ın (başka bir bağlamda söylemiş olsa da) söylediğine benzer: O benzeyişe benzeyişten ibaret bir şey olur. Olabilirse.
'Olabilirse' diyorum, çünkü, tıpkı bir tabibin piyasadaki ilaçlarla kısıtlı oluşu misali, siz de dildeki kelimelerle kısıtlısınız.
O kelimeleri içeren mısranın ahengi meselesi de ilaçların piyasadaki ticari isimleri gibidir. Öyle istediğiniz her cümleyi kuramazsınız. Yoksa, abuk sabuk bir şey olabilir.
Bir de, yan etki konusuna dikkat etmeniz gerekir. Mazallah, sizin kastettiğinizden farklı anlaşılabilir ve çok zorda kalabilirsiniz.
Tabipler genellikle kalabalıkları bir elde tedavi etmeğe koşulmazlar --akıllıca bir tercihtir--, ama şiirin muhatabı her an herkes olabilir. O yüzden, bir de, üniversal yazmak gereği vardır. Bunu söylerken, 'on kişiyi hayran, bin kişiyi düşman' etmek istemeyeceğinizi farzediyorum.
Diyelim ki, akıllıca davrandınız ve kalabalıklara değil de bir kişiye yazdınız ve okuttunuz şiirinizi. Yani, tekstil sektörünün diliyle söyleyecek olursak, konfeksiyon değil de, kupon çalışmak..
Bu da pek garanti bir şey değil. Hatta belki de daha zordur. Çünkü, 'noktasal atış' anlamına gelir... Kalabalıklara yazdığınızda, en azından, 'eh, ancak bu kadar oldu' türünden bir mazeretiniz olabilir ve kimseyi aşırı rahatsız etmemişseniz, geçiştirebilir, veya ucuz kurtulabilirsiniz. Kupon çalışırken öyle bir şansınız olmayabilir: Prova şansınız hiç olmaz; fakat yine de yazdığınız şeyi giyecek olanın halet-i ruhiyesine lök oturmak zorundadır. Uymamışsa uymamıştır.
Yeniden de yazamazsınız. Çoğu zaman mümkün değildir. O yüzden, akıllı olmak gibi bir amacınız varsa, aklınız başınızdayken kimseye 'kişiye özel' şiir yazmağa kalkışmamak konusunda prensip kararı almanızda fayda vardır. Prensip kararı yetmiyorsa yemin edin; o da yetmiyorsa şiir yazmaktan vazgeçin derim ben.
Zeka yaşına değil de, biyolojik yaşa itibar edecek olursanız (lütfen), yukarıda dediklerimi bir büyük nasihati, ya da damdan düşmiş bir faninin son arzularından birisi olarak okumanızı isterim.
Bu işin zorluklarına örnek vermek için biraz bakındım. Önce bir tema aradım. Rastgele bir şey olsun istedim. 'Dargınım Sana' bir tema olarak fena durmadı. Benim aklıma öyle derhal yazacak çok şey gelmedi. Hele de bunca şey söyledikten sonra, çıkıp bir şeyler yazmak --işin doğrusu, pek de işime gelmezdi.
Ben de, okkanın altına bir başkası gitsin diye, tuttum, 'DARGINIM SANA' konusunu Google'da aradım. Talihsiz bir seçim olduğunu Google'un 'DARWINISM SANA' aramak isteyip istemediğimi sormasıyla anladım. Ne alâkası vardı... Pek görenedim tabii, ve ilk seçimimde ısrar ettim.
Konu hakkında çok yazan yok --anlayışla karşılıyorum. Bulduklarım arasında şiir formunda ve ele gelir bir hacmi olan da buydu:
Ey Sevdam Dargınım Sana Dargınım ey sevdam, kırgınım sana, Ne geceler, gündüzler harcadım sana, Her nefeste adın, ismin hep dilimdeydi, Şu yaralı kalbim, söylesene kiminleydi, Üstüne bir yar sevip, başka gönüle mi yandım, Yoksa seni unutup, bir çift göze mi kandım, Ah sevdam o ateşin, her zaman içimdeydi, Şu biçare gönlüm, söylesene kiminleydi, Sevdam ile uyudum, hep seninle uyandım, Rüyalarımda bile, hasretinle bulandım, Hayallerim seninle, gözyaşım seninleydi, Şu dermansız beden, söylesene kiminleydi, Fırtınalar, taunlar, hiç sarsabildi mi beni? Kırdığında yüreğimi, ben incittim mi seni? Seninle yaşıyordum, hayatım sevginleydi, Şu yaralı kalbim, söylesene kiminleydi, Uçsuz bucaksızdım, bana zincir vurulmazdı, Sevdam diye kalktım mı, karşımda durulmazdı, O sihirli iki kelime, her zaman dilimdeydi, Şu biçare gönlüm, söylesene kiminleydi. Yırtardım denizleri, bütün dağlar korkardı, Sevdam diye haykırdım mı? gök bile çatırdardı, Merttim çelik gibi, doğruluk her halimdeydi, Şu yaralı kalbim, söylesene kiminleydi, Uysal bir adamdan, bir arslan çıkardın sen, Sevdam ile dünyaya, meydan bile okurum ben, Bir ölüm yıkardı beni, gerisi çok ipimdeydi, Şu dermansız beden, söylesene kiminleydi. Böyle sevda olmaz dendi, mecnun kıskanır seni, Leyla bile olsaydı, vallahi bırakamazdı seni, Alem sevdama hayrandı, herkesin dilindeydi, Şu garip adam, senden başka kiminleydi, Üzgünüm ey sevdam, çok kırgınım sana, Bir ömrü, gece gündüz harcadım sana, Gözü yaşlı yüreğim her zaman seninleydi, Şu ezik aşığın, söyle başka kiminleydi. Azrail kapıma gelmiş, can emaneti istiyor, Dilimse son nefesimde hala sevdam diyor, Sen uzaklarda, canım son demlerindeydi, Şu cansız beden bile sadece seninleydi. Metin EserOkudum. Umarım siz de okumuşsunuzdur.
Şimdi.. okur okumaz aklıma ilk gelen şeylerden birisi, bu şiirin inşallah gerçekleri yansıtmıyor oluşudur. Yani, yazan [*] kişinin gerçekten dargın olmadığını umuyor oluşum bir yana, daha da önemlisi, umarım yazar hayattadır.
Bunu ummak için, gerçekçi bulabileceğiniz, sebeplerim var: Şiiri yazabilmiş olması bile hayatta olduğuna işrettir. İnşallah hala daha da öyledir.
Bu da, işte, şiir yazmanın zorluklarından, talihsizliklerinden birine iyi bir örnektir. Tariflediğiniz hâl her ne ise, onu yazmak için o hâlde bulunmuyor olmanız zorunludur. Daha da ötesi, okuyan kişi sizin yazdıklarınıza değil de alâkasız şeylere de takmış olabilir..
Dargınlık hakkında yazacaksanız, dargın olduğunuz kişiye yazmanızın anlamı yoktur. İntihar filan gibi dramatik şeylerle dramatize edecek, 'süsleyecek'seniz, bu da mümkün değildir. Kısacası, hayal ürünü bir şey yazıyıorsunuz --duygu ürünü değil, '-mış gibi yaparak' bir senaryoyu dile getiriyorsunuz.
Buraya kadar sorun yok. Sorun, bence, şiirleri (şiirimsileri) lüzumundan daha ciddiye alanlarda.
İşte, ben, şairlere (şairimsilere) merhamet etmek gerekir dediğim zaman, şiirleri (şiirimsileri) lüzumundan daha ciddiye alanları kastederek söylüyorum.
Lüzumundan fazla ciddiye almak da bir tür zulmdür çünkü.
[*: 'şair' değil de 'yazan' deyişimin sebebi 'şiir' olduğunu düşünmeyişim değil; kaleme alanın kendisine nasıl hitap etmemizi isteyeceğini bilmediğim için, daha genel olan 'yazar' kelimesini seçtim.]