Halk Düşmanı: Darwinizm?

İnternet gazetelerini okuyordum, Haber3 isimli portalde bir haber ilişti gözüme. Okudum. Daha sonra da bahsedilen toplantı ile ilgili detaylar için, bahsi geçen Bilim Araştırma Vakfı (BAV) sitesine gittim. Aradığım bilgileri bulamadım, ama, aşağıdaki makale ile karşılatım. Okudum.

Onu okumadan bir kaç gün önce Asıl tehlikenin farkında mısınız? başlıklı bir yazı da ben yazmıştım. Bu derece benzerliğe şaşırdım.

Yok, yok, birbirimizden kopya çektiğimizi filan söylemiyorum. Sadece çok büyük benzerlikler olduğunu düşünüyorum, o kadar.

Makaleyi ilginç bulduğumdan, üzerinde bazı yorumlar yapayım dedim ama BAV'ın bir forumu yoktu. Ben de bu yorumları burada yapmağa karar verdim..

Darwinizm Tüm Müslümanların Ortak Düşmanıdır

Tüm evrenin ve canlılığın kör tesadüflerin eseri olduğunu iddia eden Darwinizm, günümüzün en tehlikeli ideolojisidir.

Bu tür bir iddianın dayanağının ne olduğunu gerçekten merak ediyorum.

Tamam, 'harami var deyu' korku vermenin anlamlı görüldüğü bir çok yer ve zaman biliyorum. Buna en yakın ve en güçlü etkilere yol açmış örneklerden birisi olarak, 11 Eylül vakasını ve ardında dünya üzerinde yaşatıldığımız 'gelişmeler'den bahsetmek mümkün. Karşı tarafta bir düşman lazım; aksi halde beri tarafta birlik ve beraberlik sağlamak kolay değil –hatta gereksiz bile olabilir...

Darwinizm'in "Tüm evrenin ve canlılığın kör tesadüflerin eseri olduğunu iddia" ettiğini söylemek biraz (biraz?) abartma olmuyor mu?

Benim bildiğim kadarıyla,Darwinizm, canlılarda rastladığımız türlerin çeşitliliğini açıklamağa çalışan bir teoridir –sadece bir teori, yani bir iddia; bir teorem filan bile değil.

Ne "Tüm evrenin" ne de "canlılığın" nasıl peydahlandığı hakkında Darwin tek kelime dahi etmez.

Hal böyleyken, Darwinizmin hem bir ideoloji olduğunu söylemek, hem de Darwinizmin haddine düşmemiş şeyleri (tüm evrenin ve canlılığın kör tesadüflerin eseri olduğunu iddiasını) Darwinizme malederek lafa başlamanın anlamı, gayesi ne olabilir?

Komünizm, faşizm, vahşi kapitalizm, sömürgecilik, ırkçılık, ahlaki dejenerasyon gibi insanlığa felaket getiren tüm zararlı akımların temel dayanak noktasıdır. Darwinizm, günümüzde bilimsel olarak tamamen çürütülmüştür. Sadece ideolojik kaygılarla ve propaganda yöntemleri ile ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Darwinistler, ideolojilerini yaşatmak ve toplumlar üzerindeki etkisini arttırmak amacıyla, 150 yıldır durmaksızın mücadele etmektedirler.

Bu tür argumanlar kullanarak meseleyi anlatmanın bir başka örneğini ben de bu blogda Asıl tehlikenin farkında mısınız? başlıklı yazımda vermiştim. "Komünizm, faşizm, vahşi kapitalizm, sömürgecilik, ırkçılık, ahlaki dejenerasyon gibi insanlığa felaket getiren tüm zararlı akımlar" ile Darwinizmin alakası, olsa olsa, bahsi geçen nahoş akımlara kapılmış insanlarla 'Darwinist'lerin aynı gezegende yaşaması olabilir.

Aman yarabbi.. Tesadüfe bakın ki, hepimiz aynı gezegende yaşıyoruz... Ne korkunç.

Darwinizm’i tanımayan kimseler, evrim teorisinin toplumlarda sosyal ve ahlaki olarak ne büyük felaketlere yol açtığını bilmiyor olabilirler. Bu nedenle, Darwinizm'le yapılan fikri mücadelenin ne kadar hayati bir görev olduğunu göz ardı edebilirler. Oysa Darwinist ideoloji, Allah'ın varlığını ve birliğini, insanların Rabbimiz'e karşı sorumlu olduğu gerçeğini, reddeder, insanlara sözde bir tür hayvan oldukları telkinlerini yaparak büyük yıkımlara zemin hazırlar. Dünyanın dört bir yanında bu yıkımları yaşayan Müslümanlar vardır. Darwinizm’le etkin mücadele milyonlarca masum insanın huzur ve barışa kavuşmasına vesile olacaktır.

Ben bu yazıya ciddi bir eleştiri yazmak için başladım. Ama, ciddiyeti sürdürmek hiç de kolay olmuyor. Neredeyse her paragraf benim dihidrojenmonoksit konusundaki uyarılarımı hatırlatıyor.

Bir zeka testi olarak kullanılmasında hiç bir sakınca görmesem de, ciddi bir amaçla yazıldığını düşünmek için önce o zeka testinden geçersiz not almak gerekiyor...

Neymiş; bir daha okuyalım: "Oysa Darwinist ideoloji, Allah'ın varlığını ve birliğini, insanların Rabbimiz'e karşı sorumlu olduğu gerçeğini, reddeder, insanlara sözde bir tür hayvan oldukları telkinlerini yaparak büyük yıkımlara zemin hazırlar."mış..

Peki, de, nasıl yapıyormuş bu ideoloji bunca melaneti? "Allah'ın varlığını ve birliğini, insanların Rabbimiz'e karşı sorumlu olduğu gerçeğini, reddeder, insanlara sözde bir tür hayvan oldukları telkin ederek"miş..

İyi de, nerede diyormuş bunları, Darwin ya da Darwinistler? O belli değil. Bizim görevimiz zaten böyle sorular sormak değil galiba; sadece dediklerinin doğru olduğunu kabul etsek iyi olur...

Cünkü, bunu diyen otoritenin ismi 'Bilim Araştırma Vakfı'dır ve hem bilim hem de araştırma yaptıkları bu addan da bellidir. Onlar bilmeyecek de başkaları mı bilecek? Tabii ki onlar bilecek ve gerekçelerini açıklamasalar bile her türlü hükümlerine biz de amenna ve sadakna diyeceğiz... Başka türlüsü akıl karı mıdır?

Ülkemizde de materyalist çevreler son günlerde propaganda faaliyetlerine hız vermiştir. Bu çevreler okullarda yaratılış gerçeğinin okutulmaması için imza kampanyası başlatarak, kitlesel bir evrim propagandasına girişmişlerdir. Okullarda Allah’ın adının anılmasını engellemek, Kuran ahlakından uzak bencil, çıkarcı, merhametsiz nesiller yetiştirmek istemektedirler. Ülkemizin aydınlık geleceğini karartmaya çalışmaktadırlar.

Evet. Ey millet! Aman, sizi göreyim, tetikte olun. Bu namussuz Darwinistlerin ne yapacağı belli olmaz.. En son bunların bir kısmı, okul önlerinde muşta, sustalı bıçak, uyuşturucu satarken görüldüydü.. Ötekilerim de camiye giden yollara çalı ektiğini istihbar ettik. Bu Allahsızlara imkan vermeyelim; haydi hep beraber Darwinist avına...

Bu tehlikeli durumun hemen bertaraf edilebilmesi için tüm Müslümanlar Darwinizm’e karşı birlik içinde hemen fikri mücadeleye başlamalıdır .

Evet, fikri mücadeleye başlamak için de tıpkı bunun gibi, fikir vermek yerine korku vermek, korkuyu pekiştirdikten sonra da emir talimat verecek yazılar döşenmek lazım..

1. Darwinizmle İlmi Mücadele Göz Ardı Edilmemelidir

Bazı kimseler halen, "Neden Darwinizm konusu bu kadar önemli?" diyerek kendilerince bu ilmi mücadeleyi küçümsemekte ya da "Zaten Darwin'e artık inanılmıyor, dolayısıyla bu konuda uğraşmaya gerek yok" gibi gerçek dışı mantıklar öne sürerek Müslümanların Darwinizm'le mücadelesini engellemeye çalışmaktadırlar. Bu ve benzeri iddialar, aslında Darwinizm'le fikren mücadele etmekten kaçınmak için öne sürülen mazeretlerdir. Evrim teorisi ile mücadele hemen vakit kaybedilmeksizin destek olunması gereken Müslümanların şerefli bir mücadelesidir.

Bazı kimselerin halen, "Neden Darwinizm konusu bu kadar önemli?" sorusuna cevap vermek yerine, soruyu sadece zikretmekle yetinmek ve soru sorulmamış gibi davranmak, daha da ötesi soruyu soranı namlunun ucuna yerleştirmenin 60-70 sene öncesinin Almanya'sında bir adı vardı.. vardı da bir türlü aklıma gelmiyor.. Hay Allah, bu proganda tekniğini başarıyla uygulayanların adı neydi acaba?

2. Evrimciler Topyekun Tüm İmkanlarını İdeolojiyi Yaymak İçin Seferber Etmişlerdir

Evrimcilerin propagandası, bugün ülkemizde dört bir koldan kesintisizce devam etmektedir. Evrim teorisinin bilimle alakası olmayan mahkeme salonlarına taşınması, okullarda ısrarla okutulmaya devam edilmesi, önde gelen evrimcilerin ideolojik amaçla kitaplar çıkarmaları, yerli ve yabancı bir kısım TV kanallarında belgesellerle evrim telkini yapılması, tarih, ekonomi, sosyoloji ve daha pek çok bilim dalı içine evrimle ilgili terimlerin sokulması kullanılan propaganda yöntemlerinin başında gelmektedir. Bu geniş çaplı faaliyetin karşısında dimdik ayakta durmak için tüm Müslümanların elbirlik hareket etmeleri gerekir.

Hmmm.. Evrimci diye bir kelime daha çıktı ortaya. Bu da, galiba, Darwinistlerin yardakçılarından olsa gerektir. Olmasa da farketmez, görüldüğü üzere, onlar da –hem de dört koldan– huzur ve güvenimizin temellerine dinamit yerleştiriyorlar.

Bu mel'unların neler yaptığını ben ayrıca tek tek sayamayacağım. Merak edenler bir üstteki paragrafı tekrar okuyabilirler.. Okuyunca kanınız donmuyorsa, o me'lunların tiz başlarının urulmasına hükmetmiyorsanız, sizin iman ve itikadınızı sorgulamak hakkını kendimde görürüm –peşin peşin soyluyorum, daha sonra uyarmadı demeyin...

3. Evrim Teorisi 21. Yüzyıl Bilimi Tarafından Çürütülmüş Köhne Bir Fikirdir

Evrim teorisinin bilimsel delillere dayandığını zanneden kimseler, Darwinizmle mücadele ettiklerinde bilime karşı mücadele edeceklerini sanıyor olabilirler. Hatta bilimin evrimi ispatladığını sandıkları için, kendilerinin de bu telkinlerin etkisinde kalıp, dünya görüşlerinin değişeceğinden korkuyor olabilirler. Oysa bunlar tamamen yersiz korkulardır. Çünkü, evrim bilim dışı bir teoridir. Son elli yıldır bilimin tüm alanlarında elde edilen her yeni bulgu, evrim teorisinin yalan olduğunu Yaratılış'ın ise apaçık bir gerçek olduğunu ispatlamaktadır. Bilimin gösterdiği gerçek, Allah'ın tüm evreni yoktan yarattığı, evrim teorisinin ise bilimsel hiçbir değerinin olmadığıdır.

Eh, fena mı olmuş işte? Bilim kapsamında birisi bir teori atmış ortaya başka birileri de bunu çürütülmüş... Yaşasın bilim. Peki, nesini ne zaman çürütmüş?

Pardon, böyle soruları sormamam gerekiyordu, değil mi?

Soru sormak münafıklıktır.

Soru sormak münafıklıktır.

Soru sormak münafıklıktır.

4. Evrim Teorisine Karşı Fikri Mücadelede Orta Bir Yol Benimsenemez

Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisinden habersiz olanların içine düştükleri hatalardan biri de, kendilerince Darwinizmle İslam'ı bağdaştırmaya çalışmaktır. Karşı koymanın mümkün olmadığını düşündükleri için, kendilerince "orta bir yol" oluşturmaya çalışmakta, bu şekilde tehlikeyi bertaraf edebileceklerini düşünmektedirler. Bu son derece yanlış ve hatalı bir tutumdur. Evrim bilim tarafından geçersizliği ispatlanmış bir teoridir. Ayrıca, iddia edildiği gibi, Kuran'da evrime işaret eden tek bir açıklama dahi bulunmamakta, tüm evrenin ve canlılığın Rabbimiz'in "Ol" emriyle yoktan bir anda yaratıldığı bildirilmektedir. Dolayısıyla, Darwinizm'le ilmen mücadele etmekten kaçınmak ya da "İslami evrim" gibi hayali senaryolar öne sürmek yerine, Müslümanların kendilerini bu konuda yetiştirmeleri ve bu büyük fikri mücadeleye destek olmaları gerekir.

Benim pek de haberim olmadıysa da, evrim bilim tarafından geçersizliği ispatlanmış bir teori imiş. Bunu kabul edebilirim, yani bu gerçekle de yaşayabileceğimi sanıyorum. İyi de, bu mel'un evrim teorisinin ne olduğunu, niçin bu kadar melanete yol açtığını filan bir anlatsalar ne olurdu?

Ben de onlar kadar okur, kendi kararımı verebilirdim. Bana, böyle Prezidyum kararı ile topyekün bir imha seferine çıkmadan önce bunları bir anlatsalar nasıl olur?

Pardon, böyle soruları sormamam gerekiyordu, değil mi?

5. Evrim Teorisine Karşı Yürütülen Fikri Mücadele Henüz Tamamlanmamıştır

Evrim teorisi son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalarla kriz içine girmiştir. Ancak bu evrimcilerin faaliyetlerini durdurdukları anlamına gelmemektedir. Bu teori bilimsel olarak yenilgiye uğramış olsa da fikri anlamda varlığını propaganda yöntemleriyle devam ettirmektedir. Bu yüzden Müslümanların "evrim zaten bitti, uğraşmaya gerek yok" diyerek evrimi önemsiz görmeleri vahim bir hata olacaktır. Evet, bugün evrim teorisine karşı ciddi bir fikri mücadele yürütüldüğü için evrimciler köşeye sıkışmış ve çaresiz durumdadırlar. Ancak bu durum evrim teorisinin yıkıcı etkinsinin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Mücadelede gösterilecek küçük bir zafiyette, geri atılan en ufak adımda Darwinizm’in toplumları sarsan, kanı ve şiddeti körükleyen etkisi hemen hissedilecektir. Bu tehdidin top yekûn alt edilmesi için fikri mücadeleye kesintisiz olarak devam edilmelidir.

Ne?

Fikri mücadele henüz tamamlanMAmış mıdır?

İyi de, fikri mücadeleyi kazanmadan böyle kestirme fetvalar vermek de ne oluyor o zaman? Köşeye sıkışmış ve çaresiz insanların üzerine mi gitmemiz isteniyor bizden? Bu Allaha reva mıdır?

6. Ders Kitaplarında Yaratılış Sadece Birkaç Paragrafla Anlatılmaktadır

Bugün Darwinistler, ders kitaplarında sadece birkaç paragraftan ibaret olan yaratılış açıklamasına karşı kampanya başlatmışlardır. Onların bu kararlıklarının kat kat daha fazlası Müslümanlar tarafından gösterilmeli ve geleceğimiz olan gençlerimize her fırsatta doğanın her yanına hâkim olan üstün Yaratıcı'nın, yani Allah'ın varlığının anlatılması sağlanmalıdır. Okullarımız Materyalizm ve ateizmin eğitim mekânı olmamalıdır. Günümüzün biliminin ispatladığı Yaratılış tüm delilleriyle anlatılabilinmelidir. Bunu sağlamak aydın Türk Müslümanının görevidir.

Yaratılış açıklaması eksik yapılıyorsa, onun yeterli ve tam olarak yapılmaıs için gayret göstersek daha iyi olmaz mı? Mesela, şimdi?

Nedir bu, yavrularımızın körpe dimağlarından inatla gizlenen, yaradılış açıklaması?

7. Yaratılış apaçık bilimsel bir gerçektir

Ders kitaplarında Yaratılış gerçeği sadece birkaç satırla yer almaktadır. Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise evrim teorisi bilimsel bir gerçek olarak gösterilmeye çalışılırken Yaratılış Gerçeği dogma olarak tanıtılmaktadır. Gerçekte ise Yaratılış bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçek iken evrim fikri zorla yaşatılmaya çalışılan bir dogmadır. Evrim Teorisi taraftarları, Allah’ın tüm evreni yarattığı gerçeğini, doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir fikir gibi kabul ederek, "dogma" deme cüretini gösterebilmektedirler. Allah’a iman eden Müslümanlar, bu asılsız saldırı karşısında apaçık bir gerçek olan gökleri ve yeri Allah’ın sonsuz kudretiyle yoktan var ettiğini olanca güçleriyle anlatmalıdır.

Hoop.. Yukarıda küçük harflerle yazılmıştı. Şimdi büyük harflerle: Yaratılış Gerçeği. Yani, başka bir özel bir anlamı var demektir.

Bir tarafta Evrim teorisi, öte tarafta da Yaratılış Gerçeği... Evet, son derece adaletsiz, teori ile Gerçek bir rekabete sokulmak isteniyor; bu belli. Belli, de, kim tarafından acaba?

8. Gizli Propaganda Devam Etmektedir

Bazı Medya organlarında "Kayıp halka bulundu", "işte atamız" türünde açık evrim propagandası yanında farklı bir yöntem de sürdürülmektedir. Hayatı bir yaşam mücadelesi gibi gösteren bunun için gerekirse, hırsızlığı, adam öldürmeyi meşru gösteren filmler hep Darwinist bakışın eğitimidir. Evrim teorisinin temel iddiaları her gün TV dizilerinde, kitaplarda, gazete ve dergilerde anlatılmaktadır. Dünyanın bir mücadele ortamı olduğu, güçlü olanın zayıf olanı yok edeceği, insanın sadece kendi bencil çıkarları için yaşaması gerektiği, yardımlaşma, merhamet, fedakârlık gibi üstün ahlak özelliklerinin kaybedenlere ait özellikler olduğu, yazılarda, filmlerde, konuşmalarda anlatılmaktadır. Gizli evrim propagandası alttan alttan uygulanmaya devam etmektedir. Bütün Müslümanlar, İslam’ın ruhuna ve insanların fıtratına aykırı bu propagandaları durdurmak ve İslam ahlakının güzelliklerini anlatmakla sorumludur.

"Kayıp halka bulundu" filan gibi lakırdılar bile tek başına bunun bir teori olduğunu anlatamıyor mu size? Bir teori değil de bir Gerçek olsaydı, kayıp ya da eksiğini arıyor olabilirler miydi?

Öte yandan, katılmamak mümkün değil: Darwinizmden önce her şey güllük gülistanlıktı. Tekrar o güzel günlere dönüşümüzü engelleyen tek şey de Darwinistler ve Darwinizmdir. Hak ile yeksan olunmalıdırlar.

9. Darwinizmle mücadele bilimsel deliller üzerine kurulmalıdır

Darwinizmle yapılacak ilmi mücadelenin son derece kapsamlı; teknolojinin her türlü imkânından tam anlamıyla faydalanılarak, bilimsel gelişmelerin ortaya koyduğu gerçekler toplanarak, açık ve net deliller sunularak yapılması son derece önemlidir. Yeterince bilgi ve delil sunmadan, "Madem insanlar maymundan geldi, niye o zaman hala maymunlar var, onlar niye insana dönüşmüyor" gibi yıllardır alışılagelmiş bazı örnekler verilerek Darwinizm fikren mağlup edilemez. Ya da "eğer siz kendinizi hayvan olarak kabul ediyorsanız biz de sizi hayvan olarak görüyoruz diyerek" evrimcilerin faaliyetleri bertaraf edilemez. Evrim teorisini bilimsel gerçek sanan insanlara, bizzat bilimin ortaya koyduğu sonuçları sunarak, evrimin bilim dışı olduğunu göstermek gerekir. Darwinizm'e karşı yürütülen fikri mücadelenin özü de budur.

Evet, herhangi bir bilimsel tartışmayı ya da mücadeleyi bilimsel deliller üzerine kurmak hem daha iyi hem de daha adil olur.

Fakat, her ne hikmetse, talimatnamenin (pardon makalenin) sonlarına geldik, ama, hala daha bu istikamette bir şeyle karşılaşmış değilim. Ben mi göremiyorum, yoksa gerçekten yok mu?

10. Darwinizmle Fikri Mücadele Ortak Bir Şuuru Gerektirir

Böyle kapsamlı bir ilmi mücadelenin etkili olabilmesi için Müslümanların birlik ve beraberlik ruhu içinde hareket etmeleri büyük önem taşımaktadır. Allah Kuran'da Müslümanların inkar ahlakına karşı verecekleri fikri mücadelede birlik olmaları gerektiğini bildirmiştir. Bir ayette, Müslümanların birlik içinde hareket etmemeleri durumunda yeryüzünde bozgunculuk çıkacağı şu şekilde haber verilmiştir:

"İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. " (Enfal Suresi, 73)

Böyle zamanlarda bir ayetten istifade etmek gerçekten de istifadelidir. Bunu kabul ediyorum. Ayrıca, Müslümanların birlik ve beraberlik ruhu içinde hareket etmelerinin büyük önem taşımakta olduğu ortada.

Ama, bu şuur böyle korkutmaya dayalı talimatlarla mı sağlacak? Ya, mazallah, hala daha Darwinizmi tehlikeli görmeyen Müslümanlar çıkarsa? Onları afaroz mu edeceğiz?

11. Darwinizmle mücadele Müslümanların ittifak noktasıdır

Dinsizlik dünyanın pek çok bölgesinde yaygınken, terör ve anarşi tüm insanları tehdit ederken, pek çok mazlum ve masum insan, zulüm ve baskı altında ezilirken samimi olarak iman edenlerin yapması gereken tüm imkânları sonuna kadar kullanıp dinsizlikle fikren mücadele etmektir. Müslümanların aralarındaki düşünce farklılıklarını öne sürerek birlik sağlayamamaları, yapılması gereken bu büyük ilmi mücadelede güçlerinin azalmasına neden olacaktır. İçinde bulunulan koşullar, görüş ayrılıklarını bir kenara bırakıp, din ahlakının yayılması için ittifak etmeyi zaruri kılmaktadır.

Evet, merakla bekliyordum; ne zaman 11 Eylül benzeri terminoloji iyice belirginleşecek diye. Sonunda oldu. Terör ve anarşi (ve hemen beraberinde, dinsizlik), zulüm ve baskı gibi anahtar kelimeleri bekliyordum. Eh, onlar da gedi. Artık yola çıkabiliriz..

12. Darwinizmle mücadele terörizmle mücadele demektir

Darwinizm terörizmin besin kaynağıdır. Okullarda evrim teorisi ve dolayısıyla materyalizm propagandası yapmak kapıları terörizme ardına kadar açmak demektir. Darwinizm eğitimi terörizm eğitimi gibidir. Zira terörizm, adam öldürmek, zorbalık, insan doğasına aykırıdır. Bir insanın terörist olabilmesi için, önce karşısındakinin insan olmadığına, çatışmanın doğanın kuralı olduğuna, öldürmenin ve katletmenin dünyanın gelişmesine sebep olacağına, hiçkimseye karşı sorumlu olmadığına inanması, yani Darwinist olması gerekir.

Darwinizmle mücadelemizde bizim de bir Irak'ımız olacak; o artık mukadder. Ama, bakalım tam olarak nedir?

13. Evrimle mücadele eğitimle olur

Evrimle mücadelede en etkin yol bilim ve bilimsel eğitimdir. Evrimcilerin okullarda yaratılışın okutulmasını engellemeye çalışmaları da bu gerçeği doğrulamaktadır. Bu eğitim evrimin iddialarının bilimsel delillerle bir bir çürütüldüğü, yeryüzündeki, Allah’ın sonsuz sanatının delillerinin anlatıldığı akademik bilimsel bir eğitim olmalıdır. Evrim teorisi bilimsel olarak mağlup edilmelidir. Bir daha asla geri dönemeyeceği bir şekilde ortadan kaldırılmalıdır. Müslümanlar ellerindeki tüm imkanları bu eğitime ayırmalıdır. Gazeteler, radyolar, TVler evrim teorisinin bilimsel çöküşü ile birlikte Yaratılış Gerçeği’ni anlatmalıdır. Her Müslüman elinden geldiğince bu kampanyayı desteklemelidir.

Çok yerinde temenniler bunlar.. Ama, evrim teorisini öğrenmeden nasıl olacak; o konuda ben bir ışık göremedim; ya siz?

14. Evrimin karşısına iman hakikatleri ile çıkmak gerekir

Evrim teorisinin sözde delillerinin fikri olarak çürütülmesinin yanı sıra evrimin zihinlerde kalan kırıntılarını da yok etmek için iman hakikatleri anlatılmalıdır. Yaşayan her canlının kusursuz ve kompleks sistemlere sahip olduğu, yeryüzünün ve evrenin canlıların yaşaması için özel olarak yaratıldığı ve Allah’ın kainatta yüzlerce hassas dengeyi var ettiği elimizdeki her imkanla insanlara anlatılmalıdır. İman hakikatleri, evrimin batıl telkinlerini hemen yok edecek, insanların şuurlarını açacaktır. İnsanların Allah’ı tanımalarına ve O’nun kusursuz sanatına ve kudretine şahit olmalarına vesile olacaktır.

Evrim teorisinin sözde delillerinin fikri olarak çürütüldü mü, ne zaman oldu bu? Ben bunu nasılkaçırdım. Hay Allah, bir lahza başka bir tarafa bakmayayım, filmin en önemli yerini kaçırırım hep..

Bir iki sorun var: Yaşayan her canlının kusursuz ve kompleks sistemlere sahip olduğunu söylemek kolay da, nesli tükenen ya da sakat doğanları nasıl açıklayacağız? Ya da kompleks olduğunu söyleyerek hangi gerçeği açıklamış oluyoruz, herhangi bir şeyi kompleks diyerek açıklamak mümkün müdür?

Hem, insanların Allahı tanımalarına şu küçücük ve önemsiz Evrim teorisi nasıl mani olabiliyormuş ki?

15. Evrim teorisi sadece Türkiye’nin sorunu değildir

Ayrıca şunun da bilinmesi gerekir ki, evrim sadece Türkiye’deki Müslümanların değil, dünyadaki tüm Müslümanların ortak mücadele vermesi gereken bir konudur. Çünkü evrim bir ülkenin ya da bir bölgenin sorunu değildir. Özellikle Avrupa kentlerinde düzenlenen anketler, Fransa, Almanya ve İngiltere başta olmak üzere birçok ülkede insanların büyük çoğunluğunun evrimi bilimsel bir gerçek sandıklarını göstermiştir. Evrime kanan bu insanlar her geçen gün Allah’a imandan ve güzel ahlaktan uzaklaşmakta, şiddete, teröre, çatışmaya, zulme, haksızlığa ve suça meyletmektedir. Bu gerçek açıkça evrim teorisine karşı tüm Müslümanların toplu olarak etkin ve güçlü bir karşılık vermelerinin aciliyetini göstermektedir.

Doğrudur, bence de; Müslümanların yanısıra başkalarının da sorunları var. Bu sorunların başlarında da, onlara ne yapmaları gerektiğini talimat halinde bildirenler geliyor.

16. Kitlesel, etkin bir faaliyet yapılmalıdır

Sorumluluk sahibi ve vicdanlı her Müslüman kendine "Tüm Müslümanların evrime karşı son sözü söyleyecek kitlesel bir cevabı ya da organize bir faaliyeti var mı?" sorusunu sormalı ve cevabını vicdanıyla vermelidir. Eğer böyle kitlesel ve etkin bir faaliyet olsaydı evrim çoktan tarih olmuştu. Evrim ile mücadele bir derneğin, vakfın, bir gazetenin ya da bir grubun sorumluluğu değil, tüm Müslümanların ortak sorumluluğudur. Çünkü evrim teorisi inkarcı sistemin hassas noktasıdır. Ateizmin ve materyalizmin beynidir. Evrimin yıkılması inkarcı sistemin de yıkılması demektir.

Kitlesel etkin faaliyete eskiden propaganda deniliyordu. Propaganda, yani gerçek olup olmadığına bakılmaksızın, bir şeyleri tekrar ve tekrar anlatmak.. ve bunu da en etkin şekilde insanların korkularına hitap ederek yapmak.. En iyi yöntem de, Ateizmin, materyalizm, terör, anarşi, dinsizlik, zulüm ve baskı gibi anahtar kelimelerin çağrışımlarını kullanmaktır.

17. Müslümanlar, Darwinizme Karşı Mücadele Verenleri Sonuna Kadar Desteklemelidir

Haçlı seferlerine çağrı yapan Papalar da, krallar da aşağı yukarı hep bu tür sözleri kullanıyorlardı. Fakat, bilindiği üzere, hiç bir Haçlı seferinin gerçek amacı din kardeşlerine yardım filan değildi. İlk yaptıkları onlar kılıçtan geçirmek, onları soymak, talan etmekti.

Darwinizm'e karşı yürütülen ilmi mücadelede her Müslüman sorumluluk üstlenmelidir. Tüm Müslüman sivil toplum kuruluşları, organizasyonlar, vakıflar ve dernekler ortak bir şuurla hareket etmeli, "Bu bizim organizasyonumuzun çalışması değil" ya da "Bu bizim vakfımızın eseri değil" diye düşünmeden, Darwinizmle mücadeleye katkıda bulunmalıdır. Mensup olduğu vakfın, derneğin, organizasyonun çalışmaları dışındaki tüm çalışmaları göz ardı etmek, "Bizim camiamızdan değil, o nedenle fikrine de önem vermeyiz" mantığında olmak, Müslümanlara hiç yakışmayan bir yaklaşımdır. Bu koşullar altında çeşitli bahaneler öne sürerek Darwinizmle fikren mücadele etmekten kaçınmak, birlik ve beraberlik ruhuyla hareket etmemek hem dünyada hem de ahirette sorumluluğu olan bir davranış olabilir. Samimi Müslümanların bu hataya düşmekten sakınması son derece önemlidir.

Müslümanlara neyin yakıştığına Müslümanlar –talimat almaksızın– karar verebilirler. Nacizane önerim, mücadele için, önce karşı tarafın iyice tanınmasıdır. Karşı taraf denildiği zaman, Bilim Araştırma Vakfı'nı bundan muaf tutmak için bir sebep de olmasa gerek.

Müslümanların, Allah rızası için tüm imkanlarını seferber ederek dinsizliğe karşı yapacakları fikri mücadele, Allah'ın izniyle, tüm insanlık için en güzel şekilde neticelenecektir. Birlik ve beraberlik içinde, samimiyetle yürütülecek çalışmalar, Rabbimiz'in Kuran-ı Kerim'de vaad ettiği gibi "Hakkın üstün gelip, batılın yok olmasına" vesile olacaktır. Yüce Allah'ın bu vaadi tüm iman edenler için büyük bir şevk ve heyecan kaynağıdır:

Allah rızası için tüm imkanlarını seferber ederek (dinsizliğe karşı yapılacağı söylenen fikri mücadeleye), Müslümanların maddi ve manevi kaynak aktarmaları ihtimalinin birilerini heyecanlandırmasını anlayışla karşılamak gerek. Bu durumun Müslümanları daha bir dikkatli olmağa sevketmesi beklenir.

"Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size." (Enbiya Suresi, 18)

Hep derim ya, aradabir bir ayet patlatmak çok faydalı olur. Ve, bu konuda başarılı olduklarını kabul etmek gerekir.

Bu yazımda, eksik anlatımlar var. Dikkati ve dikkate getirişi için, Suat Öztürk beye müteşekkirim. Bu yazışmaların detayı için yorumlar bölümüne bakılabilir.

Bu eksik noktaları özetle şöyle gidermeğe çalışayım:

Şu anda, neredeyse her biri bir kamp haline gelmiş olan bu her iki (evrim ve yaradılış) görüşle de benim temelden hiç bir sorunum yok. Esasen neden birbirlerine bu derece uzak olduklarını düşündüklerini de anlayabilmiş değilim.

Benim baktığım yerden, evrim ile yaradılış fikirlerinin birbiri ile çelişmesi sözkonusu değil. Dolayısı ile, bu iki fikrin birbirine rakipmiş gibi konumlandırılması bana yabancı.

Evrim teorisi, yaradılışla ilgili bir iddiaya sahip değil; zaman içinde yaratılmışların türlerinin kendi içlerinde ve birbirleri ile olan ilşkilerinde, nasıl çeşitlendiğini , değişikliklere uğrayabilmiş olduğunu açıklamakta istifade edilen bir teori sadece.

Türlerinin nasıl çeşitlendiği ya da değişikliklere uğramış olduğuyla ilgileniyor diye, evrim teorisinin Yaratıcı'nın herhangi bir vasfına eklemeler ya da çıkarmalar yapması hem mümkün değil hem de anlamlı olmaz. Hal böyle olunca, birinden birini körükörüne sahiplenip bir diğerini de iblisleştirmek, bütün kötülüklerin kaynağı olarak göstermek --neresinden bakarsak bakalım-- olumlu bir gelişmeye hizmet etmekten uzaktır.

Kamplara ayrılmış olmalarını da, diyalogdan bu kadar uzak olmalarını da tasvip etmiyorum.

Öte yandan, bu yazı BAV'a hasredilmiş bir yazı da değil. İşin doğrusu, bu derece militan bir duruş sergiledikleri sürece, BAV hakkında benim söyleyebileceklerimi iki kelime ile özetleyebilirim: Tamamen yanlış. Tarz, uslup ve içerik olarak yanlış. Kamplaşmak için özel gayret sarfettikleri intibaı çok kuvvetli. Böyle bir duruşu daha detaylı eleştirmeğe gerek görmüyorum. Not: Benim yazdığım metnin orjinalinde 'bildiri' kelimesini kullanmıştım. Bunu 'makale' ile ikame ettim. Ayrıca, bazı yazım hatalarımı da düzelttim.

Kime, ne kadar yaranmak mümkün?

Daha önceki bir yazıda, Kürt ya da Alevi olmadığımı söylemiştim; bunu biraz daha detaylandırayım: Türküm, ve Sünniyim. Amma, Türklerin ne Kayı ne de 'beyaz' boyundanım.. Osmanlı'dan önce bölgeye gelmiş olan Çepni Türkmenlerinden olduğumuzu sanıyorum. Gerçi, bu konuda tek rivayet bu değil; eskimiz, şimdiki Gürcistan'ın olan Ahıska, Ahılkelek, Aspinza, Adıgen ve Bogdanovka vilayetlerinin olduğu bölgeden de göçmüş olabilir. Eldeki kısıtlı kayıt, ve sözel aktarılagelen bilgiler kesin karar vermeğe yetmiyor, yani. Sünniliğe gelince... Evet, Sünni bir sülalem var; sülalede Sünni olmayan yok, yok da, Hasan, Hüseyin ve Ali gibi isimlerin bolca bulunduğu bir sülaledir. Bu da, onomastik açıdan bakıldığında hayli kafa karıştırıcı oluyor...

Neyse; Anadolu'da, doğduğum kasabanın artık resmi olan isminin kökenleri Frigceye kadar gider; Hititçe, Troyanca ve Arnavutça gibi dillerde de bakır madeni anlamına gelen kelimeden eklerle türetilmiş bir isimdir. 'Bakır madeninin yanı' anlamına gelir. Bu resmi adın yanısıra, Osmanlı döneminde, son iki üç asırdır pek rastlanmamakla beraber, o devirlerde hayli yaygın olan üzüm bağları ve dolayısıyla şarap üretimine atfen, Farsça 'şaraphane' amlamına gelen bir ismi de olmuş. Nedense, laik Cumhuriyet, Şaraphane ismi yerine BakırMadenininBitişiği ismini tercih etmiş... Bir bildiği vardır –herhalde ve inşallah..

Bizim oralarda, devlete karşı ilk ayaklanmalar zannedersem 100 küsur yıl öncelerine rastlar. Ekonomik sebeplere dayanır; vergi vermemek üzerine inşa edilmiş, yerel derebeylerinin kendi küçük hegemonyalarını kurma denemeleri de diyebiliriz. Bunların kimisi kanlı bastırılmış, kimisi de isyan için yola çıkanların kendi aralarında ayrılığa düşmesi sonucu başarısız olmuş. Cumhuriyet'in kurulmasındna sonra bir-iki deneme daha olmuşsa da, sonuç yine başarısız olmuş; daha sonraları pek bir hareket görülmemiştir. Görülmesine görülmemiştir, ama, Cumhuriyet'in kuruluş yapısına en yoğun muhalefetin geldiği bölgelerden birisi olarak, en hafif tabiriyle, ancak seviyeli bir beraberlik mümkün veya sürdürebilir olmuştur.

Ben köyde doğdum. Çocukluğumun da bir kısmı orada geçti. Bırakın kasabaların birbirinden farkını, aynı tepenin iki yamacındaki ahali bile, aynı dili, Türkçeyi, birbirinden (lehçeye varacak kadar) farklı konuşurdu. Yine, aynı şekilde, aynı tepenin iki yamacındaki ahalinin giyim kuşamları da ayırdedilecek kadar farklıydı. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, dışardan bakanlar için, hepimiz birdik, ama, kendi içimizde öteki yamaçtakiler bile bizden değildiler. Bu sadece bizim için böyle değildi; herkes öyleydi... İki köy öteden kız alıp kız vermeler parmakla gösterilecek kadar az, ve hakkında uzun zaman konuşulan şeylerdi..

Ben bu dönemin sonlarına yetiştim. Daha sonraları, televizyonun girdiği heryer gibi bizim memlekette de herkes o güzelim has ve duru dublaj Türkçesiyle konuşur oldu...

Bunları niçin yazdım? Kesinlikle, geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer ya da başka konu kalmadı o yüzden eski defterleri karıştırdım kapsamında değil. Dil değilse bile, kaybettiğimiz şivemiz, değiştirilen yer isimleri, zorla ya da çaktırtmadan değişikliğe uğratılan gelenek ve göreneklerimiz konusu benim de hayli kafamı meşgul etti; bu yüzdendir ki, bunları bizden daha yoğun olarak yaşayan, yaşamış olan cemiyet, cemaat ya da kavimleri ilgiyle takip etmeğe çalışırım. Bunun arkaplanını anlatmak için yazdım.

Eğer hasb-el kader mühendis olmasaydım, ve bugünkü aklım olsaydı, sosyolog olmak isterdim. Ve, sosyolog olup Anadolu'da çalışmak... Olmadı, ve galiba şimden gayri de Anadolu'da sosyolog olmanın fazla bir anlamı da yok; yani, geç kaldım...

Dolayısıyla, artık, Anadolu'daki sayısız rengin sadece amatör bir gözlemcisi olmağa çalışıyorum. Topyekün Kürt dediklerimizin arasında kendilerini bizim onları farzettiğimiz gibi homojen bir kitlenin bir parçası saymayanlar, sayanlar.. Alevi diyerek aynılaştırdığımızı sandığımız, ama, kendi içlerinde çok farkı tonlara sahip olanlar.. Sünni ya da Şafii saydığımız, ama daha fazlasını bilmediğimiz insanlar..

Bir de, tabii, ne olduğuna bir türlü karar veremediğimiz, hizmetkarımız mı, yoksa patronumuz mu, sahibimiz mi olduğu çok da belli olmayan Devlet..

Bunları düsünürken, aşağı yukarı aynı konuda yazılmış iki ayrı yazıya rastladım. İkisi de bir insandan, artık aramızda olmayan bir öğretmenden, Sıdıka Avar'dan, yola çıkarak değişik çıkarımlarda bulunuyor.

Önce birine bakalım:

Bir Zamanlar Sıdıka Avar Efsanesi

Ayla Ağabegüm; Eğitim Bilim Dergisi

Ben Elazığlıyım, lise yıllarım Avar Efsanesi'ni dinleyerek geçti. Avar 19401'lı yıllarda Elazığ Kız Enstitüsü'nde müdürlük yapar. Kendi yöntemini kendi geliştirir, yokları var etmenin heyecanını yaşar, insan sevgisi, vatan topraklarının kutsal olduğu inancı onu başarıdan başarıya koşturur.

Müsteşar Rüştü Uzel, öğretmenini dikkatle dinler, resimlere bakar ve "Doğu köylerine teknik öğretim adına ilk giden müdürsün. Resimler çekmeni ve hatıralarını yazmanı, belgeler toplamam isterim. Bunun için gerekli masraf verilecektir" der. Rüşdü Uzel'in sözleri, Avar'ı daha da heyecanlandırır. Belgeleri, resimleri, yazışmaları arşivler ve günü gününe hatıralarını yazar. 1979 yılında hatıralarını tamamlamıştır, basıldığını göremeden vefat eder.

Bakanlıkta İşler yavaş ilerlediği için, dosya bir kenarda kalmıştır. Ölümünden sonra kızı, özel bir yayınevinde, Dağ Çiçeklerim ismiyle hatıraları bastırır.

"Kilometrelerce uzakta olan yalnız kalmış bölgelere el vermek, gönül vermek, yol açmak için gidiyorum, çetin bir kavgaya baş koyuyorum. Bu gazayı başarmak için insanları gönül dolusu sevmeli, benliğimi onlara adamalıyım" der. Soğuk bir şubat gecesi karanlıkta Elazığ istasyonundadır.

Onu karşılayan da yoktur. Korkarak faytona biner, Elazığ'ın bütün sokaklarını dolaşırlar. Okula vardıklarında arabacı yedi buçuk lira ister. Avar, sonra bu yolun yirmi beş kuruşa gidildiğini öğrenecek ve her yeni gelen arkadaşı karşılamayı bir vazife bilecektir.

Sabah kalktığında pansiyondaki çocuklar yırtık pırtık elbiselerle koridorları silmekte, tuvaletleri temizlemektedir. Başlarındaki hademe onlara emirler yağdırır. 'Günaydın çocuklar' der, çocuklar şaşırır, Türkçeyi zorlukla konuşmaktadırlar. Hademe "Onlar üşümez, şeher çocuğu de'l ki, hepsi dağ ayısı" der. Avar nasıl bir mücadelenin içinde olacağını anlamıştır.

Yatılı kısımda Türkçe derslerine girer. Haftada 13 saat Türkçe programı vardır. "Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksunlukların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçenin bu köylere 'ana' ile sokulmasını arzu etmişti." 4. Umum Müfettiş Korgeneral Alpdoğan Paşa, kültürlü, derin görüşlü bir kişi olarak enstitünün açılmasını, yatılı bölümünün kurulmasını istemişti. Ambarlarda saklanan Darüleytam eşyasını enstitümüze devretmişti."

Avar, yatılı öğrencilerin elbiselerini yenilemekle ve bitlerini ayıklamakla işe başlar. Başında örtüsüyle, ayağında şalvarıyla yaz tatilinde de dağ köylerine gider, Türkçe bilmeyen analardan, babalardan, ağalardan çocuklarını yatılı okula vermelerini ister. At sırtında, yabanaların giremediği köylere gitmesi cesaret işidir.

Çocuklar, okulda, nakış, dikiş, Türkçe, güzel konuşma, davranış öğrenecek, sonra aynı yörelere kura öğretmeni olarak döneceklerdi. Önce razı olmayan aileler daha sonraki yıllarda 'Avar, ne olur benim kızımı da götür' diye yalvarmaya başlamışlardı. Paşa'nın eşi ise akşam sanat okulunun açılmasında yardımcı olur.

Sıdıka Avar, Merhum Vali Yazıcıoğlu gibi kurallarla başı daima derde giren bir insandır. Kıskanmalar, şikâyetler devam eder. O, bunlara aldırmadan mücadelenin içindedir. Bütün dünyası çocuklarla beraber olmaktır. Bütün yasaklar kalkmış, artık isteyen öğrencinin müdire hanımla görüşmesi serbesttir.

"Dağ çiçeklerim" isimli hatıra kitabı, acıların, sevinçlerin, duyguların dile geldiği bir eserdir. Anadolu insanına yaban diye bakılan bir devirde Avar, Anadolu'nun destanını yazmıştır.

1954 yılında Elazığ'dan ayrılmak zorunda kalır. Bir yerel gazetede ayrılık mesajı yayınlanır. Bürokrasiyle savaşın yenilgisini yaşamıştır. "Sayın hemşehrilerim, gurbetimde yuvamı buldum, yalnızlığımda, dostluk şefkatinizle ısındım. Sizlere veda kudretini kendimde bulamadan gittiğim için affınıza sığınırım. Enstitümüzü yine sizlere emanet ediyorum."

"Ey saadetlerinize sevinç, dertlerinize gözyaşı kattığım vefalı kızlarım, biçare bacılarım. Uğrunuza serdiğim yirmi senenin kahırları, dertleri, cefaları ananızın ak sütü gibi helal olsun." Bürokrasinin keskin kılıcı kazanmıştır. Sıradışı bir müdür, sıradışı bir öğretmen olan, kendi kurallarını koyarak Elazığlıların gönlünde taht kuran Avar, halka rağmen tayin olur. Şimdi aradan yıllar geçti ama Avar efsanesi hâlâ söyleniyor. "Dağ Çiçekleri" kitabı piyasada yok. Tekrar basılması için Milli Eğitim'den veya özel bir finans kaynağından yardım bekliyor.

Bu pasajlarda, ömrünün önemli bir kısmını –hepsini?– başkalarının mahrumiyet bölgesi dediği yerlerde tüketen, fedakarane bir gayretle öğrencilerine faydalı olmak isteyen bir öğretmenin hikayesini okuyoruz. Aynı hikayenin ansiklopedik detaylar içeren ve, dolayısıyla, biraz daha yavan bir şeklini Wikipedia'da bulabiliriz.

Şimdi gelelim ikinci yazıya:

Asimilasyon politikası –misyoner Sıdıka Avar

Kaynak: Belge ve taniklariyle Dersim Direnisleri; M. Kalman; s.442-51

T.C., Dersim direnişi sırasında Kürdistan'ın birçok yerinde terörünü hızlandırmışti. Birçok bölgede katliamlar yapmıştı. Bu arada önceki yıllarda denetimi altındaki bölgelerde Türkleştirmeye hız vermişti. Yaygın bir şekilde okullar açarak kendi kültürünü yerleştirmeye çalışır.

Her öğretmen bir yerde misyonerdi. O yılların tipik ruh halini yansıtması ve uygulamada en iyi Türk misyoneri görevini yerine getiren bir kadın misyonerin yaptıkları bizlere çok şeyleri açıklıyor. Kürdistan'da o yıllarda en etkin asimilasyoncu Sıdıka Avar'dı. Dersimli genç kızların Türkleştirilmesinde çok önemli rol oynamıştır. Sıdıka Avar bir öğretmen, fakat aynı zamanda Avrupa ve Amerika sömürgecilerinde görüldüğü gibi O'da Türklerin misyoneriydi. Okulunu bitirdikten sonra Bolu'ya atanır. Daha sonra Elazığ Kız Meslek Okulu'na tayin edilir.

Sıdıka Avar, diğer öğretmenler gibi değildir. Deyim yerindeyse her işe burnunu sokar, müdür, öğretmen ve hademelerden tepki alırsa da öğrencilerden sevgi görür.

Sıdıka Avar, Elazığ'a geliş nedenini kendisi şöyle açıklıyor:

"Ama buraya niçin geldiğimi ben biliyordum. Genel Müdür Nurettin Böyman;

Şimdi Türk misyoneri olarak yatılıları özümseyeceksin, Atatürk'ün isteği bu.. Bunu herhangi bir kimseye hissettirmek halkı gücendirir. Ona göre tedbirli olun, demişti. Zaten Gazi Egitim'de bu iş için okumamış mıydım?"

(Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim s.45 Öğretmen Yayınları Istanbül-1986)

"Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksunlukların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçenin bu köylere 'ana' ile sokulmasını arzu etmişti. Bu en köklü öğretimdi. Tarihte örneği vardı. Rumeli vilayetlerinden ilk kız sultanisinin açıldığı bir ilden pek çok siyaset adamı yetişmişti. Buraya da Türkçeyi ana ile sokmalıyız" diyorlardı.

Türkiye Kürdistanı'nın eski süper valisi Hayri Kozakçıoğlu'da Hürriyet ve Milliyet Gazetelerinde çıkan 17 Haziran 1990 tarihli demecinde özetle "her şeyin anneye bağlı olduğunu, annelerin Türklüğe kazandırılmaları sonucu çocukların da değişeceğini" yani Kürtçeyi ve Kürtlüğü unutacaklarını söyler. Türk Devleti'nin 'ana'ya verdiği önem bu anlamıyla anlaşılır. Sömürgeciler hala aynı politikaya, geçirliliğini koruduğu için başvurmaktadırlar.

Sıdıka Avar, cesaretli, maceracı, ne yaptığını bilen bir kişidir. Genel olarak siyasi tartışmaların dışında kalıp devlet politikasını "memur aşkıyla", "vatan, millet, sakarya" adına yapmaya çalışır.

Henüz Elazığ'da müdüre olmadığı dönemde öğrencilerine kendisini sevdirmek için çabalar harcar.

Ayaklanma döneminin çocukları sevgiye, ilgiye muhtaçtır. Bunu iyi bildiğinden onların "ana"sı olmak ister. Başarır da. Ama hain bir "ana"dır. Amacı çocukları Türklüğe kazandırmaktır. Kötü bir görev. Arap veya Farslar Türkleri aynı şekilde eritmeye çalışsalardı acaba ne diyecekti?

Dersim katliamlarında çok önemli rol oynayan General Abdullah Alpdoğan, Enstitünün açılmasında bakanlığı zorlayan, açılınca da kurumu canı gönülden destekleyendi. General, Elazığ, Dersim, Bingöl bölgesinin sorumlusuydu. Çok geniş yetkilere sahipti, Bir tür Millet Meclisi'nin bakanlara verdiği yetkiler kendisine tanınmıştı. Bölgede idam etme ve idamlıkları affetme yetkisi elindeydi.

4. Umum Müfettiş Alpdoğan, ayda birkaç kez enstitüye uğrayarak gelişmeleri izler. (age. s.31-32) Öğrenciler, General Alpdoğan derslere girdiğinde asker selamıyla karşılar.

Sıdıka Avar, okuldaki bazı kötü uygulamaların kızları okuldan uzaklaştıracağını, aynı zamanda çevreyi kötü bir propoganda ile etkileyeceğinden hareketle öğrencilere karşı yapılan haksızlığa karşı çıkar. Ama gerçekte en büyük kötülük öğrencilerin kendi gerçekliklerinden uzaklaştırılmalarıdır.

Sıdıka Avar, öğrencilerin hademelerin işlerine yardım ettirilmelerini istemez. Tüm öğretmenler durumdan hoşnutken yalnızca Sıdıka Avar karşı çıkar. O, sorunun bilincindedir ve bölgede neden bulunduğunu da bilmektedir. Bu açıdan farklı davranmak zorundadır. Birkaç öğretmenin tepkisini de alsa, çocukların ve onların ailelerinin sempatisini kazanır.

Öğretmenlerin olur olmaz öğrencilere ceza vermesine de karşı çıkar. Amacı bellidir.

"Düşünüyordum, bu düşmanca cezalar arasında, bu küçümseme havasında Türklüğe nasıl ısınacaklardı bu yavrucaklar? Çünkü Enstitü sınıflarına verilen cezaları da görüyorlardı. Tabii ki karşılaştıracaklardı."

Tüm korkusu çevrede olumsuz bir etki yaratmayıp çekim merkezi olmaktır.

Okula bazen zorla da öğrenci getirilir. Sıdıka Avar, bu tür uygulamanın karşısındadır. O, düğün gecesi jandarmalar tarafından okula 20 yaşlarında bir kızın dahi getirildiğini sitemkar bir tarzda yazar.

Dersim'den okula zaman zaman kızlar zorla getirildiğinde onların içler acısı durumunu şöyle anlatır:

"Ağustos sonu, Müdür hanım yıllık iznini bekliyordu. Eylül başında Müfettişlikten telefon ettiler. Kurşuna dizilenlerin, yasak bölge dağlarına kaçan çocuklarından sekizi yakalanmış, yaşları küçük olanlar Çocuk Esirgeme Kurumuna verilmiş, ikisinin yaşlan büyükmüş, şimdi bize gönderiliyorlarmış. Bakımları okulca idare edilecekmiş. Anbar açılana kadar iaşeleri için Müfettişlik 10 lira gönderiyormuş. Bu kızlar 'şerefsiz asiler'in çocukları olduğu için okutulmayacaklar, okul işlerinde kullanılacaklarmış.

İki kız geldi.

Biri iri yarı, ismi Geyik, ne hain bakışlı... Saçları karmakarışık. 7 ay dağda, tarağı nerde bulacaklar ki. Sırtında etekleri dizlerine, kollan pazularına kadar parçalanmış, deseni belirsiz bir basma elbisenin sırtı çürüyüp parçalanmış, sağ küreğe yapışık, göğüs kısmının yırtmaçları göbeklerine kadar yırtılmış. Bellerinde birer urgan bağlı.

Küçük de aynı. Yalnız elbisenin sırtı sağlam. Yüzlerindeki deri insan derisine benziyor, diğer yerlerindeki deriler sanki kahverengileşmiş birer ağaç kabuğu. Tırnaklar kırık, ağız kenarları yara. Küçük o kadar zayıf ki, iskeletine yapışık kabuk gibi bir deri. Yüzü ihtiyarlar gibi buruşuk 14 yaşında var mıydı acaba?"

Sıdıka Avar, Dersim'den zorla getirilen kızların evlere hizmetçi olarak da yollandığını, hatta kendi müdürünün dahi bir kızı hizmetçi olarak yanına almak istediğini yazar. (age. s.90)

Sıdıka Avar, ayrıca doğrudan köylere gidip eskiden asker toplanır gibi kız çocuklarını toplayıp Elazığ'a getirmek ister.

"Yeni Milli Eğitim Müdürü, daha muavin iken köylerden öğrenci toplamaya çıkmamı uygun bulmuyor, onlara mektup yazarak çağırmamızı istiyordu. Okulun amaçlarına, hangi köylerden ne tip çocuklar toplanacağı konusuna bu çalışmanın köylü üstündeki etkilerine, halkla devleti bu yoldan kaynaştırma fikrine yabancıydı. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu köylere nasıl girilecekti? Asıl buralara girmek lazımdı. Okulu olan köylerden toplamanın faydası varmıydı?" (age. s.77)

"Temmuz ayı içinde Müdüre hanımla anlaşarak Paşa'ya gittim. O zaman Tunceli'ye gitmek için izin alınırdı. Kızımla Mazgirt'e gitmek için izin istedim. Programımı açıkladım.

Paşam, kızlarımızın jandarma ile toplanması hem çocukları, hem aileleri ürkütüyor. İzin verirseniz köylere çocuk toplamaya ben gideyim. Aileler kime teslim ettiklerini, kimin okutacağını görürlerse gönülleri rahat olmaz mı? " (age. s.70)

"Köy caddenin öbür tarafında, aşağıda inişe doğru yayılmıştı. Alaca karanlıkta çantamız elimizde jandarma ile gittik, kapı kapı dolaştık.

Kimse bizi misafir etmek istemedi. Hiçbirinin ağası evde yoktu. (...) Erkeği olmayan evlere zorla girilmemesi için jandarmaya emir verilmişti. Jandarma küfür ediyor, bazı kapıları tekrar çalıyordu. " (age. s.84)

Halk, bütün baskı ve zorbalıklara rağmen kapısına kadar gelindiği halde çoğunlukla yüz vermezler. Fakat yine de Sıdıka Avar, her gidişinde yanında bazı kızları getirir. Olayların üstünden çok kısa bir zaman geçtiği halde çok büyük sayıda olmasa dahi öğrenci toplanılması, kendileri açısından başarılı kabul etmek gerekir.

Okulda öğrenciler özel bir programla eğitim görmekteydiler.

Derslerin çoğunluğu Türkçedir. Yanısıra, Yurt Bilgisi, Matematik, Sağlık Bilgisi, Çocuk Bakımı, Ev İdaresi, Yemek, Dikiş, Nakış dersleri de gösterilir. En çok Türkçeye önem verilir.

Okul, her geçen gün randıman verdikçe ilgi merkezi olmaya da devam eder.

Sıdıka Avar, daha sonra Tokat'a atanır. Kısa bir müddet sonra da Elazığ'a Müdür olarak tayin edilir. Elazığ'a gitmeden önce Ankara'daki Genel Müdür'e uğrar. Genel Müdür ona;

"Paşa, Vali, sizin çalışmalarınızı beğeniyorlar. Afferin, Tokat'ta da iyi sonuç aldın. Göreyim seni, esas vazifen burası. Tokat'ta denedik sizi, burada misyonerliğini görmeliyiz. Bir Türk Misyoneri. Bu konu üstünde sessiz sedasız çalışmazsak oradaki vatandaşlarımızı gücendirirsiniz. Sizin işiniz güçleşir"... "Çalışma hayatımda bu emirlerine samimiyetle bağlı kaldım ve ömrümü, gençliğimin bütün heyecanını bu ideale verdim.

Sıdıka Avar, Müdüre olarak işin başına geçtiğinde düşüncelerini daha rahat hayata geçirtir.

Kendisine destek olan birçok yetkili de vardır. Hatta İsmet İnönü dahi Cumhurbaşkanıyken okula gelir. Gelişmeleri değerlendirir. Oldukça da memnun ayrılır.

Kadın Misyoner Sıdıka Avar, öğrencilerin durumlarından bahsederken şöyle yazar:

"Gecelen uyku arasında konuşanlar, bağırıp çağıranlarda vardı. O seneler yaşadıkları köy hayatı ve geçirdikleri olaylar çocuklarda çok büyük etki bırakmıştı. Günlük hadiseler de kendini uykuda gösterirdi... Bazısı, konuşurdu, neler anlatmazlardı ki... Bazısı ağlar, uyandırırız, kimi inler, ateşine bakarız, kimi bağırır, bütün yatakhaneyi ayaklandırır, teskin ederiz... Annesini sayıklayanın saçlarını okşadınız mı çocuklar derhal sakinleşir, mesud bir ifade ile ana koynuna sokulur gibi yastığına gömülürdü.

Bunların çoğu, isyanla ilgili olayların yaşandığı köylerin kızlarıydı. Güzeli de, çirkini de, kabası da asisi de nihayet insan yavrusuydu. Bu yaralı küçük gönüller sevgi şefkatle tedavi edilmeli, Türklükle kaynaştırılmalıydı. " (age. s.31)

Sorun Türklükle kaynaştırmaydı; bütün yardımseverlikler, fedakarlıklar onun için yapılır. Yol yapmak, okul açmak, tümüyle Türkçülüğün yayılması, işgalin kalıcı olması, yeni Türk burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda yapılmaktaydı. Türk yetkililerinin 'medeniyet' dedikleri Kürdistan halkının yok edilmesi ve asimilasyona tabi tutulmasıydı. Birinci elden kaynaklar önemli belgeler olarak gerçekleri önümüze sergilemekte.

"Kültürümüzü sadece okulla değil, sanatla, sağlıkla, ziraatla, zanaatkarlıkla ve folklorla, kısaca medeni ihtiyacın imkanları ile götürmek vazifelerimizin en büyüğüdür.

O zaman dil kaygusu, din kaygusu, ırk kaygusu ortadan kalkmış olacak, insanlar da bu zenginliklerden kurtulmakla mesud olacaklardır. Nefsine güvenli insan, verimli aile, kültürlü topluluk yurdun ve gelecek nesillerin saadetle yükselmesini temin edecektir. " (age. s.300-301)

Türk milliyetçileri kendi ulusal çıkarları uğruna başka ulusları yok etmeye çalıştıkları bilinmekte.

Kürtler, kendi haklarını savunmak istediğinde "ayrılıkçı, milliyetçi, bölücü" olarak suçlanılmakta ve bu doğrultuda teoriler inşa edilmektedir.

Türk milliyetçilerinin bu doğrultudaki suçlama ve açıklamaları anlaşılır bir durumdur. Fakat kendisine "ilerici, devrimci, sosyalist" diyen bazı gurup ve çevrelerin, partilerin benzer sözleri sarf etmeleri oldukça üzücü bir o kadar da şovencedir. Filistinlilere, Kosovalılara, Namibya vs. ülke halklarına olumlu yaklaşımda bulunan bu çevrelerine yazık ki sorun Kürdistan'a geldiğinde "bölücü, milliyetçi" suçlamalarıyla karalamaktadırlar.

Türk burjuvazisi, Kürdistan halkının çıkarlarını kendisiyle özdeşleştirdiğinden, solculuk adına yapılanların Türk burjuvazisinin yaklaşımından ne farkı var. Elbetteki sorun, baskıya ve zulme, sömürüye, işgale karşı proletaryanın önderliğinde tüm diğer kesimleri ideolojik farklılıklarına rağmen birleştirmede ve demokratik bir cumhuriyet kurulmasından geçecektir.

Elbette ki, arzu edilen işçi sınıfının mücadelesini karartmayan, geliştirendir. Ama çözüm işçilerin iktidar kavgasının başarısızlığa uğraması halinde de olabilir. İşgalden kurtuluşu burjuvazi de sağlasa ilericidir. Sorunun ulusal yönünün ortadan kalkması işçi sınıfının, iktidar kavgasında yolundaki bir engelin kalkmasına hizmet etmiş olacaktır. Bu aşamada önemli olan zorun ortadan kaldırılmasıdır.

Sıdıka Avar'ın Bingöl Valisi'ne karşı tutumu asimilasyon anlayışında çarpıcı bir örnek; "Bir gün Bingöl Valisi Sayın Şahin Baş gelmişti. Yatılı son sınıfa girdi. Kızlar saygı ve sevgi bakışlarıyla ayağa kalktılar. Vali bey sordu;

Kürt kızları bunlar mı?

Çocukların bakışlarındaki sevgi derhal değişti, gittikçe de hainleşti.

Tunceli'nin Türk kızları efendim. Vali Bey devam ediyordu,

Babalarınızın, dedelerinizin isyan ederek yaptığı hataları gördünüz, canlarıyla ödediler.

Ben sözünü kesmek isteğiyle,

Aman efendim, bu çocukların babası değil, bunlar şerefli...

Nasıl değil? Hepsi Kürt değil mi? Sizler böyle hareket ederseniz...

Sözünü kesmek için bir iki defa karıştıysam da o devam etti.

Hükümet çok kuvvetlidir. Hepinizi yok eder.....

Beyefendiciğim, öteki sınıflara lütfen teşrif etmez misiniz? Çayımız da soğuyor

diye kapıyı açtım. Ondan sonra bir iki enstitü sınıfında ve müdür odasında ikramlarda bulundum, çalışmalarımızın hedefini anlatmaya uğraştım.

Yatılı üçlere gittim. Hepsi ağlıyordu. Gözyaşları arasında şu soruları soruyorlardı:

Neden bizi bu kadar suçlu görüyorlar?

Neden "Kürt" diye hep hakaret ediyorlar?

Neden Kürtleri gariplerden aşağı görüyorlar?

Hani siz "hepimiz Türküz" diyordunuz?

Bu acıs oruların sonu gelmiyordu. " (age. s.196-198)

Kızların verdiği yanıtlar Sıdıka Avar'ın çok başarılı bir devşirmeci olduğunu gösteriyor. Artık kızlar kendi toplumlarına yabancılaşmışlardır. Sıdıka Avar Bingöl valisinin yaklaşım tarzını eleştirir.

Sıdıka Avar, herkesin kendisi gibi davranmasını ister. Yoksa yeni 'ana'ların yetişemeyeceği korkusu içindedir.

Elazığ Kız Enstitüsü'ne gönderilecek öğretmenler hakkında titizdir, dileğini rapor olarak şöyle yazar;

"Eğitim durumumuz Enstitümüzce birinci derecede ele alınması elzem olan konudur. Cazip, yumuşak, tesirli ve içten mücadeleli şekilde ele alma mecburiyetindeyiz. Örf, adet, düşünüş, görüş bakımından değişik bir gurubu özümsemek zorundayız. Bu günkü mefküreyi (gaye) aşılıyabilmek ve şahsımızda Türklüğü sevdirme savaşını yüklü olduğumuzu bilerek çalışmak ve her tepkiyi iyi niyetle kabul etmek mecburiyeti ile karşı karşıyayız. Uğraştığımız camia (topluluk), bizi iyi niyetle karşılamayan, bizi daima şüphe ile tereddütle görenlerin evlatlarına günün terbiyesini ve Türk mefkuresini aşılama gibi çetin bir vazife ile vazifeli olduğumuzu idrak etmemiz icap eder. Bu yatılı çocuklarımız sadece ders saatlerinde değil, asıl hariç zamanlarda uğraşmamız icap eden guruptur. Enstitü öğrencisi değildirler, şehir çocuğu değildirler. Her köy çocuğu gibi de değildirler. Çünkü dil dahi bilmeden gelirler. Bu kadar değişik bir muhite düşen çocuğun şüpheci, aksi, yadırgan halini hoş karşılayarak garipliklerine yanlızlıklarına, dertlerine derman olmak gerekir. Arkadaşlar, bu okula kura ile değil, bu zorluklar anlatıldıktan sonra gönüllü gelecek elemanlara muhtaçtır. Bu okul, lüks, sosyete hayatı tahayyül eden (düşünen), züppeliğe meyyal hocalarla değil, mahrumiyet ve feragat içinde bir inkilap yaratacak idealist arkadaşlar bekliyor... " (age. s.225)

Öğretmen yollanırken aranması gereken karekter tiplerini belirtiyor. Titiz davranılmasını istiyor. Aksi taktirde Türklüğe kazandırmak zorlaşacaktı.

Yeni ve eski öğrenciler arasındaki dialog içinde şöyle yazmakta: "Eskiler yeni kardeşlere çok güzel önderlik ediyorlardı. Bilhassa lisan öğrenmede. Türkçe sorulmayan soruları cevaplandırmıyor, sorunun Türkçesini öğretip cevaplıyorlardı.

Bana bile aynı usulü uyguluyor, Kürtçe bir kelimenin manasını sorduğumda ve tercüman lazım olduğunda "Ben Kürtçe bilmiyorum" deyip işin içinden sıyrılıyorlardı. Hepsi de bu lisanı bildiği için utanıyor gibiydiler." (age. s.100)

Kendi halkına yabancılaşan, Kürt olduğundan utanan yeni bir neslin ortaya çıkması karşısında Sıdıka Avar büyük övgüler alır.

Okula sık sık ziyaretçiler gelir. İsmet İnönü, daha sonraları, Celal Bayar, profesörler, yazarlar, gazeteciler vs. hepside başarılı çalışmalarından dolayı Sıdıka Avar'ı göklere çıkarırlar.

Varlık yayınları arasında çıkan "Köyden Haber" adlı dergideki yazılar için eski balyozcu Başbakanlardan Nihat Erim şöyle yazar aynı derginin sayfalarında;

"Köyden Haber'i okurken bir kere daha inandığım dava ilköğretim davası oldu. Doğu'da Kız Enstitülerinin oynadığı ve oynayabileceği pek mühim rolü düşündüm. Elazığ Kız Enstitüsünün fedakar Müdüresi Sıdıka Avar'ı Muhtar Körükçü gibi ben de hayranlıkla, derin saygı ile taktir etmiştim. Kültürün aileye kadından girdiğini ve ancak bu yoldan gidildiği taktirde millet ve birliğimizi, dil beraberliğimizi sağlam temellere dayandırabileceğimizi tekrar etmeye hacet (gerek) var mı? (age. s.234-235)

Neden bu övgüler? Çünkü direnen bir halkın evlatlarının değişikliğe, Türklüğe kazanılmasından.

Vatan Gazetesinden Ahmet Emin Yalman da Elazığ'a gelir, Enstitü'ye uğrar. Ünü yayılmış Sıdıka Avar ve yaptıkları hakkında övgüler dizer. Jön Türkçünün istediği tiplerdendir Avar. Gazetesinin Elazığ ilavesinde;

"Bayan Sıdıka Avar, Türk terbiye hayatında en yüksek idealleri gerçeğe çevirmiş, mükemmel eserler yaratmıştır.

Burada öyle usuller var ki, çocuklar adeta birkaç hafta içinde Türkçe öğreniyorlar. Bakir zekaları, anlayışlı eğitim usulleri sayesinde o kadar mükemmel şekilde gelişiyorlar ki her biri hususi bir şahsiyet sahibi olarak yetişiyor.

Şimdiye kadar okuldan beşyüz kadar çocuk yetişmiş ve adeta yeni fikirlerin, temizliğin Türkçe bilginin birer küçük misyoneri gibi köylere dağılmıştır. Bunların köy hayatında oynadıkları rol dikkate layıktır. Köylüler okulu gittikçe fazla seviyorlar ve çocuklarını buraya yollamakta birbirleriyle yarışıyorlar.

Bayan Sıdıka'nın eserinin bir örnek diye memlekete tanıtılması, bu yolda yürüyenlerin çoğalması lazımdır. Bilhassa Doğu vilayetlerimizde kültür birliğine doğru gitmek bakımından Bayan Sıdıka ''bir numaralı Türk Akıncısı" unvanına cidden layıktır. " (age. s.313-3l4)

Ahmet Emin Yalman, bir başka yazısında:

"... Onun açtığı yolda gidilirse, onun duyduğu manevi hazzın tadına varanlar çoğalırsa, Türkiye'nin manzarası kısa sürede değişir. "

Ahmet Emin Yalman, yanılmaz. Kürdistan'da birçok şey Türkiye'nin yararına değiştirilir.

"Tuncelindeki isyandan sonra yolsuz orman köyleri boşaltılmış, halk Batı illerimize iskan edilmiş, bölge yasak bölge olarak ilan edilmişti. Senelerce boş kalan bölge köylerinin yasağı kaldırılmış, baharda halkın tabiriyle 'baba ocağı'na dönüş başlamıştı. Kamyonlar dolusu insanın dönüşte köylerinin dağ yolunda inince toprağa kapanıp öptüklerini, yüzlerini gözlerini sürdüklerini, baharda öğrenci dağıtırken görmüştüm. Bu büyük toprak aşkına saygı duymamak elde değildi. Duvar gibi dik dağ yamaçlarına en büyük bir şevk ve çabuklukla tırmanıvermişlerdi. " (age. s.281)

Ne güzel de anlatıyor. Dersimlinin özlemini. Ama saygısı anlık. Dersimli köylüyü topraklarından süren kimler?

'Sıdıka Avar, öğrenci toplamak için gittiği yerlerde yukarıdaki manzaralarla karşılaşır. Bir seferinde yanındaki onbaşı, kendisine;

Hepsi çok güzel Türkçe konuşuyorlar.

Eee, on seneden fazla Batı illerindeler...

Oralar rahat değilmiydi? Niye döndünüz bu dağbaşlarına?

Eee hanım, ana vatanı, baba toprağı, vazgeçilir mi hiç. Yıllar yılı bu dağlar gözümüzde tüttü. Rahat olmasına rahatlık çok. İşimiz iyiydi. Çok para kazanıyorduk. Hükümetten izin çıkınca duramadık gayri. " (age. s.284)

Elbetteki dönmeyen birçok kişi de vardı. Oradaki sorunları daha farklıydı.

Hikmet Feridun Es ve eşi de Elazığ ve Dersim bölgelerini gezerler, ardından da gazetelerinde Sıdıka Avar'a övgüler dizerler.

Sıdıka Avarla Dersim'e geçerler. Dersim'de ilk uğradıkları köyde beyaz badanalı bir binanın önünde Sıdıka Avar'ın eski bir öğrencisiyle karşılaşırlar. Kız, beyaz badanalı binanın yani okulun öğretmenidir. Genç öğretmen;

"Bilmezsiniz, diyordu, o beni elimden tutarak köyümden aldığı gün ancak 4-5 kelime Türkçe biliyordum. Sonra bir beyaz ata bindik ve bir şehre gittik. Büyük bir mektep... Bir anneden yakın bir kadın... Bu gün hayâtımda nem varsa hepsini Avar'a borçluyum.

Dikkat ettim. Genç öğretmen en temiz Türkçe ile konuşuyordu. Sıdıka Hanım'ın onun üzerinde aldığı netice yalnız ve sadece bir insan yetiştirmekten ibaret değildi. Bu köy hocası da aynen genç bir Avar'dı. Ustasının yaptığı mucizevi işi o da şimdi kendi köyünde bütün gayretiyle başarmaya çalışıyordu..

Sıdıka Avar diyor ki;

Bir iki talebe yetiştirip geri gönderdiğim köyler, artık bizim haritamızda, 'çalışılması kolay mıntıkalar' olarak ayrılmıştır. Çünkü her mezunumuz, her öğrencimiz orada bizim en iyi temsilcimiz oluyor. Asıl iş hiç öğrenci almadığımız yerlerde çalışmak, buradan öğrenci toplamaktır.

Ne güzel de, kendi sömürgeci uygulamalarının sonuçlarını anlatıyor. Bütün bu yaptıklarının sonuçlarını aldıkça daha bir gayretle görevine sarılıyor.

Sıdıka Avar, Bingöl köylerinden daha az öğrenci toplar.

"Bingöl'de "evlerde hanımlarla konuşmak istiyorum, hangi mahalleye gitsem, sokak kapıları kapanıyor, çaldığımız zamanda erkek çocuklardan aldığımız cevap;

'Evde kimse yok' oluyor." (age. s.389)

Başka eski öğrencilerinin izlenimleri de şöyle:

"Köylüyüm, fakat böyle bir köyle ilk defa karşılaşıyorum. Kıyafet olarak herkes üç etek giyiyor. Bildiğimiz üç etek değil de kaftan adı veriliyor. Başları kocaman olarak bağlı. Oldukça kaba bir dille konuşuyorlar. "

"Canım anneciğim, köy ekseriyetle Türkçe konuşuyor. Görgüleri fena değil, bunlar 38'de sürgün olarak Bursa'ya gitmişler. Orada öğrenmişler. Bu bakımdan memnunum. Köyde bir ilkokul var. Bir öğretmenlidir. 27 talebem var. ". Bir başka öğretmen;

"Bu sene Mazgirt'in Kirzi köyünde 16 talebeyle çalışıyorum. Dil bilmedikleri için zorluk çekiyorum. Gerçi ben Kürtçe biliyorum, fakat asla konuşmuyorum. Çünkü yüz alıp Türkçeden kaçtıkları için öğrenmezler."

Zey adlı bir öğrencisi Van'a öğretmen olarak tayin edildikten sonra şöyle yazar;

"15 öğrenci ile faaliyete geçtim. Köye de alıştım. Onları kalbime basıp elbirliğiyle çalışıyoruz. Önce onların üstlerinin başlarının temizliğiyle uğraştım. Türkçeye alıştırıyorum. Kitapları gelirse okuma yazma da öğreteceğim. Evet anneciğim, sizin istediğiniz gibi ideal bir öğretmenim.

Kendimi öğrencilerime sevdiriyorum, onları canla başla çalıştıracağım, bütün kalbimle onlarin iyi yetişmesine çalışacağım. Sizin bizi yetiştirdiğiniz gibi. " (age. s.393)

Sıdıka Avar, Elazığ'da yaklaşık 20 yıl kalır. Amacı, görevi doğrultusunda canla başla çalışır.

Her okul, Türk Devleti'ne beyin aktarır. Çocuk her ne kadar okulda birçok şeyi öğreniyorsa da her şey Türklük adına, Türkiye'nin çıkarları içindi.

Batı'dan sürgünden dönenler, iş bulmak için metropole göç edenler Türkçeyi konuşmalarından ötürü, diğer etmenler de birleşince Türkçe konuşanların sayısı artar. Böylelikle, Türk şoven, ırkçı politikası daha rahatlıkla gelişme gösterir.

Yatılı bölge okulları da aynı işlevi görür.

"Evlenmişti, mezuniyetinin üzerinden onbir sene geçmişti. O, bir gün 10 yaşındaki kızını okutayım diye bana getirmişti. Buna çok sevinmiştim. Ana kumraldı, çocuk sarışındı ve çok güzel Türkçe konuşuyordu. Şehir çocukları gibi saçı başı, giyimi düzgündü. Demekki Ata'nın dediği olmuş eve Türkçe ile görgü ve bilgi ana ile girmişti. " (age. s.63-64)

Sıdıka Avar gibilerinin olmaması dileğiyle....

Evet, aynı kişiden bahsediliyor.. ve, böyle kişilerin artık olMAması dileğiyle bitiriyor...

Ve, evet, yukarıda da yazdım, ben de –daha ehven olsa bile– aşağı yukarı böyle bir prosesten geçmiş sayılırım. Geriye dönüp baktığım zaman, alternatiflerin neler olabileceğini çok sorguladım. Çok fazla alternatif de bulamadım. Ya, mesela, Hindistan gibi olacak ve kendi aramızda tamamen yabancı bir dil (İngilizce) ve kültür kullanacaktık, ya da içlerinden birisi biraz bezenerek budanarak hepimize teşmil edilecekti. İkincisi daha kolay olanıydı. O yapıldı.

Başka gerçekçi alternatifler vardı da bula bula bunu mu seçti Devlet?..

Hangi alternatif uygulansaydı kime ne kadar yaranacaktı acaba?

{Not: Bu yazıyı daha önce yayınlamıştım. Fakat, format hatası vardı. Düzeltip tekrar yayınlıyorum}

Floş royal ile oyunu kaybetmek korkusu

Kamuoyu yoklamalarını ben yapmıyorum, yapılan kamuoyu yoklamalarında çıkan sonuçlar hakkında da, herkes kadar –belki de daha az– haberim ya da bilgim oluyor, bazan da hiç olmuyor. Kısacası, parti politikaları ve kamuoyundaki destekler hakkında karacahil olduğumu söylememe bile gerek yok.

Oh, tamam, bunu söyledim rahatladım demek isterdim, ama, pek öyle değil; rahat edemiyorum, çünkü hala daha kafamı meşgul eden bir şeyler var...

Duyduklarıma, yani yaygın söylentilere bakılırsa, iktidardaki partinin seçmen nezdindeki popularitesi ilk seçildiği günler kadar yüksek; hala daha toplam seçmenin üçte biri iktidardaki partiyi destekliyor...

Öyle olup olmadığını bilmiyorum, ama, eğer doğruysa, bu çok nadir karşılaştığımız bir şeydir ve iktidardaki partinin elinin ne kadar güçlü olduğunu gösterir.

Dedim ya, öyle olup olmadığını bilmiyorum, fakat, ben böyle bir el ile poker masasına oturmuş olsam, endişe edecek olanlar ben değil rakiplerim olurdu –zannediyorum.

Öyle ya, rakiplerimin herhangi bir konuda en ufak mızıkçılık emmaresiyle karşılaştığım anda derhal restimi çeker, oyunu yeniden ve büyük bir ihtimalle onlarsız başlatacağımı deklare ederdim. Bu da bir blöf filan olmazdı, çünkü hepimiz kağıt sayma hilesini yapıyoruz ve bir sonraki turda elimin ne derece güçlü olacağını ben biliyorum; rakiplerim de kuvvetle tahmin ediyor... Dediğimi yapmaktan, yeni bir tur başlatmaktan, oyunu yenilemekten beni alıkoyan ne olabilir?

Oyunu yenilemeğe, kağıtları yeniden karıp dağıtmağa, erken seçim diyoruz. Kağıtların yeniden karılıp dağıtılmasında da, aleyhte, çok da bariz bir hilenin olamayacağını da herhalde söyleyebiliriz –kağıtlar seçmen, yeniden karmak işi propoganda dönemi, dağıtım işi de seçim... Sonunda da bir sayım var, yani masaya oturacak yeni oyuncuların tespiti ve kağıtların bu oyunculara başlangıç sermayesi misali tevzii ve tahsisi..

Bütün bunların yeterince şeffaf olacağından kimsenin pek de kuşkusu olduğunu sanmıyorum –başka bir deyişle, her zamanki kadar hile hurda olacak, fakat öngörülebilir olduğundan, sürprizlere yol açmayacaktır.

Bugüne bakıyorum, ortada bir gariplik, bir acayiplik var gibi geliyor bana.. Eli kuvvetli olduğu ve olacağı söylenen bir iktidar partisi, nedense, oyunun biraz erken yenilenmesini pek istemiyor.

Buna karşılık, giderek eridiği söylenen muhalefet ise tam olarak bunun olmasını zorlamağa gayret ediyor. Halbuki, Meclis dışında, oyun masasının dışında, beklemekte olan başka oyuncular var. Yeni turda, büyük bir ihtimalle, mevcut muhalefetin yerine (ya da yanısıra) bu oyunculardan bazıları masada yerini alacak.

Yani, mevcut muhalefetin sayısal ve siyasal ağırlığını törpüleyecek yeni oyuncular gelecek... Bunun olacağı mukadder ise, mevcut muhalefetin niçin oyunun yenilemesini istediğini de anlamakta güçlük çekiyorum.

Anlamakta güçlük çektiğim, tabii ki, sırf bu değil: Yenilenen turda da tekrar başat oyuncu olacak olduğu neredeyse garanti olan iktidar partisinin erken seçime bu derece inatla ayak diremesini de anlamıyorum...

Sahi, bu inat nedendir?..

Tamam, kendi açılarından yapılmasını önemli gördükleri şeyler var: Yeni bir Cumhurbaşkanının seçimi filan..

Kabul diyelim; amma, bunu ha şimdiki parlamentoyla yapmışlar, ha yeni seçilmiş ile.. yine büyük bir çoğunluk ile iktidara geleceklerse, ne farkeder?

Demokrasi çok da verimli bir yönetim sistemi olmayabilir; karar alma süreci aradabir bu tür seçim-meçim gibi şeylerle, ya da başka incir çekirdeğini doldurmayacak tartışmalarla uzayabilir, üç paralık bir karar dünyanın zaman ve parasına patlar.. İyi de, bunu yeni farkediyor değiliz, oynadığımız oyun budur.

Eli kuvvetli olan bir iktidar partisinin erken seçimi, rakiplerinin ve muhalefetin üzerinde gerektiğinde kolayca kullanılacak bir tür Demokles'in Kılıcı gibi kullanması beklenirken, bunun aksinin görülüyor olmasını garipsiyorum.

Demokrasi oyununda en büyük oyuncu kaçak güreşirse, dışardan çelme takmak filan bir anlamda meşrulaşmış olur; sonunda da başta bu oyuncu olmak üzere, bütün yarışmacılar ve katılımcılar zarar görür –bunu daha önceki tecrübelerimizden, iyi kötü, biliyoruz. Böyle bir gidişata imkan veya meydan vermeği öncelikle iktidardaki oyuncunun istemiyor olması gerektiğini söylüyor bana mantığım.

Mantık öyle söylüyor da.. ortadaki realite, bu mantıksal çıkarımı doğrulamıyor. Bu durumda, mecburen, faraziyeleri yeniden sorgulamak zorunda kalıyorum:

Acaba, iktidarin –yeni turda elde edeceği seçmen oranı açısından– eli söylendiği kadar kuvvetli olmayabilir mi?

Ya da, bugün, üç-beş ay içinde yapılıp bitirilebilcek bir erken seçim kararı alınsa, üç-beş ay içinde iktidardaki partinin eriyip gideceğinden mi korkuluyor?

Eriyip gitmek bu kadar kolay mı?

Not: Pokerden çok da anlamam, ama, bildiğim kadarıyla, pokerde en güçlü kağıt kombünasyonun ismi 'floş royal' (flush royal)... Böyle bir eli olan oyuncunun kaybetmesi mümkün değil; çünkü aynı anda birden fazla kişide olması mümkün değil.

Asıl tehlikenin farkında mısınız?

Ülkenin siyasetle uğraşmaktan bazan başını kaldırıp kendi yaşamını doğrudan etkileyen şeylerle uğraşmağa fırsatının olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Siyasetle haşır neşir olmak kötü bir şey değil ama, bunu, başka önemli tehlikeleri ve riskleri gözardı ederek yapmamalıyız.

Çok beklenmedik yerlerde ve çok yaygın kullanımı olan dihidrojenmonoksitten (dHmO'dan) bahsetmek istiyorum. Bu kimyasal maddenin tehlikeleri, riskleri hakkında bilgi sahibi olmamız gerekiyor.

Bu, hem kendimize, hem sevdiklerimize, hem doğa ve çevremize hem de gelecek nesillere yönelik bir sorumluluğumuzdur. Daha yeni doğmuş bebeleri, küçücük çocukları, gençleri hayatlarının daha baharında dHmO yüzünden kaybetmemeliyiz artık.

Küçük işletmelerde ve evlerde daha az olmakla bereber, başta enerji sektörü (nükleer ve konvansiyonel) olmak üzere, basın dahil bütün büyük çıkar gruplarınca yoğun olarak kullanılan dHmO'nun zararlarına dikkat çekmek gerekiyor.

Bu yazımla, bir tek kişiyi dahi dHmO'nun zararlarına hakkında bilgilendirebilirsem, bu konuda bir kişiye dahi yardımcı olursam, bütün emeklerimin fazlasıyla karşılığını almış olduğuma inanmanın huzurunu duyacağım.

Şimdi hemen dHmO hakkında kısa bilgilere geçelim:

Dihidrojenmonoksit (dHmO) nedir?

dHmO, rengi ve kokusu olmayan bir kimyasal bileşimdir.

dHmO'nun başka isimleri de var mıdır?

Evet, dHmO'un bilinen başka isimleri de vardır: Dihidrojenoksit, Hidrojenhidroksit, Hidronyumhidroksit ya da Hidrikasit bunların arasında sayılabilir.

dHmO nasıl bir yapıdadır?

Köksel açıdan bakıldığında bir Hidroksit olduğunu söylemek mümkündür.

dHmO'lar benzer köksel yapıları nerelerde görebiliriz?

Bu yapıtaşları kostiklerde, Sülfürikasit, Nitrogliserin, Etilalkol gibi yanıcı, patlayıcı ve zehirli kimyasallarda bulunurlar.

dHmO tehlikeli midir?

Evet, dHmO tehlikeli bir kimyasaldır. Her ne kadar bu kimyasal, Hidroklorikasit, Benzen vb kimyasallar gibi, kanser yapıcı kimyasallar listesinde bulunmazsa da, gerek Avrupa Birliği (AB) gerek Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerin çevre ve sağlık birimleri tarafından, dHmO'nun çok çeşitli zehirler, hastalıklar ve hastalıklara yolaçan unsurlar taşıdığı, çevre kirliliğine sebep olan bileşikler içermesinin yanısıra, çok az bir miktarının bile teneffüs edilmesi (solunum sistemine girmesi) halinde kesinlikle öldürücü olabileceği belirlenmiştir.

Bu konuda ödüllü bir araştırmayı sonuçlandıran ABD'li bir bilim adamı, Nathan Zohner, ülke nüfüsunun yaklaşık yüzde 86'sının dHmO'nun yasaklanması gerektiğini desteklediğini tespit etmiştir. Zohner, halkın, dHmO hakkında kendilerine bilgi aktaran kaynaklara daha eleştirel bakması gerektiğini, ancak bu yapılırsa kendi araştırması benzeri araştırmalara ilerde gerek kalmayacağnı düşündüğünü ifade etmiştir.

Benzer bir çalışma yapan Patrick K. McCluskey ve Matthew Kulick gibi diğer ABD'li araştırmacılar da, katılanlardan elde ettikleri sonuca bakarak, ABD halkının yaklaşık yüzde 90'ının dHmO'nun derhal yasaklanması görüşünü desteklediğini kanıtlamışlardır.

Bugüne kadar dHmO'nun tehlikeli olduğunu niçin duymadık?

İyi bir soru. Geçmişte dHmO'nun tehlikeleri genelde önemsiz ve telafi edilebilir görülürdü. Günümüzde ise bu tehlikelerin önemli bulunanları her ülkenin kendi sağlık birimlerince (Sağlık Bakanlığı, Hıfzısıhha Enstitüleri vs) kontrol altında tutulmak istenmekle beraber, halkın her bir bireyinin kendisi için duyarlı olması ve tedbir alması şarttır.

Hükümet üyelerini, siyasetçileri ve genelde de devlet bürokrasisinin dHmO konusunda bir politik fayda göremediklerinden dolayi ilgisiz kaldıkları yolundaki eleştiriler yerindedir, ve bu yuzden halk da dHmO'nun niçin zaralı ve tehlikeli olduğu ile ilgili tarafsız bilgilendirmeden yoksun kalabilmektedir.

Halkımızın dHmO'nun zarar ve tehlikeleri hakkında tarafsız bilgilendirmeden yoksun kalmasının sorumlusu, Hükümet üyelerinin, siyasetçilerin ve genel devlet bürokrasisinin dHmO'da siyasi menfaat görmeyişlerinin yarattığı ilgisizliktir.

Tabii ki, bu kabahatin bir kısmına halkın kendisi de ortaktır. Durum hayati dercede acil hale gelinceye kadar, çoğumuz meselenin ne olduğuna, boyutlarına, kendi hayatlarımiza vereceği zararların neler olabileceğine, sevdiklerimizin, ailelerimizin hayatlarına nasıl etkilerde bulunacağına pek kafa yormayız. Yakın geçmişte yaşadığımız büyük deprem felaketi öncesindeki tavrımızın aşağı yukarı tıpatıp aynısını dHmO ile ilgili olarak da sergilediğimizi söyleyebiliriz.

Halbuki, dünya nüfusundaki olağanüstü artışa paralel olarak, dHmO'nun tehlikeleri de arttı. Bunu salt sayılara ve titiz araştırmalara bakarak kolayca söyleyebiliyoruz. Bu yüzden, günümüzde, dHmO'nun tehlikelerinin neler olduğunu, ve kendimiz ve sevdiklerimiz açısından bu riskleri nasıl azaltabileceğimize artık çok önem vermeliyiz.

Ana başlıklar halinde, dHmO'nun zarar ve tehlikeleri nelerdir?

  • Çok az miktarlarda da olsa, teneffüs edilmesi (akciğerlere gitmesi) öldürücüdür.

  • Katı haldeyken uzun süreli temaslarda, hücre dokularını öldürür.

  • Yoğun miktarlarda sindirim sistemine alınması halinde çldürücü olmasa bile, son derece rahatsız edici sonuçlara yol açar.

  • Asit yağmurunun en önemli bileşenlerinin başında gelir.

  • Gaz halindeyken ölümcüllüğe varan yanıklara yol açar.

  • Toprak erozyonunun temel unsurlarından birisidir.

  • Bir çok metalin paslanmasında ve oksitlenmesinde temel etken unsurlar arasındadır.

  • Elektrik devrelerinde bulunması halinde kısa devrelere ve yangınlara yol açar.

  • Ortamda bulunması halinde araçların frenleme verimliliğini düşürür. hayati tehlikelere meydan verir.

  • Kanser-öncesi tümor ve lezyonlu hücre biyopsilerinde bulunur.

  • Hidrolojik ve hidrojeolojik ortamlarda geçekleşen depremler sonucunda karada yaşayan canlıların ölümüne yol açan unsurdur.

  • Tayfun, hortum, tufan vb meteorolojik oluşumlarda ölümlere yol açan unsurlardandır.

  • Oşinografik termal varyasyonlarla bir arada incelendiğinde dünya ikliminde ortaya çıkan değişikliklerin temel sorumlularından birisidir.

dHmO nerelerde kullanılır?

  • Sanayide çözücü ve soğutucu olarak

  • Nükleer ve konvansiyonel enerji santrallerinde

  • Eski model sualtı araçlarının ivmelenmesi amacıyla Deniz Kuvvetlerinde

  • Performans artırıcılığı yüzünden atletler, koşucular tarafından

  • Strofor vb gibi sentetik dolgu ve izolasyon maddelerinde

  • Büyolojik ve kimyasal silahların üretiminde

  • Yangın durdurma ve söndürme tüplerinde, sprey ve püskürteçlerinde

  • Kürtaj polikliniklerinde

  • Yehova Şahitleri dahil olmak üzre, bir çok kült ve dinsel ayinler sırasında veya öncesinde, hatta sonrasında da

  • El yapımı bombaların temel girdilerinden birisi olarak

  • Hüdrokarbon yakan fırınların ve klima cihazlarının çıktılarında

  • Aczimendi, Hizbültahrir, Hizbullah, PKK, TIKKO/TKP-ML vb çeşitli bölücü örgütlerin toplantı ve yürüyüşlerinde

  • Sübyancılar ve porno müdavimleri tarafından (kullanış şekil ve amaçlarının ne olduğunu siz düşünun artık)

  • Gay, lezbiyen, homoseksüellerin klüplerinde, toplantı ve alemlerinde

  • Nazi toplama kamplarında, Guantanamo'da, Afganistan vb ülkelerin hapishanelerinde

  • İkinci Dünya Savaşında Japon ve Çin'deki bir çok savaş esiri kampında işkence malzemesi olarak

  • Etnik temizlik amacıyla Slobodan Miloşeviç'in Sırp ordusunda

  • Çok sayıda terörist örgütte

  • Kamuya açık yüzme havuzlarında kimyasal dengeleyici olarak

  • Bilgisayar sistemlerine virüs vb şeyler yazan hacker'ler tarafından

  • Hayvanlar üzerinde ölümcül deneyler yapan laboratuarlarda

  • Haşere (böcek) öldürücülerin üretim ve dağıtımında

Bugüne kadar, yoğun derecelerde dHmO kullanıldığı bilinmekle beraber hiç gündeme getirilmemiş olan başka ürün ve prosesler de vardır. Bu durum çok düşündürücür. Bunlara bazı örnekler şunlar olabilir:

  • Bebek mamaları, bebek formülleri, hazır çorbalar, meşrubatlar ve hatta tamamen doğal olduğu iddia edilen meyva suları gibi gıda maddeleri

  • Öksürük şurubu vb sıvı ilaçlar

  • Mutfak, bulaşık ve fırın temizleyici sıvılar ve spreyler

  • Şampuanlar, traş köpük ve kremleri, deodoranlar, ve diğer banyo ürünleri

  • Çocuklar için satılan köpüklü banyo ürünleri

  • Koruyuculuk ve raf ömrünü artırması sebebiyle, taze meyva ve sebzeler

  • Rakı, şarap ve bira gibi keyif verici alkollü içkiler

  • Lüks ve pahalı oteller, lokantalar vb kamuya açık yerlerde servis edilen kahve, çay gibi içecekler

  • Gezegen ve yıldız bulmak hedefi kapsamındaki NASA araştırmları

Bunların arasında, yakın zamanda bulunan ve belki de en şaşırtıcı olan, dHmO kirliliğine yol açan şeylerin başında gelen sebebin gıda ve zırai kullanımda kirlilik giderici (decontaminant) amaçla kullanılmasıdır. Kirlilik giderici amaçla dHmO kullanıldığında, ne kadar titizlikle yıkanırsa yıkansın, dHmO'nun izlerinin gıdalarda yine de kaldığını araştırmalar göstermiştir.

Okullarda görülen şiddet eğilimi ile dHmO arasındaki ilişki nedir?

Yakın zamanlarda yapılmış araştırmalardan elde edilen inanılmaz veo derece de dikkat çeken sonuçlardan birisi de, şiddet (ateşli silahlarla öldürme, yaralamalar vb) eğilimi artışı görülen bütün okullarda dHmO kullanımının yaygınlığıdır. O kadar ki, dHmO hemen her öğrencinin, doğrudan değilse dolaylı yollardan, kolayca elde edebildiği bir şeydir; dHmO ya da dHmO kullanılarak üretilmiş şeyleri rahatça okul çatısı altında bulabilmekte, kullanabilmekte ya da tüketebilmektedir.

Okul yöneticileriyle yapılan görüşmelerde, öğretmen ya da okul yöneticilerinin bu kullanımın varlığını bilmelerine karşın, tedbir almak bir yana, tam olarak ne kadar tüketildiği hakkında dahi hiç bir tahminlerinin bile olmadığı ortaya çıkmıştır.

Böbrek yetmezliğiyle yüzünden diyaliz makinasına bağımlı olan hastaları dHmO nasıl etkiler?

Malesef, aşırı dozda dHmO alındığı takdirde böbrek yetmezliğine yol açarak diyaliz makınasına bağlanmağı zorunlu kılabilmektedir. dHmO doz aşımı halinde, bu hastalarda, tıknamalara dayalı kalp yetmezlikleri, akciğerlerde su toplanması (pulmonary edema) veya yüksek tansiyon gibi sonuçlar doğurur. Aşırı doza kazara ulaşmak riski ve bununla beraber gelebilecek yüksek miktarlı dHmO zehirlenmesi risklerine karşılık, hala daha halkın belli bir kesimi her defasında diyaliz makinalarında dHmO'ya maruz bırakılmaktadır.

Herşeye rağmen, dHmO'nun yasaklanmasına karşı olan gruplar var mıdır?

Eldeki bütün kanıtlara kulağını tıkayan en azından bir çıkar grubunun varlığından bahsedebiliriz. Bu grup Kaliforniya'daki Hidrojen Hidroksit Dostları (The Friends of Hydrogen Hydroxide) grubu olarak da bilinir. Bunların inanışına göre, dHmO'nun zarar ve tehlikeleri abartılmaktdır. Üyeleri, dHmO (ya da kendilerince isimlendirdikleri –ve güya kimya bilim açısından daha doğru olan– Hidrojenhidroksit) karşıtlığının duygusal sebeplere dayandığını, dHmO'nun kimseye zararı olmayan, hatta faydalı ve doğada doğal olarak bulunan bir madde olduğunu savunurlar.

Hidrojen Hidroksit Dostları grubunun arkasında da, Kaliforniya'daki Kavruk Dünya Partisi isimli, az bilinen yarı-organize köktenci bir parti vardır. Bu partiye yakınolan kaynaklara göre, partşinin hem özel sektörde hem de devlet kademeleri arasında çeşitli işbirlikçileri vardır.

Basın dHmO konusunu gözardı mı ediyor?

dHmO'nun mahzurları hakkında Basının pek de yayın yapmadığını görmek zorundayız. Konuyla ilgilenen az sayıdaki kişinin görüşleri marjinal sayılabilecek yayınlarda çıkmış olsa da, nüfusun geneline ulaşabilen yayın kuruluşlarınca gözardı edildiğini söylemek hiç de abartma olmaz.

Nüfusun geneline ulaşabilen yayın kuruluşları söz konusu olduğunda, daha da ileri giderek, bugüne kadar bu sitede yayınlananlara benzer yayınları 'uydurma', 'safsata' vb. gibi sıfatlarla yaftaladıklarını da dikkate alırsak, bu alışkalıklarını devam ettireceklerini beklemek ve düşünmek yanlış olmaz.

Yine de, güçlü yayın orgalarının bu yaklaşımın gözden geçirmesine yardımcı olmak amacıyla bir Basın Paketi hazırlanmıştır.

dHmO'nun atletik performans artışına olumlu katkıları var mıdır?

Tabii ki! Amatör ve profosyonel atletler tarafından ağızdan alınan anabolik steroidler kadar, kana zerkedilen diğer dopinglerle ilgili değişik zamanlarda çeşitli iddialar duyulsa da, dHmO'nun performans artırıcı etkisine pek dikkat çeken olmamıştır.

Halbuki, rakiplerine karşı bir üstünlük sağlamak yolunda yüksek miktarlarda dHmO kullanmak, spor camiasının gizlemek uğrunda çok gayret sarfettiği çirkin bir sırdır.

Uzun mesafe koşanların ya da bisiklet sporu yapanların sık sık yaptığı üzere, performans ve dayanıklılığı artırmak için kullanılan yöntemlerin arasında yarışın başlamasından önce yüksek miktarda dHmO kullanımı da gelir.

Spor tıbbı üzerinde ihtisas yapmış doktorlarca, çok fazla dHmO kullanımı halinde, sorunlara ve istenmedik sonuçlara yol açıldığı bilmekle beraber, dHmO'nun performans artırıcı etkilerinin olduğu da inkar edilmez. Şu anda, yarış sonrası idrar testlerinde aşırı dHmO kullanımını gösteren bir bulguya rastalanmayışının sebebi hala daha dHmO'nun yasaklı kimyasallar arasında sayılmayışıdır.

dHmO'nun cinsel performans artışına katkısı var mıdır?

Buü her ne kadar bir söylenti olsa da, bazı bilimsel çalışmalarca da desteklenen bir iddiadır. dHmO, beynin libido artışı ve orgazm uyarılarını daha da etkenleştiren merkezler üzerinde birincil bir rolü vardır. Başka bir deyişle, tıpkı koşucularda olduğu üzere, bazı durumlarda dHmO'nın performansa katkısı olsa da, ciddi sorunlar da sözkonusudur.

Kazara dHmO doz aşımının belirtileri nelerdir?

Doz aşımını her zaman farketmek kolay değildir, dolayısı ile, bu belirtilerin kısa bir listesi aşağıya çıkarılmıştır.

dHmO doz aşımına maruz kaldığınızı düşünüyorsanız, ya da aşağıdaki belirtilerden herhangi birisi varsa, vakit geçirmeden doktorunuza ya da bir sağlık ocağına başvurmalısınız.

Burada verilen bilgiler sadece genel bir bilgilendirme mahiyetindedir; bir doktorun yerini tutmayacağını vurgulamak gerekir.

Belirtiler:

  • Aşırı terleme

  • Aşırı idrar

  • Boşlukta hissetme

  • Mide bulantısı

  • Kusma

  • Mineral dengesizliği

  • Halsizlik (kan serumunda tuz eksikliği)

  • Kan serumunun katılığı

  • Sodyum homestozunun azalması

Yakın zamanda tıp biliminin elde ettiği bulgulara göre, gözlerin kenarında bazan görülen dHmO sızıntılarında, yabancı parçacıkların yarattığı rahatsızlıklar, anafilaktik şoklar gibi alerjik tepkilerin yanısıra ağır kimyasal dengesizlikler doğrudan etkendir.

dHmO'nun kimyasal analizi nedir?

Yakın geçmişte, Universitaet Regensburg'da (Regensburg Üniversitesi, Almanya) önemli bir ilim adamı olan Christoph von Bueltzingsloewen, dHmO'nun her zaman var olan tehlikelerinin anahtarını bulduğu kanaatine varmıştır. von Bueltzingsloewen'e göre, kimyasal yollarla dihidrojenoksitten oksijendidridin ayrıştırılması son derece zordur. İki benzer bileşik her nedense aşağı yukarı eşdeğer moleküler dağılım gösterecek şekilde bulunur. Bu iki bileşenin dHmO'nun tehlikeliğine yol açan unsurun tam olarka ne olduğu belli olmasa bile, Bueltzingsloewen, sçnerjik bir mekanizma, ortamdaki eser miktardaki hidrojenhidroksit yardımıyla önemli bir rol oynamaktadır.

Riski en aza indirmek için ne yapılabilir?

İyi bir haber: dHmO'ya maruz kalmak riskinizi azaltmanız mümkündür. Önce, sağduyunuzu kullanın. dHmO kirliliğine uğramış olduğunu düşündüğünüz bir ürün ya da gıda maddesi ile karşılaştığınızda, ilk yapmanız gereken, bu durumun size ve ailenize ne kadar zarar verebieleceğini dikkate almalı ve buna göre hareket etmelisiniz. Çok defa, az miktarda dHmO kirliliğine maruz kalmanın önüne geçemeyeceğiniz gibi, bunun önemli bir zararının olmadığını da akılda tutmakta fayda vardır.

İkinci olarak, sindirim ya da solunum sisteminize dHmO'nun kazaen girebileceği durumlara karşı tedbirli olmalısınız. Rahatsız olmağa başladığınız zaman, tehlike yaratan ortamdan olabildiğince çabuk uzaklaşmanız gerekiyor. Üzücü sonuçları ancak güvenli yerlere kaçarak önleyebilirsiniz.

dHmO hakkında daha fazla bilgi nasıl edinebilirsiniz?

dHmO'nun doğru ve yanlış kullanımları, riskleri, faydaları, zararları gibi önemli konularda daha fazla bilgi edinmek, gelişmelerden haberdar olmak isterseniz dHmO_NOKTA_org_AT_gmail_NOKTA_com adresine bir ePosta göndermeniz yeterlidir. Ayrıca, İngilizce olmakla birlikle, DHMO ana sitesinden de faydalabilirsiniz.