Science. Evolution. Incompleteness. [Irreducible] Complexity. Design.

This article has been moved. Please click here to read it.

Ali Ekber Çiçek...

Az önce öğrendim.. Ali Ekber Çiçek'in vefat ettiğini... Muzaffer Sarısözen ve Nida Tüfekçi gibi, Ali Ekber Çiçek de Türk Halk Müziğine, kültürümüze çok emeği geçenlerdendi. Tarife sığmaz dercede üzüldüm. Allah rahmet eyleye. Alevi dostlarıma ve diğer tüm sevenlerine baş sağlığı ve sabırlar dilerim.

Monna Rosa

Serbest vezinli siiri (sarki sozleri haric) cok fazla sevdigimi iddia edemem; sevmekten daha cok anladigimi iddia edemem. Biraz bu yuzden olsagerek, mesela, Ismet Ozel'in siirlerini dinlemesine dinlerim ama birisi onume uzatsa elim ayagima dolanir, ahengi bir turlu yakalayamadigim icin okuyamam. Sesli ya da sessiz, okuyamam. Okuyamayinca da tad alamam pek. Tad alamadigim seyleri sevmek de zor oluyor haliyle.. Siir acisindan bakildiginda, Karakoc sulalesi hayli verimli --nufus ortalamamizin kesinlikle ustunde, hem sayisal hem de kalite bakimindan. Cogunu severim, ama, iclerinden sadece --nedense-- Sezai Karakoc'un 'Monna Rosa'si bemim icin 'bitane'dir... Sezai Karakoc, bir serbest vezin sairi olmasina ragmen bunu hece ile yazmis, ama, farklidir. Klasik dorlukler yerine enteresan bir besli form secmistir.. Ilk bakista okunmasi zordur, ama, bir kac denemeden sonra cok hos oldugu anlasilir --en azindan benim tecrubem boyle.. Blogcu.com'a bakinirken bu siirinde bulundugu 'Ey İnsan Diriliş Vaktidir...' isimli siteye rastladim. Sezai Karakoc'un siirlerini (kendisinden ozerk ya da bagimsiz) burada topluyorlarmis. Niyetlerini takdir ettim, ama, siirde hata var. Yazim hatasi var, galiba --cunku simdi o kadar emin degilim; en azindan 'Gulce'nin degil 'Geyve'nin gulleri olmaliydi.. Bir eposta ile bu durumu dikkatlerine getirmek istedim, ama, verilen adres sorunlu cikti. Yani, ulasmak mumkun degil. En cok sevdigim siirlerden birisinin boyle olmasina razi olamadim. Madem baska caresi yok, dogrusunu buraya yazayim dedim. Hem bana da bir kolaylik olur, aradabir buraya gelip okumak icin.. --------------------------------------------

Monna Rosa [*]

Monna Rosa, siyah güller, ak güller Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak Kanadı kırık kuş merhamet ister Ah, senin yüzünden kana batacak Monna Rosa, siyah güller, ak güller Ulur aya karşı kirli çakallar Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa Monna Rosa, bugün bende bir hal var Yağmur iğri iğri düşer toprağa Ulur aya karşı kirli çakallar Açma pencereni perdeleri çek Monna Rosa, seni görmemeliyim Bir bakışın ölmem için yetecek Anla, Monna Rosa, ben bir deliyim Açma pencereni perdeleri çek Zeytin ağaçları söğüt gölgesi Bende çıkar güneş aydınlığa Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi Seni hatırlatır her zaman bana Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ve vardır her vahşi çiçekte gurur Bir mum ardında bekleyen rüzgar Işıksız ruhumu sallar da durur Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ellerin, ellerin ve parmakların Bir nar çiçeğini eziyor gibi Ellerinden belli olur bir kadın Denizin dibinde geziyor gibi Ellerin, ellerin ve parmakların Zaman ne de çabuk geçiyor Mona Saat on ikidir, söndü lambalar Uyu da turnalar girsin rüyana Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar Zaman ne de çabuk geçiyor Mona Akşamları gelir incir kuşları Konarlar bahçemin incirlerine Kiminin rengi ak, kiminin sarı Ah, beni vursalar bir kuş yerine Akşamları gelir incir kuşları Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni İncir kuşlarının bakışlarında Hayatla doldurur bu boş yelkeni O sakin bakışlar bir su kenarında Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa Henüz dinlemedin benden türküler Benim aşkım sığmaz öyle bir saza En güzel türküyü bir kuşun söyler Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa Artık anla beni muhacir kızı Anla ve kabul et itirafımı Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı Alev alev sardı etrafımı Artık anla beni muhacir kızı Yağmurdan sonra büyürmüş başak Meyveler sabırla olgunlaşırmış Bir gün gözlerimin ta içine bak Anlarsın ölüler niçin yaşarmış Yağmurdan sonra büyürmüş başak Altın bilezikler, o korkulu ten Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne Bir tüy ki can verir gülümsemene Bir tüy ki kapalı geceye güne Altın bilezikler, o korkulu ten Monna Rosa, siyah güller, ak güller Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak Kanadı kırık kuş merhamet ister Ah, senin yüzünden kana batacak Monna Rosa, siyah güller, ak güller Sezai KARAKOÇ
[*: 'Mona Roza' olarak okunur.] Orjinalinin yazılışının 'Monna Rosa' olduğuna, bu nüansa bugüne kadar hiç dikkat etmemisim. Özür dilerim. --------------------------------------------

Ben bu şiiri buraya alıntıladıktan epey sonra Hürriyet gazetesinde 12 Kasım 2006 tarihinde Ahmet hakan Coşkun imzasıyla şu yazı yayınlandı.

Şiirin hikayesini bu kadar detaylı değil, daha üstünkörü bilirdim; şimdi biraz daha biliyorum. Hem içim cız etti hem de şiiri daha bir sevdim..

Her ikisinin de ruhu şâd olsun..

Muazzez Akkaya’yı buldum

Şair Sezai Karakoç’un meşhur 'Mona Roza' şiirinde, Türk edebiyatının en mahrem akrostişi gizlidir.

Şiirin her kıtasının başındaki harfleri yan yana getirdiğinizde 'Muazzez Akkayam' çıkar.

Karakoç, 1950’de Mülkiye’de öğrenciyken yazmıştır bu şiiri.

Ancak 2002 yılına kadar hiç yayınlamamıştır.

Buna karşın tam 50 yıl kuşaktan kuşağa aktarılmıştır bu etkileyici şiir.

60’larda daktiloyla, 70’lerde teksirle, 80’lerde fotokopiyle çoğaltılmıştır.

Bu efsane şiir, bir aşk acısının yürek burkan sesidir.

Şöyle başlar:

Mona Roza siyah güller ak güller Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak Kanadı kırık kuş merhamet ister Ah senin yüzünden kana batacak Mona roza siyah güller ak güller. --------------------------------------------

Ketumluğu, vakarı, onuruna düşkünlüğü, içe kapanıklığı, aşırı kırılganlığı ve küskün bir çiçek oluşuyla tanınan Sezai Karakoç’un, tam 50 yıl Muazzez Akkaya hakkında tek bir kelime etmesi tabii ki beklenemezdi.

Herhangi bir babayiğidin de Muazzez Akkaya konusunu Sezai Karakoç’a sormaya cüret etmesi de düşünülemezdi.

Bundan dolayı Muazzez Akkaya, Türk edebiyatının bir büyük gizi olarak kaldı.

Giz devam ettikçe de, efsane üretmeye meyilli tipler girdi devreye.

Neler neler anlatılmadı ki...

En meşhur hikáye şudur:

Güya Sezai Karakoç, Mülkiye’de okuyan Muazzez Akkaya’ya aşkını itiraf etmiş ama karşılık bulamamış, bunun üzerine "Mona Roza" şiirini yazmış, şiiri okuyan Muazzez Akkaya intihar etmiş.

Bu rivayet, 'Sezai Karakoç da bu nedenle hiç evlenmemeyi tercih etmiş' diye bitiyor.

--------------------------------------------

Dikkat! Dikkat!

Edebiyatımızın büyük sırrı çözüldü.

Nasıl mı?

Anlatayım:

Bundan bir süre önce bir yazımda Sezai Karakoç’un 'Mona Roza' şiirine ve Muazzez Akkaya’ya şöyle bir değinmiştim.

O yazının yayınlanmasının ardından New York’tan bir e-posta aldım.

Şunlar yazılıydı e-postada...

"Selam Ahmet Bey... Ben New York’ta doktorluk yapıyorum. Muazzez Akkaya’nın kızıyım. Yazınız ailecek çok hoşumuza gitti. Annemin adını yazınızda geçirdiğiniz için çok teşekkürler. Ayşe."

Okuyunca "Vay be" diye haykırdım. Muazzez Akkaya’nın izini bulmuştum.

Hemen bir yanıt yazdım: "Lütfen anneniz hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz?"

Yanıt şöyleydi:

"Annem Mülkiye’de okumuş. Öğrenciliğinde çok güzel bir kadınmış. Grace Kelly tipinde. Pingpong şampiyonu olmuş okulda. Bugün anneme Sezai Karakoç’un aşkını ve şiirini sordum. Annemin bu aşktan ve şiirden haberi olmamış. Ama şunu anımsıyor: Paltosunun cebinde şairi meçhul aşk şiirleri bulurmuş! Babamla evlenirken babama bu şiirlerden söz etmiş, babam da şiir yazmaya kalkışmış annem için ama tabii ki çocukça şiirler olmuş bunlar. Annem Hazine avukatlığından emekli oldu. Maliye Bakanlığı’nda çalışırken babamla tanışıp aşk evliliği yapmışlar. 48 sene harika bir evlilikleri oldu. Maalesef geçen hafta babamı kaybettik."

--------------------------------------------

Muazzez Hanım’ın Mülkiye’de okurken "pingpong şampiyonu" olduğunu öğrenince...

Hemen aklıma Sezai Karakoç’un 'Ping-Pong Masası' adlı başka bir şiiri geldi.

Şiiri bulup okudum...

Şu dizelere dikkat kesildim: Ha Sezai ha ping-pong masası Ha ping-pong masası ha boş tüfek Bir el işareti eyvallah ve tak tak Gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi Ne kadar güzel ne kadar sıcak Tak tak tak tak tak.

Gözümün önüne şöyle bir görüntü geldi:

Ezik ama onurlu Ergani çocuğu Sezai, uzak bir köşeden Muazzez’in pingpong oynamasını izlemektedir. Muazzez topa şımarık bir edayla vurdukça "Ha Sezai ha ping-pong masası" diye içlenmektedir.

Ne dokunaklı değil mi?

--------------------------------------------

Hadi girin internete ve bu çok eski devirlere aitmiş gibi gözüken dokunaklı aşka nüfuz etmek için 'Mona Roza' şiirini bulup okuyun.

50 yıllık büyük gizin aydınlanmasının hatırına...

Bir parça kederlenip aşka olan imanınızı tazeleyin. Okuyun ve içinizi ısıtın: Yağmurlardan sonra büyürmüş başak Meyveler sabırla olgunlaşırmış Bir gün gözlerimin ta içine bak Anlarsın ölüler niçin yaşarmış Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

2006: Okyanusya, Avrasya, Dogasya

Mahfi Egilmez'in Radikal'deki yazisinin sonundaki su paragraf:

ABD'nin, kapitalist sistemi güçlü kılabilmek ve dünyaya egemen edebilmek için çalıştığı yolundaki genel kanının ötesinde bir şeyler olmalı bu resmin içinde. Çünkü bu tuhaf ilişkiden en kârlı çıkan Çin, sonra Rusya ve en sonra da ABD. Bu durumda ABD'nin bu iki ülkeyi ekonomik çıkar ortak paydasında dengede tutarak ortadoğu petrolleri üzerinde ilave bir şeyler yapmaya hazırlandığından kuşkulanıyor insan.
bana nedense George Orwell'in 1984 romanini hatirlatti. Romani ne okudugum zaman, ne de yillarca sonra pek tutmadigim halde, en azindan bu romandan esinlenerek cizilmis olan aşağıdaki haritanin isabetli olabilecegini teslim etmek zorundayim artik/sanki.

Lokman Hekim

Vakti zamanında bir delikanlının bütün vucudunu yaralar kaplar, acı ve sancılı bir illettir ve yakınlardaki tabiplerden hiç birisinin tedavisi de fayda etmez. Tek ümit Lokman Hekim'dir artık. Hasta ve yakınlari bir kafile oluşturup yola çıkarlar. Yol da yol hani; dağ-taş aşarak bır ayda ancak gidilir. Yaya. Mevsim yazbaşıdır, dolayısı ile masraf az olsun diye bütün kafile geceleri yalap-şap kurdukları çadırlarda kalır; gündüzleri yola devam eder. Sonunda, iki-üç ay yol gittikten sonra, Lokman Hekim'e varırlar. Lokman Hekim'in en büyük özelliği, kendi bilgisinin yetmediği hallerde muayenehanesinin arkasındaki serada yetiştirdiği enva-i çeşit bitkidedir. Daha doğrusu, bu bitkilerle olan iletişimindedir: Tedavisini bilmediği bir illetle karşılaştığı zaman, bu seraya çekilir, abdest alıp namaz kıldıktan sonra Allaha kendisine yardımcı olması için yakarır. Hangi bitki tedavi için uygun grülmüş ise o bitkinin yaprakları titrer ve Lokman Hekim de o bitkiyi/bitkileri kullanıp ilaç yapar... Neyse. Lokman Hekim, gelen bu hastayı da iyice bir muayene eder. Daha önce rastladığı bir şeye benzemeyen bir şeydir bu. Seraya geçer ve dua eder. Fakat, hiç bir şey; tek bir yaprak dahi kımıldamaz. Hekim şaşırır; bugüne kadar böyle bir şey hiç olmamıştır. Tekrar abdest alır, namaz kılar ve daha bir içten yakarır. Sonuç değişmez; tek bir yaprak dahi kımıldamaz. Bunun üzerine, Lokman Hekim hastasına döner ve boynu bükük bir eziklikle delikanlının hastalığının tedavisinin olmadığını söyler. Hasta ve beraberindeki yakınları yıkılmıştır; ama, ne çare.. Geriye dönmek üzere yola çıkarlar. Bütün gün yürüdükten sonra, her zamanki gibi, bir bayırda çadır kurup uyurlar. Delikanlı, milletin uyuduğundan emin olduktan sonra, çadırdan çıkar. Amacı, bu çaresiz hastalıktan da, acılarından da tamamen kurtulmak için kendini ya bir uçurumdan atmak ya da kurda kuşa yem etmektir. Yani, intihar. Karanlıkta yürür yürür; bütün gece boyunca yürür; ama, karşısına ne bir uçurum çıkar ne de bir vahşi hayvan. Sonunda yorgunluktan bitap; bir yerlerde kıvrılır ve uyur. Sabahın alaca karanlıgında uykusundan ani ve farklı bir acıyla uyandığında bir de ne görsün: Yılanın birisi bacağından sokmuştur. Delikalı uyanınca yılan da kaçar ama, olan olmuştur artık. Delikanlı aslında memnundur. Allaha hamd eder; canını vahşi hayvanlara parçalatarak değil de bir yılanın sokmasıyla --çok daha acısız-- alacağı için. Huzur içinde ölümü beklemek için tekrar uykuya döner. Bu arada, sabah olduğundan, uyandıklarında delikanlıyı göremeyen kafile de aramaya çıkmıştır. Epeyi bir aramadan sonra, bizim delikanlıyı uyurken bulurlar. Delikanlı da ne olduğunu anlatmaz; ama, yakınları da onu --kaçmasın diye-- bir daha yalnız bırakmaz. Köylerine varırlar. Aradan bir iki ay geçer; ölümü bekleyen delikanlı ölmek bir yana alenen sağalır. Ne yaralardan bir eser kalır ne de acılarından. Tamamen iyileştiğine hükmeden delikanlı, onca yolu da sırf bu amaçla tepmek bahasına, bir kaç yakını ile beraber dönüp o Lokman Hekim denen şarlatana bir güzel haddini bildirmek ister. Gelirler ve Lokman Hekim'e durumu gösterirler. Hekim hem şaşkın hem de mahçuptur. Üzgün bir şekilde izin ister ve seraya kapanır. Uzun yakarışlardan sonra dışarıya tekrar çıktığında kafileye şunu der:

Sabahın seherinde hem lohusa, hem de bir gün önceden kimyon ve safranlı çimenlerde otlamıs beyaz ineğin memesinden süt emmiş bir engerek yılanını ben nasıl bulacaktım ki..

Yoluyla Yordamıyla Istemek

Ülkenin büyük eyaletlerinden birinin Vali Paşa'sının oğlu gönlünü bir çingene oymağının reisinin kızına kaptırmış.. Kız da ona. Ama, oğlan bunu kimseye açamaz.. Yemeden icmeden kesilir.. Ölüp gidecek.. Anne yüreği bu, dayanır mı.. boyuna yalvarır, sorar durur.. Nihayet, çocuk derdini annesine açar.. Açar da, bu sefer de anne yemeden içmeden kesilir, çünkü bunu Paşa'ya söylemek mümkün degil.. Boru mu.. Koskoca Vali Paşa !! Çingene kızından gelin mi? Haşa!.. Durup duruken, evde iki tane cenaze namzedi peydahlandığını goren Paşa, ancak 'hic bir şey yapmayacağı'na dair yemin billah söz de verdikten sonra durumu öğrenir.. Biraz hiddetlenir gibi olur, ama, yapacak bir şey de yok.. Mecburen, yanına erkânını alıp dogrulur dağ başındaki çingene oymağına.. Reis'ten kız isteyecekler.. Paşa ve maiyetini kapısında gören Reis'te bir afra bir tafra.. bir hava bir hava.. Daha 'Allahın emri, peygamberin kavli..' demeden, Reis, bunları oracıkta kovar? Aman yârabbi !!!.. Bütün itibarının üç kuruşluk olduğuna mı yansın, edemediği bir gelin yüzünden evden iki cenazenin çıkacak olduğuna mı.. Paşa da yataklara duşer.. Paşa'nın hasta oldugunu ve sebebini duyan herkes ziyaretlere gelir ama bu ziyaretler Paşa'yı sadece daha fazla üzer.. Duyanlar arasında Paşa'nın muhafız birliğindeki Deli namlı bir Çavuş da vardır. Paşa'sını çok sevdiği icin, yasak-masak laflarına aldırmaz, üstüne kapatılan kapılara gereğinde omuzla yüklenerek Paşa'nın yatak döşek yattığı odaya kadar gider.. Paşa şaşkın ve bitkin.. Deli Çavuş derhal soze girer: -Paşam, bana izin verin ben bu kızı babasının rızasıyla size gelin edeyim. Paşa'nın, onca maiyetiyle yapamadığı seyi bu baldırı çıplak, bu çulsuz levendin yapabileceğine aklı pek yatmaz ama, olabilecek her türlü rezalet zaten olmuştur; kaybedecek ne vardır artık.. izin verir.. Deli Çavuş, yanına adamlarından on kişi kadar alır.. dörtnala.. doğru Oymak Reisinin çadırının önüne.. Reis de zaten at seslerini duymuş; n'oluyor diye zaten çadırının önünde bekliyor.. Olanca hiddetiyle, Deli Çavuş: -Reis sen misin? Daha 'evet, benim' diyemeden, Çavuş ve adamları Reisi ayaklar altına alır.. Az mı yersin, çok mu.. Vur Allah vur !! Bir ara, dayak hafifler gibi olunca, Reis, can havliyle: -Ağalar, n'ettim, ne yanlışım oldu??? diyecek olur; Deli Çavus: -Seni nabekâr seni.. Devletlu Paşamız tenezzül etmiş; senin kızını istemek için hem de ayağina kadar gelmiş.. Ve sen vermemişsin!! deyip tekrar girişmek üzereyken, Reis: -Ama, ağalar, boyle yoluyla yordamıyla istemedi ki... demiş.. ve kızını gönül rızası ile vermiş.. :-)

Som Kristal Cami

Gelecek kuşaklara, bugün erişmiş olduğumuz seviyeyi gösteren bir yapı bırakmak... Kristal olması önemli. Çünkü, kristalin ömrü betondan çok daha uzun, belki de taştan bile daha uzun. Tek püf noktası, binayı yaparken kristalin kırılganlığını dikkate alarak binayı ona göre tasarlamak gerek. Bunu da yapabileceğimize eminim... Binanın içi aydınlık olmalı, ama rahatsız edecek derecede değil. Halledebiliriz. Akustik... Bu konuda eksiklerimiz var. Asırlardır akustiğin önemini unutmuş durumdayız. Estetik... Bu da zor bir konu... Estetik konusunda çok gerilere gitmişiz. Bir kaç asır geri gitmiş olsak belki sorun olmazdı :-) ama bir kaç bin yıl gitmiş gibiyiz... Estetik denilince nedense insanı şok edecek ya da ruhunu karartacak garabetler ile ortaya çıkıyor mimarlarımız... Öyle olMAmalı.. Benim aklıma Vedat Dalokay'ın Pakistan'da yaptığı cami geliyor. Yerinde görmedim ama güzel ve çağımızı temsil etmek iddiasi var. Ona benzer, onu da aşan bir kristal cami hayal ediyorum... Biraz daha az prizmatik, biraz daha az keskin köşeli, maziden biraz daha belirgin izler taşıyan... Tamamı kristal bir cami... Bugünü yarınlarda temsil edecek bir anıt...

Padişah'ın işi ne!!??

Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli desen değil, üzüntülü desen hiç değil. Vezir-i Azam Siyavuş Paşa sorar: - Hünkârım, canınızı sıkan bir şey mi var? -- Gece garip bir rüya gördüm. - Hayırdır inşallah?.. -- Hayır mı şer mi, öğreneceğiz. - Nasıl yani? -- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara iner. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar; -- Kimdir bu? Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler, ayyaşın meyhusun biri işte!.. -- Nerden biliyorsunuz? - Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz... Bir başkası tafsilata girer; - Biliyor musunuz, der, aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir. - Isterseniz komşulara sorun, der; sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu : -- Nereye? - Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım. -- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek. - Saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden. -- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha. - Peki ne yapmamı emir buyurursunuz? -- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından. - Aman efendim, nasıl kaldırırız? -- Basbayağı kaldırırız işte. - Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini... -- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız. - Şurada bir mahalle mescidi var ama... -- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin? - Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden... -- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır. - Sultanım, der, yanlış yapıyoruz galiba... -- Nasıl yani?.. - Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?.. -- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başında bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. - Hakkını helal et evladım, der, belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından... - Biliyor musun oğlum? diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!.. -- Niye? - Ümmet-i Muhammed içmesin diye... -- Hayret... - Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihalinde, Huccet-i Islamdan okurdum... -- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki... - Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli... -- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi? - Işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; bak efendi, dedim, sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek; inan cenazen kalacak ortada... -- Doğru, öyle ya?.. - Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim; seni kim yıkayacak, kim kaldıracak? -- Peki o ne dedi? - Önce uzun uzun güldü, sonra; Allah büyüktür, hatun, hem padişahın işi ne!!?, dediydi...

Neden? Halil Bezmen

[Uzun zamandir, okudugum kitaplarin aklimda kalan kisimlari cinsinden kendimce elestirilerini yazmak istiyordum. Edebi, ya da ilmi degerleri filan gibi iddiali bir sey degil; sadece 'kitap bana ne verdi?' sorusuna karsilik gelecek seyler.. Ilk denememe bu kitap denk geldi...] Neden? --Halil Bezmen Raftan degil de Internet'ten aliyor olsam, eminim bu kitabi alip okumazdim. Yanlis anlasilmasin: 'Rafta gordum; cildini cok begendim', ya da 'icini inceledim; okunmaga deger olduguna karar verdim' de aldim demiyorum. Alacagim kitaplari zaten secip almistim; kasaya ilerlerken bir de bu kitabi gorum, ve digerlerinin arasina kattim. Kitabin alinis gerekcesi bu kadardir. Eve gelince, 'bunu da acaba nicin aldim?' meragiyla kitabi biraz karistirdigim zaman, bir otobiyografi oldugu anlasildi <g> [cunku kitabin kapagina bakarak buna karar vermek cok kolay degil].. 'E, iyi valla, tutmus neye para vermisim?! Merd-i kiptinin sirkatini bir hatirat halinde yazip satmasina mi geldi sira!' diye dusune dusune ilk sayfalara biraz daha goz gezdirdim... Okudukca sasirmadim degil. Ozellikle de kendi onyargilarima sasirdim. Birincisi, zenginlerimiz hakkindaki kanaatlerimin bir kismini sarsti --ben, zenginlermizin bir entellektuel olarak otuzunda mortu cekmis altmisinda gomulecek tipler oldugunu dusunurum... Yani, yoktur bir entellektuel derinlikleri.. Cogu ya sadece para kazanmanin yollari hakkinda zoraki bir seyler okumustur, cogu da bunu bile yapmaksizin bir firsattan bir digerine surf yapmis, bu arada da cukkayi bir sekilde doldurmus tiplerdir. Baska bir deyisle, hayat medresesinden icazetlildirler --kendilerine soruldugunda. Halil Bezmen pek de oyle birisi degil gibi gorunuyor. Yazdiklarinin icinde entellektuel degeri olan tespitler var. Sasirdigim ikinci sey de, 'ben masumum' teraneleriyle dolu bir kitap olmayisi. Daha dogrusu, 'hata yapmadim' bile demiyor. Hatalari oldugunu, hatta buyuk hatalari oldugunu acik acik soyluyor. Ek olarak, kasitli olmadigini da soyluyor. Baska bir deyisle, kitap, Halil Bezmen'in yazdigi bir savunma degil; yani, baskalarina yonelik bir karsi suclama degil; aksine, Halil Bezmen kendi hayatini anlatiyor... Bir cesit hayat muhasebesi de denebilir. Bircogumuzdan hayli farkli bir hayat yasamis oldugu ortada, ozellikle cocuklugunda... Ulkenin en zengin fakat yine de bir azinligina mensup bir ailesinin bir uyesi olmak; ailenin cocuk yetistirmekteki (belki de devrin genelini yansitan) katiligi yuzunden ailesinin evi bir tas atimi uzaktayken dahi yatili bir okulda okumak zorunda kalmak.. Evde bolluk, disarda yokluk yasamasi.. Evlat-ebeveyn (kiz-anne, ogul-baba) rekabeti hakkindaki tespitleri kadar kendi goruslerinin zamanin mihenginde nasil degerlendirlecegi konusundaki 'bilemiyorum'larini bir olgunlugun ynasimasi olarak gordum. Zor motive olan butun akilli cocuklarin kaderi oldugu sekilde ketcap sisesi gibi ders calismasina ragmen yine de sonunda oldukca iyi bir okuldan mezun olmasi da ilginc. Bu surec hakkinda araya serpistirdigi anekdotlar da, tespitleri de.. Daha sonrasinda, okul ve askerlik sonrasindaki hayatindaki mucadelelerini de ilgiyle okudum. Okunmaga da deger buluyorum. Detaylarina girmeyecegim, ama, iyice okunmasini dusundugum seylerin basinda da, simdi 'vaktinden evvel' sayilabilecek kararlarla giristigi yatirimlar ve bu konuda simdi kendisinin soyledikleri geliyor. Bugunku mutesebbis namzedlerimizin bunlari okumasi gerektigini dusunuyorum. Bugunku Turkiye'de is dunyasinda basarili olmak icin iki alternatiften birisini (ya 'hayat esittir is' ya da 'is esittir entrika') secmemis olmasi galiba temel yanlisi --ya da uymazligi.. Mesela, hayatta kalmak mucadelesi veren bir grubun basindaki kisinin yelkenli yarislari veya sanatla bu kadar icice olmasini garipsemedim degil. Ama, kitabi okuduktan sonra bambaska bir Halil Bezmen portresi ortaya cikti benim gozumde. Hatalariyla da olsa, bir insan olarak takdir ettigim bir Halil Bezmen. Ote yandan, yazmadiklarinin neler oldugunu cok daha merak ediyorum simdi. Yok, yok; bir Selanik 'donme'si oldugunu nicin kitabin basinda ve daha acik acik soylemedigini degil; Sabetayistlerin hayat tarzlarinin ince detaylarinin, Turkiye'deki son asirdaki etkilerinin ayakizlerinin nasil ve nicinini detaylandirmadigini da degil. Bunlari da bilmek isterim tabii ki, ama, bunlari Halil Bezmen'in yazmasi gerekmiyor. Benim asil merak ettigim, kendisinin de kitabin icinde degisik yerlerde ima ve ihsas ettigi 'arka plandaki guc'lerin kimler oldugu konusudur. Ticari rekabet baglaminda basin dunyasinin isleyisine dolayli temas ediyor, ama, kitabin buralari --baska yerlerine hic yakismayacak sekilde-- magazinel siglikta.. Halbuki, eger yanlis anlamadiysam, Halil Bezmen'in bir tarafinda kendi 'vaktinden evvelci'lik yatiyorsa, digerinde de 'ilginc zamanlarda kudretli kisilerin dikkatini cekmis'lik yatiyor.. Bu 'kudretli kisi'lerin gazabi da basin yoluyla tecelli etmis gibi gorunuyor.. Ama, bu kisilerin bir irkcilik saikiyle mi bunu yaptigi yoksa baska amillerle mi bunun ortaya ciktigi belli degil. Buna da biraz daha aciklik getirmeliydi bence. Bunlarin, bu 'arka plandaki guclerin', bir sekilde anlatilmasinda ulkenin gelecek nesilleri icin ciddi fayda var. Ve, Halil Bezmen gibi cok farkli irtifalardan bakabilmis birisinin soyleyeceklerinin onemli olacagina inaniyorum. Keske yazsa. Keske. Kitabi bir kac saatte okuduktan sonraki kanaatim, daha onceki kanaatimin aksine, 'yazik olmus'a donustu.. Sonuc ve ana fikir olarak, 'ikbal ve zeval bir kapida baki kalmaz'i gercek hayattan okuyabildigim, guzel yazilmis bir eser diyebilirim. ISBN: 975-04-0373-8 www.literatur.com.tr

Dersaadet: nufus gani miktar mechul

Bambaska bir yazi icin, istanbul'un cari nufusunun ne oldugunu bilmem gerekiyordu. Tabii, herkes gibi ilk isim bu konuda bir google yapmak oldu. DPT'de bazi bilgiler vardi; 2000 yilindaki sayima ait. Bunlari aldim, ve bir hesap yaptim, ama kaba bir tahmin oldu ancak. Hesap soyle idi: DPT'nin rakkamlarindan yola cikarsak, 2000 yili sayiminda Istanbul'un nufusu 10,033,478. Nufus artis hizinin da 0.0332 (binde 33.2) oldugu belirtildiginden, Istanbu'un 2006 nufusunun 12,200,000 civarinda oldugunu varsayabiliriz herhalde. Varsayabiliriz de, bunun daha dogrusunu ogrenmek icin, Icisleri Bakanliginin bir birimi olan Nufus ve Vatandaslik Genel Mudurlugunun sitesine bakmak daha dogru olur --diye dusundum. Nerdeeee.. Sitede her turlu sey var --hatta, makamlarin sahislarla kaim olmadigini ispatlamak (!) icin İstanbul İlimizi Tanıyalım -- İstanbul İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüğü sayfasinda ilgili personelin fotograflari bile var. Ozellikle Mudur beyin telefonla talimat alirken cekilmis klasik resmini pek begendim; pek de ciddi bir memur goruntusu verdigini kabul etmek lazim. Eminim, telefonlara bizzat kendisi bakiyordur.. Ayrica, bir devlet kurulusunun en basit sec+kopyala islemine 'Bu sayfadaki resimler ve metinler kopyalanamaz!' emriyle (unleme dikkat) cevap vermesi baslibasina bir ilginclik... Zat-i sahaneleri o siteyi kendi hazine-i hassalari ile yaptirdilar ve vergi odeyen vatandasin birakin kopyalamagi, bakmasi bile zat-i devletlularinin tenezzulune baglidir cunku!.. Sitede, her turlu statik bilgi var --mesela en yaygin 5 soyadin ne oldugunu merak ediyorsaniz, bunun cevabi hazir: Hepi topu 'Yilmaz', 'Kaya', 'Demir'. 'Sahin' ve 'Celik' kelimelerinden ibaret (toplam 27 harf) olan bu bilgiyi 156 kiloByte boyutunda bir PDF dosyasi halinde indiriyorsunuz... 27 harflik 5 kelimeyi 5,120 defa daha buyuk bir dosya haline donusturmek kolay mi.. Uc kurus bile olsa, aldigi paranin karsiligini boylesine bilhakkin (!) veren, isinden cok vakti olan birisine bir ornek arasaniz bundan daha iyi bir ibret zor bulursunuz... Sitedeki luzumlu (!) bilgiler bunlarla kisitli da degil tabii. Mesela, 'Reel kur gelişmeleri' isimli bir dokumana da erisebiliyorsunuz. Nicin sadece Ocak 2002 ile Ekim 2003 tarihleri arasini kapsadigini sormanin bir alemi yok; nicin bu son derece onemli bilgiler iceren (!) dosyanin Nufus ve Vatandaslik Genel Mudurlugu sitesinde bulundugunu da sormamaliyiz. Eminim bir bildikleri vardir.. Diger linkler arasindan, az da olsa calisanlar tabii ki var. Bu linklerin Nufus ve Vatandaslik mevzuuyla ne alakasi oldugunu anlamak ise beni asar. Neyse, gecelim. Asil onemli olan, en azindan eldeki kayitlara gore, Istanbul'un simdiki nufusunun ne oldugunu ogrenmek.. Peki, mumkun mu? Nayir! Alakasiz bir yere baktigimi anliyorum. Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü sitesinde arastiracagim bu sefer de. En azindan onlarin salakca kopyalama kisitlamalari yok..