İstanbul'un Dua Haritası

Ahalinin ikidebir Belediyelerin, Devletin, şunun bunun ihmalkârlığından şikayet edişinden ben de bıkmış usanmıştım...

Neymiş efenim; Devlet/Belediyeler İstanbul için risk haritaları hazırlamamış, millet de bu yüzden risk altındaki yerlerde gafletle evler, işyerleri inşa edip yerleştiği için, sel baskınlarında, depremlerde ve dahi bilumum afetlerde telef oluyormuş..

Her ne kadar bu iddialar bir yere kadar doğruysa da, tümden de geçerli olduklarını söylemek ne dine ne vicdana ne de insafa sığar.

İste size örnek: 'Duâların sırrı' isimli değerli kitabın yazarı ve dahi imamefendi.com nâm İnternet sitesinin kurucusu ve üstelik de derin ilmî mevzularda eşşiz bir araştırmacı olan Burak Taha hazretlerinin hiçbir zahmet ve meşâkkatten sakınmaksızın yıllarını vererek çıkardığı İstanbul'un semt-semt duâ haritası.

Lütfen bu listeyi en yüksek itinâ ile okuyunuz.

Hangi semte yakınsanız orada o semtle ilgili duâyı okuyunuz.

Veya, hangi derde düçâr iseniz, o derde müteallik semte bizzat giderek o duâyı okuyunuz ki yüce Rabbimizin rahmet, mağfiret ve şifasına nail olasınız.

İstanbul'un Duâ Haritası
  • AVCILAR
    Depremden korunma duâsı: Her türlü afetten korunma için. 'Secde' suresi okunur.
  • BAKIRKÖY
    Salgın hastalıklardan korunma duâsı: 'Domuz Gribi' gibi salgın hastalıklardan korunmak için 101 defa 'Tevbe' suresinin son iki ayeti okur.
    Sigarayı bırakma duâsı: Sigarayı ve diğer kötü alışkanlıkları bırakmak için duâ. Hergün 'Mümtehine' suresi okunur.
  • BAYRAMPAŞA
    Borçtan kurtulma duâsı: Kredi kartı ve benzeri her türlü maddi borçlarına Yaradanın ödeme kolaylığı vermesi için 'Mümtehine' suresi okunur.
    Yaramaz çocuklar uslansın diye duâ: 'Mutaffifin' suresi okunur.
  • BAŞAKŞEHİR
    Nazar duâsı: İnsanı ve eşyayı her türlü nazardan korumak için. 'Kalem' suresi 3 defa okunur.
  • BEYAZIT
    Sahteyi ayırtetme duâsı: Her çeşit para, altın değerlilerin, Sahtesini aslından ayırtetme. Kandırılmamak için.
  • BEYLİKDÜZÜ
    Sapıklardan korunmak için duâ: Kötü niyetli kimselerin şerrinden korunmak için. 'Casiye' suresi okunur.
  • ESENLER
    Beladan uzak durma duâsı: Belalardan uzak durma, korunma ve kurtulma için 'Fecr' suresi 7 Defa okunur.
    Eşlerin birbirini sevmesi duâsı: Karı koca arasında güzel geçim olması. Muhabbetin artması için. 'Kevser' suresi 71 defa okunur.
  • ETİLER
    Zayıflama duâsı: Şişmanlıktan kurtulmak için 'Allah' ismini devamlı tekrarlarsa çok faydasını görür.
  • EYÜPSULTAN
    Derslerde başarı duâsı: Talebe ve her çeşit sınavda başarı. Okuduğunu unutmamak için. 'Ankebut' suresi okunur.
    Dilek duâsı: Yüce Yaradandan her türlü istekte bulumak için. 'Haşr' suresi. 40 gün 40'ar kere okunur.
    Çocuk sahibi olmak için duâ: 'Yusuf' suresi 7 gün birer defa okunur.
    Şifa için duâ: 'Hucurat' suresiyle şifa için duâ edilir.
  • FATİH
    Şeytandan korunma duâsı: Ayetel Kürsi sabah akşam okunur.
    Kalbin nurlanması için duâ: Kalbin nurlanması için günde 256 kere "Ya Nur" esması okunur.
  • GAZİOSMANPAŞA
    İşbulma duâsı: Kadir suresi 36 defa okunur.
    Hırsızlardan korunma duâsı: Tevbe suresi 7 defa okunur.
  • KADIKÖY
    Yemeklerin lezzetli olması için duâ: Yemeklerin müsafirlerce beğenilmesi, lezzetli olması için. Yemek yaperken 7 defa 'Ettehiyyatü' duâsı okur.
  • KASIMPAŞA
    Zengin olma duâsı: Zengin olmak için 'Leyl' suresi 108 kere okunur.
  • LALELİ
    Bol müşteri duâsı: Dükkana bol müşteri gelmesi için. 35 Besmele okunur.
  • LEVENT
    Hayaletleri kovma duâsı: 'Tarık' suresi 3 defa okunur.
  • MERTER
    Kriz duâsı: Krizin aşılması. Malların satılması için. İnşirah suresi hergün okunur.
  • SARIYER
    Bol balık avlamak duâsı: Oltaya, ağa 'Besmele' yazılı levha asılırsa bol balık tutulur.
  • SİLİVRİ
    Dargınları barıştırmak için duâ: Aile arasında, ve akrabaların arasındaki dargınlıkların bitmesi.
    Küskünlerin barışması için duâ: 'Nebe' suresi okunur.
  • ŞİŞLİ
    Şirinlik duâsı. İnsanlar arasında hürmet, saygı görmek, onlara şirin görünmek. Her gitiği yerde kabul ve saygı görmek için. 'Yusuf' suresi her gün okunur.
  • ÜMRANİYE
    Hayırlı kısmet duâsı: Hayırlısıyla evlenme. Eşbulmak için. 18 defa 'Cuma' suresi okunur.
  • ZEYTİNBURNU
    Geçim sıkıntısından kurtulma duâsı: Cuma gecesi, sabaha karşı 16,641 defa 'Ya Latif' duâsı okunursa darlıktan kurtulur.
Kaynak: Duâların Sırrı Kitabı
Yazar: Burak TAHA
İletişim: duâlarinsirri@gmail.com
Not: Muhterem hocaefendimiz, vakitsizliği yüzünden, bu faideli eseri kaleme aldırttığı müridinin cehaletinden kaynaklanan yazım ve imlâ hatalarını düzeltmek imkânı bulamamıştı.
Kulunuz, fakir, haddi olmayarak bunları telafi etmek içün gayretler gösterdi.
Bilhassa SMS yoluyla edeceğiniz duâlarınızda bu fakiri de ihmâl etmezsiniz ümmidi ile Allahın selamı üzerinize olsun, benim kıymetli dindârlarım.

Ben, kazak. Ve, dört kadın.

Yıllar önceydi. Yaz tatillerinde, yılbaşılarda vs memlekete döndüğümde, aradabir arkadaşlarla buluşur bir yerlere giderdik.

Gidebileceğimiz yerler de o kadar fazla değildi aslında. Sigara dumanı ile karışık çay buharlı atmosferleri yüzünden, kahve/kahvehane türünden yerleri sevmezdik; bar/meyhane türünden mekanlar da ya çok gürültülü olurdu, ya da çok sıkış-tıkış; restaurant/lokata gibi yerlerde de öyle uzun boylu oturup sohbet etmek mümkün olmazdı.

Geriye, kala kala, klüpler/lokaller filan gibi mekânlar kalıyordu. Bu yerlerin sorunu da, hele o zamanlar, sohbetten maâdâ, kumara mekânları oluşuydu.

Bütün bunlardan dolayı, beş yıldızlı otellerin lobilerini tercih eder olmuştuk çoğunlukla.

Beş yıldızlı otellerin lobileri idealdi. Siz özellikle çağırıp bir şeyler ısmarlamazsanız, kimse gelip size burada ne arıyorsunuz filan demezdi. Galiba, hele de uygun bir şeyler giymişseniz, sizi otel müşterisi sandıklarındandı bu.

Bu önyargı, anlaşılan, karşılıklıydı. Normal ahali de, bu otellerin ya çok aşırı pahalı olduğunu düşünür; ya da içeriye girenleri ciddi bir elemeden geçirdiklerini sanar; bu yüzden de bu otellere pek de giden olmazdı. Böylece, lobileri her zaman olağanüstü tenha ve sessiz olurdu.

Hatta, o kadar ki; bir defasında ikinci kuşaktan bir kuzenimle birlikte Harbiye'ye bir iş için yolumuz düştüğünde, (Anadolu'nun küçük bir kasabasında doğmuş büyümüş ve İstanbul'a sadece alış-veriş için aradabir gelen) bu kuzenim sıkışmış ve bana etrafta bir cami filan olup olmadığını sormuştu. Orada öyle bir şeyin olmadığını söylediğimde de hayli telaşlanmıştı. Durumu acildi.

Hemen yakındaki Hilton'a gitmeği önerdiğimde, telaşı büsbütün artmıştı: Sanki, Bulgaristan'a iltica etmeği önermişim gibi..

Onu teskin/ikna etmek için çok uğraşmam gerekmemişti --o kadar acildi.

Fakat, ancak, Hilton'a girerken nasıl davranması gerektiği konusunda kısa bir kurstan sonra: Başını dik tut. Etrafa umursamaz gözlerle bak. Görevlilere bakma, bakarsan da tepeden bak ki seni müşteri filan sansınlar. Benim yanımda yürü, havadan sudan sohbet edelim..

Sanki banka soymağa gidiyoruz..

Sonunda başardık.. Hilton'un efsanevi (!) tuvaletine gitmekle kalmadık; çıkış yolunda, benim ısrarımla, lobide oturup bir şeyler de içtik...

Aradan onca sene geçmiş olmasına rağmen, ne zaman karşılaşsak, bu gazamızı anlatır..

Neyse; konumuza dönelim:

İşte; yine böyle bir gün; içimizde arabası olan tek arkadaşımızın ve ona getirip hediye ettiğim 'kolon'ların (hoparörlerin) sayesinde cıstak cıstak diye cüml'aleme 'hava' (!) ata ata, geldik Hilton'un lobisine.

Oturduk sohbet ediyoruz. Sohbet dediğimiz şey de, işten güçten ve siyasetten konuşmak.. karı-kız muhabbeti yok; sansür olduğundan değil tabii, ama huyumuz değil pek öyle kişiye özel şeylerden bahsetmek..

Yerde, diz hizasında sehpamsı masamtrak bir şey ve etrafında karşılıklı iki koltukta oturan dört arkadaşız. Hepimizin erkek olduğunu söylemeğe gerek yok herhalde.

'Cin tonik' içenimiz de var, viski içenimiz de, çay kahve içenimiz de..

Aşağı yukarı yarım saatli oturmayız ki, yanımdaki koltukta oturan arkadaşım hafifçe bana doğru eğilerek usulca iledeki masamtrak şeyin etrafında oturan kadınlardan birisinin bana baktığını fısıldadı.

Ben de, bana baktığını nereden çıkardığını, belki de kendisine baktığını söyledim; ama o öyle olmadığını ısrar etti. Nasıl yapmışsa, test etmiş. Bana bakılıyormuş...

Başımı kaldırdım, kaçamak bir göz attım. Sekiz-on metre ötede, orada da dört kişi (kadın) oturuyordu. Arkası bana dönük ikisini tabii ki göremedim, ama gördüğüm ikisi otuzlarının ortalarında filan, eli yüzü düzgün denecek türden kadınlardı..

O tür otellerde rastlanabilecek cinsten fahişelere filan da benzemiyorlardı giyim kuşamlarından. Tarz ve davranışları da son derece normal, hatta muhafazakar bile sayılırdılar. Aramızda da, en az, 10-12 yaş farkı olmalıydı.

Döndüm yanımdaki arkadaşıma, "hadi canım sen de; garson filan bakınırken sen öyle sanmışsın" türünden bir fırça fısıldadım.

Ama, o ısrar etti. Ben ise böyle bir ihtimalden dahi rahatsız olmuştum.

Öyle ya, bir kadın tarafından taciz ediliyor olduğum anlamına gelecekti bu!

Erkek adamın karizmasını çizerdi böyle bir muameleye tabi olmak!

Şaka bir yana; böyle şeyler benim huyum değil, bana ters gelir. Öyle olmadık yerlerde birilerinin ilgisini öekmiş olmak ihtimali bile beni rahatsız eder. Zaten, aramızda makul sayılmayacak bir yaş farkı da var ki, hiç bir şekilde olacak şey değil.

Fakat; her ne kadar inanmasam ve rahatsız olsam da; "acaba haklı mıdır?" diyerek, aradabir göz ucuyla kontrol de etmedim değil.

Evet. Bakıyordu. Ve, ısrarla bakıyordu.

O da yetmemiş, yanındakine de beni göstermiş, onu da baktırmıştı.

O da yetmezmiş gibi, biraz sonra, bana sırtı dönük olan diğer arkadaşlarının da dönüp bakmasını sağlamıştı.

İnanılmaz rahatsız edici bir durum!!

Acaba bir yerden tanıdık birileri miydiler?

Yok. Hiç birisini gözüm hiç bir yerden ısırmıyordu.

Ben de, artık ne kadarsa, çaktırmadan arkama dönüp baktım: Olmaya ki, arkamda onların tanıdıkları birisi vardır...

Arkamızda kimseler yoktu.

La havle..

Bizim grup hep bir ağızdan "hadi hadi iyisin!"ler fısıldıyorlar, benim tepem de daha da atıyor..

Bu sırada, kadınlardan birisi yerinden kalktı; bize doğru geldi.. yanıbaşımda durur gibi yavaşlayarak geçti gitti..

Tuvalete filan gitti dedik.

Döndü; yine yanıbaşımızda durur gibi yaptıktan sonra, masasına gitti.

Ardından, kısa fasılarla, diğer üçü de neredeyse aynı şekilde dururcasına yavaşlayarak geçti ve geri döndüler..

Bizimkilerin hepsi de, ittifakla beni süzdükleri iddiasındalar..

Tövbe tövbe..

Ben bir tek kadının tacizinden rahatsız olmuşken, şimdi dört tane oldular..

Ne yapabileceğimi düşünüyorum..

Yok. Gidip sormak olmaz.

Kalkıp gidelim dedim, bizimkiler kabul etmedi...

Ben böyle düşünürken, onlar garsonu çağırdı ve hesabı ödeyip kalktılar.

Ve, yine aynı şey.. Dördü birden, yanıbaşımda dururcasına yavaşlayarak geçip gittiler...

Ben bir oh çektim, bizimkiler ise hala daha aynı havadalar.. böyle bir fırsatı nasıl kaçırırsın diye hem kızgınlar hem de makaraya alıyorlar..

Ben ise, dedim ya, karizmayı hem çizdirmiş hem de çizdirmemiş olduğum için bir tür memnun; böyle garip bir şeyle muhatap olmuş olmaktan dolayı da hem kızgın hem de afallamışım..

Neyse..

Bir saat kadar sonra da biz kalktık.

Beni eve bıraktılar.

Üstümü başımı değiştirirken birden ne farkedeyim??..

O gün annemin kendi elleriyle ördüğü özel bir kazak giyimişim meğer..

Özelliği de şu: Parça parça değil, bilmemkaç tane şiş ile bir defa örülen, dikişsiz bir kazak.. Örerken ben de hesaplamalarda yardımcı olmuştum. Günler sürmüştü. Zor bir işti.

O anda dank etti.

Elimi alnıma nasıl da şiddetle şaklattığımı bir ben bilirim.

Meğer bu kadınların derdi ben değilmişim...

Giydiğim kazağımmış..

Anlaşılan örgüye meraklıydılar ve bu kazağın özel bir şey olduğunu farketmişler; ve yanımdan gelip geçip kazağı süzmüş, incelemişler!

Onlara ne kadar ne saydırdığımı buraya yazamam!

Medeniyetsiz şeyler!

Garsona söyleselerdi, çıkarıp onlara gönderirdim; istedikleri kadar incelerlerdi.

O günden sonra bir daha o kazağı kamusal ortamda giymedim!

Tutam dökem men seni..

Mahir Kaynak, arka arkaya birkaç yazı yayınladı. Bu yazılar daha öncekilerle ilintiliydi tabii ki, fakat benim açımdan bu son yazıları resmi daha net görmeme yardımcı oluyor.

Birinci yazıda, Mahir Kaynak'tan hiç beklemediğim şekilde endüstriyel bir prosesten bahsediyor: Dökümcülük...

Meğer, çocukluğunda bir dökümcünün yanında çıraklık yapmış..

Tabii, o günlerden bugünlere dökümcülük de hayli gelişti.

Eskiden, üretilecek olan şeyin tahtadan bir örneğini ('model'ini) kendi elleriyle günler haftalar süren itinalı ve hummalı bir faaliyet sonucunda ortaya çıkaran ustalar vardı.

Usta ne kadar tecrübeli ve yetenekli olursa o kadar iyiydi de, 'model'in karmaşıklığına bağlı olarak, üretilen ilk numunelerin hatalı olması neredeyse mukadderdi.

Bunun da dünya kadar sebebi vardı. Model elle üretildiği için, istenildiği şekilde olçüsel açıdan hassas olamıyordu. Olabilse bile, döküm sırasında kullanılan eriyik metalin boşlukları nasıl dolduracağını, soğuma sürecinde nasıl davranacağını bilemiyorduk.

Şimdi o günler çoğunlukla geride kaldı: Artık modeller elle değil, bilgisayar karşısında birilerinin ekranda oluşturduğu tasarımlardan doğrudan doğruya yine bilgisayarların kontrol ve kumanda ettiği makinelerde yapılıyor.

Eriyiğin kalıpta nasıl davranacağına yönelik de hayli yetenekli simülasyon yazılımları var.

Böylece, eğer doğru tasarlamışşsanız, ve elinizde yetenekli makina ve ekipman varsa, döküm yoluyla elde edeceğiniz ürünün ıskarta olmak ihtimali yok denecek kadar azdır.

Dahası, çok daha kontrollü bir üretim süreci olacağından, hurda vb gibi üretim artıkları da azalır. Enerjiden de tasarruf edersiniz. Herşey çok daha uzuca çıkar ve daha da kaliteli ürün elde edersiniz.

İyi de, dökümcülük de nereden çıktı şimdi..

Mahir Kaynak durduk yerde döküm konusuna neden eğilmiş olabilir ki?

Hele de, konu 'Kürt Meselesi' iken?

Var aslında bir ilgisi, tabii ki: Toplumları, pekala, döküm prosesinde kullanılan eriyiklere benzetebiliriz.

Önce, kaç derecede eriyeceğini bilmek lazım. Fakat, yetmez. Eriyiğin hangi sıcaklıklarda ne kadar akıcı olduğunu (viskozitesini), soğuma hızını ve soğurken nasıl davranacağını vb hususları bilmek gerekir.

Bu tür bilgiler elinizde yeterince sağlıklı olarak var ise, döküm prosesini kolayca simüle edebilirsiniz (yani, gerçek hayatta yapmak yerine, bilgisayarda --bir oyun gibi-- süreci görüntüleyebilir, yavaşlatıp büyüterek detaylarını istediğiniz kadar inceleyebilirsiniz).. beğenmediğiniz bir sonuç/ürün çıkacak gibi görünüyorsa, hemen geriye dönüp ya proseste ya da modelde gereken değişiklikleri yaparsınız.

İyi de, dökümcülüğün toplum mühendisliğine benzer tarafları var mıdır?

Olması lazım.

Her ne kadar, dökümcülük çok daha eskilere dayanıyor ve hayli yoğun mühendislik de içeriyorsa da, hala daha bir sanattır. Tecrübe ve yetenek ister; kullanılacak malzemeyi ve prosesi çok iyi tanımak şarttır.

Toplum mühendisliği --ya da siyaset mühendisliği-- tabii ki çok daha taze/genç bir uğraşı alanı..

Fakat, özellikle Türkiye sözkonusu olduğunda, eldeki mazlemenin artık yeterince tanındığı, bilindiği kanaatindeyim.

Geçmişteki darbelere, darbe teşebbüslerine, ara rejimlere, demokrasiye geçişlere, demokratik hayatta ortaya çıkan gelişmelere toplumun değişik kesimlerinin verdiği tepkiler ve benzeri bir yığın bilgi oluşmuş olmalı..

Eğer öyleyse, eriyiğin (toplumun) hangi şartlarda nasıl akacağı hakkında bilgimiz hiç de az olmasa gerek.

Sıra, 'model'i --yani, toplumun gelecekte almasını istediğimiz şekli; geleceğimizi-- tasarlamağa geliyor..

Bu noktada, anladığım kadarıyla, şartlar eskisinden farklı: Eskiden olsaydı, model bizim elimize tutuşturulur; hatta, biz farkına pek de varmadan kalıba bile dökülürdük. Yani, olay bizim dışımızda olur biterdi.

Şimdi o kadar değil; önümüzde bir fırsat penceresi var: Yabancı oyuncuların kendi dertleri başlarından aşkın. Daha doğrusu, onlar da yepyeni bir global model peşindeler.

Bizim kendi modelimizi, kendi gelecek tasarımımızı yapmamızı bekliyorlar.

Ve, biz de, uzuun zamandır ilk defa bu işe koşuluyoruz.

Mahir Kaynak, bir sonraki yazısında da buna ışık tutuyor.

Anlaşılan, bizim geleceğimiz 3 temel alternatiften oluşuyor --yani, şu ana kadar sergilenen tavırlardan ortaya çıkan bu.

1) Türkiye, ne bir soy veya bir din devleti olacak. İnanç veya etnisite bakımından farklılıklar bireysel düzeyde kabul görecek. Bu nedenle, Kürtleri toplumun diğer kesimlerinden farklı olarak tanımlayacak hiçbir talep kabul edilmeyecek. Haklar bir soya ve inanca değil tüm bireylere tanınacak.

Bu proje, bu tasavvur, Türkiye'nin, sadece Kürtlerle değil, Ermeniler, Rumlar ve diğerleriyle birlikte, çok daha geniş bir coğrafyaya yayılması anlamına da geliyor.

Bu, anladığım kadarıyla, hem Hükümet, hem ABD'nin de istediği, hem de Rusların da razı olduğu bir gelecek modeli oluyor.

Bu projede İslam'ın pek de başat bir rolünün olmayacağı aşikardır da; bunu inananlara henüz söylemek zamanı gelmiş değil.

2) Türkiye, Kürtlere yönelik herhangi bir iyileştirici adım atmayacak; dahası, durumu daha da gergin hale getirecek. Kürtlerimizin yönlerini Kuzey Irak'a çevirmesine göz yumulacak. Fakat, ABD'nin Kuzey Irak'tan çekilmesi sonrasında ortaya çıkacak olan karmaşada desteksiz kalacak olan Kürtlerin, iki-üç ateş arasında kalması sonrasında, Kürtler(imiz) herhangi bir iyileştirme filana bakmaksızın veril(mey)enle yetinmek zorunda olacak.

İlginç bir şekilde, bu projeye destek verenlerin başında radikal Kürtçü Kürtlerimiz geliyor. Bu radikallerin, yılların birikimiyle oluşmuş belli bir kamuoyu ve kendi tribünlerine oynamak zorunluluğu var. Aynı şekilde, Türkçü camia da bnzeri bir sonucu arzu ediyor.

Eğer bu proje gerçekleşmek durumunda kalırsa, Türkiye'nin önünde çok kültürlü, çok etnisiteli bir yapı yerine, Türk dünyasına yayılmak kalıyor.

Bu projeye ABD'nin soğuk bakmak isteyeceğini sanmıyorum; ama, Rusya ve Çin ile sorunlarımız olabileceğini sanıyorum.

3) Kürtlerimizle tümden bir ayrışmaya gidip, sosyal sorunlar yaratan, ekonomik olarak büyük bir yük haline gelen Kürtlerimizden kurtulup homojen, daha zengin ve batılı değerlere sahip bir halkla Avrupa’yla bütünleşmek...

Bu proje, halkın mübadele edilmesini de içeriyor: Kürtler oraya, Türkler buraya..

Bu projenin temel destekçisinin AB olacağını kestirmek hiç de zor değil. ABD ve Rusya bu projeyi desteklemez ama doğrudan doğruya Türkiye'yi karşılarına da almak istemez. Yine de, yukarıdaki diğer iki projeden çok daha sancılı geçeceğini söylemek abartı sayılmaz bence.

Şimdi.. dökümcülük teşbihine geri dönersek..

Dökümcülük, teknoloji ne kadar gelişkin olursa olsun, pahalı bir iştir fakat gereklidir de.

Modeli hatasız yapabilirsiniz, prosesi de ideal şekilde kontrol edebilirsiniz; fakat ortaya çıkaracağınız nihai ürünün --sizin istediğiniz o olsa bile-- pazarın istediği, pazarın kabul edeceği bir ürün olacağının garantisi yoktur.

Bu durumda, ürünü ıskartaya çıkarıp yeniden eriyik haline getirmek, yeni bir model oluşturup yeniden dökmek gerekir: Acılı, sancılı, meşakkatli ve pahalı bir süreçtir. Dahası, eriyik haline gelen ıskartayı kayıpsız kullanamazsınız; bir kısmı hurda olur; azalan malzemenin yerine yeni malzeme eklemek gerekir..

İyi düşünmek lazım.

Yani, çok iyi düşünmemiz lazım --tekrar tekrar, toplu halde ıskartaya çıkıp yeniden kalıba dökülmek hem hiç de kolay değil hem de her defasında kendi modelimizi yapmak bize düşmeyebilir.